Voleybol Günlükleri - Anıl Şakrak
16413
post-template-default,single,single-post,postid-16413,single-format-standard,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-title-hidden,qode-theme-ver-9.1.3,wpb-js-composer js-comp-ver-4.11.2.1,vc_responsive

15 Kas Voleybol Günlükleri

18 Ekim tarihli son blog yazımdan sonra, o kadar karışık bir dönem yaşadım ve yaşadık ki, bir türlü klavyenin başına oturup taslakları toparlamak içimden gelmedi. Önce eşim covid oldu ve temaslı olarak 14 gün sürecek ev hapsim başladı. Tahliyeme yakın İzmir depremiyle önce sallandık sonrasında ise sarsıldık. Şimdilerde ailecek iyiyiz ama toplum olarak hiç de iyi değiliz. Gerek korona salgının ülkemiz ve dünya genelinde artış hızı gerekse de devam eden artçılar herkes gibi beni de moral ve motivasyon olarak aşağılara çekiyor. Buna ilave olarak da, sıcak eve geldiğimde depremde bir yakınını kaybeden ve yaşadıkları yerleri yıkılanlar olduğunu bilmekte bu yerlerde sürünen motivasyonu daha da düşürüyor.

Bu 2020 yılını hiç sevemedim. 2021 yılının daha iyi olacağına yönelik umutlar yeşertmeye çalışırken, aklıma deli deli fikirler geliyor. Ya 2012’de dünyanın sonu geleceğini öngören Maya takvimini yalnış tercüme ettiysek, aslında 2012’i 2021’se. Hatırlarsanın 2012 filminde öncü felaketler daha öncesinde başlıyordu.

Eskilerin deyişiyle, “İyi düşünelim, İyi Olsun”.


Bu haftaki yazımda, lise yıllarında benim için bir tutku olan voleybol anılarıma bir yolculuk yapacağım. Tabi ki sadece anılarımı, anılarımızı anlatmakla kalmayıp bana kazandırdıklarına da değinemeye çalışacağım.

Ben de 80’lerde yetişen bir çocuk gibi futbol dışında bir spor dalı ile ilgilenmeyen biriydim. Tabi ki, futbol oynamak için hiçbir ek ekipmana ihtiyaç duyulmamasının buna etken olduğunu düşünüyorum. Sonuçta her zeminde oynarsın, top yerine bazen ezilmiş kutu kola bile yeter ve kale olarak da 2 taşta varsa, başlarsın oynamaya.

Voleybol, hayatıma 1986 yılında Saint Joseph’e başladığımda girdi. Okulda “ayak topu” yani futbol oynamak yasaktı hatta ayakla vurulan her top darbesi için, yakalanırsan para cezası bile vardı. Okulda basket potaları da vardı ama bir pota hariç (ki onda da voleybol sahası olmadığında) tüm potaların bulunduğu sahalarda voleybol oynanırdı.  Bunun sonucunda da beklendiği gibi ortaokul ve lise yıllarımın merkezinde voleybol vardı.

Voleybol oynamış biri olarak voleybolun tarihçesini bu yazıyı yazana kadar araştırmadığımı fark ettim. İnternette bir araştırma yapınca diğer spor dalları gibi tarihsel süreçte kendiliğinden gelişen bir spor dalı olmadığını öğrendim.

Amerikalı bir spor eğitmeni William Morgan kendi ideallerine göre tasarlamış voleybolu. Takım sporlarında rakip oyuncuyla girilen fiziksel temasların oyuncu psikolojisini etkilediğini fark eden William, oyuncuların birbirleri ile minimum seviyede temas edecekleri, takım halinde oynayabilecekleri ve topla oynanan bir branş arar ve ama bulamaz. Tenisten file konseptini, hentboldan topa elle müdahale etme şansını, basketboldan süre kısıtlamalarını ve beyzboldan da her oyuncunun farklı göreve sahip olma fikrini alır ve Mintonette adı ile voleybolu yaratır.

Dünyaya yayılışı ise dini bir organizasyon olan “Young Men’s Christian Association” ile olur. Bu arada bu organizasyonun kısaltması YMCA ; aklıma hemen şarkısı geldi. Türkiye’ye de 1919 da YMCA üyesi olan Amerikalı Doktor Deaver tarafından getirilir. Türkiye’de yayılımını sağlayan ise Beden Eğitimi öğretmeni olan Selim Sırrı Tarcan‘dır. Bunca yıl voleybol oynamış biri olarak bunları yeni öğrendiğimi itiraf ediyorum.

Şimdi nasıl bilemem ama benim zamanında Saint Joseph demek voleybol demekti. Sadece bir spor dalı olarak bakmamak lazım, bir yetiştirilme tarzı idi. Takımda olman ya da olmaman fark etmiyordu. Sahada ya da tribünde olsan da, voleybol sana bir eğitmen oluyordu ve sıran geldiğinde sen de eğitmen oluyordun.

Okulun ilk beden dersinde Metin Hoca bizi sıraya dizdi ve çarşamba günü okul çıkışında voleybol takımı seçmelerine gelmemiz gerektiğini söyledi. Seçmelere geldiğimizde ise hepimiz seçildik. Sonradan anladık aslında bu okul kültürünün verilmesinin başka bir şekliydi. Sonra kimimiz sahada devam ettik kimimiz ise tribünde.

Hazırlık yılları ve Metin Hocam’a değinince bu anımı anlatmazsam ortadan çatlarım; Nedenini hatırlamıyorum ama beden dersinde Metin Hoca bana bir tokat atmıştı (o attıysa kesin haklıdır bu arada), o tokattan sonra kendime söz verdim, iyi bir voleybolcu olacak ama takımda oynamayı ret edecektim. İyi bir oyuncu oldum mu bilmiyorum ama ne Metin ne de Deniz Hoca’mı hiçbir zaman ret etmedim.

Neden voleybol Saint Joseph demekti?

Her ne kadar şimdi okul bahçesi değişmiş olsa da bizim zamanımızda okulun bahçesinde her yer voleybol sahası idi, farklı yükseklikte ve ebatta fileleri olan. Her sınıf kendine ait olan yerde oynardı. Ortadaki nizamı sayılabilecek saha ise voleybolun yıldızlarına aitti. Ufak sınıflar için orada oynamaya davet edilmek ise bir onurdu. Teneffüs zili çaldığında, her sınıfın top sorumlusu koşturarak top odası önünde sıraya girer ve top alırdı. En efsane “Top Odası Sorumlusu” ise Neco idi.

Delikanlılık var serde, fırlamalık diz boyu; voleybol topu ile futbolun yasak olduğu bir ortamda bir çok yaratıcı oyunlar oynardık. Kafa topu bunların en popüler olanıydı. Çift kanatlı sınıf kapısı kale olur, biri kaleye geçer ve bir başkası ise eliyle topu orta yapardı. Hocalar kızarlardı ama kimse topa ayağıyla vurmadığı için bir şey söyleyemezlerdi.

Bunun dışında da smaç yetkinliğinizi geliştirdiğinizde oynayabileceğimiz bir oyun daha vardı: orta-1’lerin sahasında  smaçla yerden sektirerek birinci katın camlarını kırmaya çalışma. Eğer kırmayı becerirseniz öğretmenlere yakalandığınızda ikna etme gücünüz var ise cezadan kurtulabilirdiniz ama camın parasını ödemek şartıyla.

Okul bahçesinde futbol yasak olduğu bir dünya da, su tabi ki yolunu buluyordu. Öğle aralarında Alsancak’ın arka sokaklarında, eğer tütün deposu işçilerinden önce gelip yer kapabilirsek, plastik top ile futbol maçı yapardık.

Öğle teneffüsleri göreceli olarak daha uzun maçlar yapabileceğimiz zamanlardı. Mümkünse tostumuzu dersin son dakikalarında öğretmenlere çaktırmadan yer, spor ayakkabılarını giyer ve zil çalması ile oynamaya başlardık. Herhangi bir spor kıyafeti giyilmezdi. Gömlek çıkarıldığı için sorun olmazdı ama ya pantalonun apış arası (illaki yırtılırdı ki en yönetilebilen budur) ya da diz kısmı aşınır ya da yırtılırdı. İlerleyen zamanlarda diz kısmı zarar görmesin diye pantalonları bermuda gibi kıvırma yöntemini uygulamaya başladık. Okulun yakınında bir terzi amcamız vardı. Terziye her gittiğimizde pantalon tamir edilirken soyunma odasında beklerdik, terzi amca iyi bir pazarlamacı idi, güzel resim ve takvimler koyardı. Hormonların tavan yaptığı yaşlarda sırf o nedenle bile gidilebilirdi oraya.

Hazırlıkta çarşamba günleri antremanlar olurdu. Deniz ve Metin Hoca aralarda bizleri gözlemlemeye gelirdi. Hazırlıkta iken voleybolcu olmanın hiçbir avantajı yoktu. Orta 1’e başladığımızda ise Lise 1 öğrencilerinden Serkan Özizmir’e teslim edildik. Hazırlıkta manşet ve parmak çalışmış ve ufak ufak smaç vurmaya başlamış bizler için öncelerinde bir şok idi Serkan ile çalışmak. Sezon başı bizi Halkapınar Atletizm sahasına götürdüğünde anlamalıydık başımıza gelecekleri.

Serkan, 3 ay boyunca her öğle arası ve hafta da 3 gün okul çıkışı kondisyon çalıştırdı; öğlenleri Alsancak’ın arka sokaklarında koşu antremanı ve üstüne okul çıkışı dayanıklılık antremanı. Hatta antreman sonlarında “jog yaparken” arkamızdan koşarak bizi depara kaldırırdı. Sonuçta kimse tekme yemek istemiyordu.

3 ayın sonunda topa dokunmaya başladık ama yine maç yok. Hiç zevkli gitmiyordu antremanlar o zamanın kafası ile. Serkan, Karate Kid filmindeki Miyagi San gibi bize sürekli “cilala parlat” yaptırıyordu. Serkan’ın yetiştirdiği ekip, orta 2 ile beraber lise son’a kadar okul takımının iskeleti oldu. Aldığımız kondisyon sayesinde aynı gün 3 maç oynayabiliyorduk, hatta arada da halı saha maçı bile yapıyorduk.

Okulumuzun spor salonu biz lise sondayken bitirildi. Bu nedenle voleybol antremanı demek taş saha da çalışmak ya da okul çıkışı Halkapınar’a gitmek demekti. Halkapınar’da antreman yapmak biraz riskli idi, parkeler o kadar kötüydü ki bazen kafası dışarı çıkmış bir çivi formayı hatta deriyi sıyırabiliyordu. Ama sonuçta parke idi, taştan daha güzel. Taşta planjon atmayı öğrenen bizler için parke gördüğümüzde manşetle alınacak topu da planjonla çıkarıyorduk.

Haftanın altı günü voleybol vardı hayatımızda, hafta içleri antremanlar ve hafta sonları maçlar. Birkaç istisna dışında dersleri kötü olan kimse yoktu aramızda.  Her antreman çıkışında da İstanbul Burger’e uğrardık. Orada bir şey yer sonra eve gidince bir daha yerdik, fırça yememek için.

Gençlik başımızda duman olduğundan fırlamalık da bazen dozajı kaçırdığımız durumlarda oluyordu tabi ki; Metin Hoca, bir klüp maçına (Tam net hatırlamıyorum ama ya İzmir Finaliydi ya da en güçlü rakibimizle derbimizi vardı) ilk altının beşi birden aynı yaşgünü partisinden alkollü gelince, maç günleri yaşgünü partilerini yasaklamıştı. Maç da ne mi oldu? İlk seti ve yaşadıklarımızı hatırlamıyorum ya da hatırlamak istemiyorum ama maçı kazandık. Sadece bloğa çıkıldığında elleri kaldırmak gerektiği ve planjonla top çıkarmak istendiğinde, topa müdahale ettikten sonra hareketi tamamlamak gerektiği yoksa parkeye patates çuvalı atıldığında çıkan sese benzer sesler çıktığı gibi dersler var aklımda.

Az evvel yazdığım gibi, öğrencinin öğretmen olması bir gelenekti, liseye geçtiğimizde bizde ortaokullulara hocalık yaptık. Bu arada bunda ne var diyeceksiniz. Antreman olmadığı gün okuldan erken çıkıp eve gitmek varken, bizler hiçbir zorlama olmadan, okulda kalıp hocalık yapıyorduk.

Yazılması ama yazılırken de bir o kadar dikkat edilmesi gereken bir konudur deplasman maceraları; Yozgat, Kastamonu, Kayseri, Denizli, Burdur ve Isparta. Deplasmanda yaşanan deplasmanda kalmalıdır. Ama birkaç anıyı anlatmazsam herhalde çatlarım.

Yozgat Deplasmanı, her yer bembeyaz ve kaldığımız otel spor salonunun yanında. Spor salonu Anadolu’daki standart spor salonları mimarisinde yapılmamış, başka amaçlı bir tarihi bina spor salonuna dönüştürülmüş. Seyirciler üst tarafta balkonda, gladyatörler ise aşağıda sahada. Başımızda Monsieur Himber ile Deniz Hocamız. Deniz Hocanın ilk deplasmanı.

Kar görmüş masum İzmirliler antreman sonrası delicesine kar topu oynamaya başladık. Birden bir Mercedes araba belirdi yanımızda, o ve şöförü de nasibini aldı kartoplarından. Dedik ya kar görmüş masum İzmirliyiz. Kartopunu yiyen adam çok sempatikçe geldi bizle muhabbet etti ve hiç alınmadı sululuklarımıza.

Maçları hepsini kazandık, şampiyon olduk. Tören yapılacak, sunumu yapacak kişi yanımıza geldi, “İzmir Fransız Lisesi” diye anons edebilir miyim diye sordu. Tabi ki hayır dedik.Sunucu başı önde gitti ve mikrofonu eline aldı; “Birinciliği İzmir Özel Şen Josef Fransız Lisesi” kazandı diye anons edip ödülümüz vermek için Yozgat Valisini davet etti kürsüye. Ağzımız kulaklarımızda anonsa gülerken, birden hepimiz buz kestik. Dün bizim kartoplarımıza hedef olan adam valiymiş. Gülerek yanımıza geldi, her birimize sarıldı ve de üstüne üstlük bizlerle fransızca da konuştu.

Kastamonu, 1990. Zor bir gruba düştük. Üniversite sınavı hazırlıkları nedeniyle lise sonda olan 3 as oyuncu gelmedi. Benim gibi lise bir öğrencilerine A Takım fırsatı doğdu. Kaptan Alp Limoncuoğlu, ayrıca pasörümüz. Alp’in aileside bizimle beraber deplasmana geldiler. Önder Amca elinde kamera ile maçları çekiyor. İlk maç Anıttepe Lisesi ile, orta oyuncu oynayan ben, 5+1 oynadığımızdan 2 numara pasör çaprazı oynuyorum. Anıttepe’nin çok iyi bir smaçörü var, ama blokta çok iyi durduruyoruz. Bir kere bloktan kurtuldu, onda da kafamın tepesine yedim topu. Hiçbir şey olmamış gibi devam ettim. Herkes gülmekten oynamayı bıraktı.

Son günde Samsun lisesi ile oynuyoruz, onlarda ise sanki havada yürüyormuş gibi sıçrayan bir oyuncuları var. Zaten her topa o smaç atıyor. Takımın gerisi blok ve manşet işine bakıyor. Kaptan rakibin asansör yapacağını anladı ve bizleri uyardı, önümde Tolga Koçoğlu var. O da bu uyarıyı bağırarak tekrar etti ama bu uyarıya uymadı. Ben de görev bilinci ile yaptığı bloğun arkasına dublaja girdim. Tolga’nın bloğu aşağıya inerken, rakip smaçör ile göz göze geldim. Sonra bir süre gözlerim yaşlı hiçbir şey göremedim zaten. Topu tam burnumun üstüne yedim. Hakem yanıma gelip boksörmüşüm gibi ellerimi tutup nasıl olduğumu sordu. İyiyim dediğimi hatırlıyorum. Ama bana anlatılanlara göre bunları söylerken hakeme bakmıyormuşum. Bu iki efsane görüntü Önder Amcanın arşivinde var. Belki birgün bende arşivime koyabilirim bunları.

Son anı ise, 1993 yılına ait. Lise sondayız ve şampiyonluk maçını Alsancak Kapalı’da Maltepe Askeri Lisesine karşı oynayacağız. Balçova Spor salonu ve İnönü lisesi spor salonunundan sonra Bernabeu’da maç oynamak gibi birşey bizim için. Üzerimizde ağır bir yükte var; Okulumuz her ne kadar Voleybol’da başarıları ile söz sahibi olsa da, yeni açılan lisesinin henüz bir şampiyonluğu yok.  Okul müdürü ile yaşanan bazı tatsızlıklardan dolayı tüm 93 tayfası gerginiz. Zaten rakibin seyirci sayısı bizim okulun mevcudu kadar. Müdürümüz de eksik olmasın, maça gidilmesine izin vermeyince, o koca sahada seyircisiz oynayacağız.

Maç günü İzmir’de olan ne kadar eski mezun varsa hepsi ordaydı. Lise sonlar “Yönetime Rağmen” süper hazırlık yaparak disipline verilme pahasına tribünde yerini aldı. Hatta bütün hafta maç için plan yapıldı. Davul ve sınıfta derslerde hazırlanan konfetiler maçtan bir gece önce “bir gece operasyonu” ile salona sokuldu. Sahaya çıkışımızla beraber sayıca bizden kat kat üstün olan Maltepe Lisesi seyircilerini bir avuç insan bastırdı. Bizde üzerime düşen görevi yerine getirdik ve 3 saati geçen maç sonunda 4. seti vermiş olmamıza rağmen 3-2 maçı kazanarak Saint Joseph Lisesi’nin ilk İzmir Şampiyonluk kupasını kaldırdık.

Her takım sporunda olduğu gibi bir takım olmanın ne demek olduğunu öğretti bana voleybol. Bu yeni kurallarına alışamadım hiç. Bizim zamanımızda manşeti kötü olan ya da herhangi bir sebeble o gün savunması kötü olanı takım arkadaşları kapatırdık. Şimdi ise liberolar var.

Maçın ilk setleri tie-break gibi oynanmaz ve eş güçte 2 takım maç yapıyorsa dayanıklık ön plana çıkardı.

Kazanmak güzeldi ama kaybetmeyi de öğrenmek ve kabullenmek önemliydi ama daha önemlisi tüm hırslarına rağmen yaptığın işten keyif almayı bilmek. Balçova Spor Salonunda, önemli bir maç öncesi koridorda rakip takımla birlikte karşılıklı ısınıyoruz, herkes gergin ve birbirine yiyecek gibi bakıyor. Isınma dediğimiz ise 2 metrelik koridorda yanyana ama zıt yönlerde koşma. Birden bizim takımın önünden bir ses yükseliyor: “It’s now or never”. Devamında ise sanki daha önce anlaşmışız gibi Elvis’in şarkısını bazen ingilizce bazen de Mr. Futuretense kıvamında bir çeviri ile söylemeye başlıyoruz. Ortamdaki o gerginlik bir anda yok oluyor. Bunu bir kere de Kastamonu deplasmanında yaptık, seyirciler de bize karşılık verdi: İzmir Lisesi, Şarap Şişesi diye tempo tuttular.

Anıları yad etmek insana keyif veriyor. Bunları sıkı bir oto-sansür sonrası yazılı hale getirmek ise onları ölümsüzleştiriyor. Beraber ve karşılıklı oynadığım, bana öğreten ve benim öğretmeni olduğum herkese bu anıları yaşamamdaki katkılarından dolayı sonsuz teşekkürler.

Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, haftaya görüşmek üzere, Eyvallah…

1Comment
  • Yasin Müsafir
    Posted at 20:26h, 21 Kasım Yanıtla

    Sansürlere rağmen o günleri yad ettirdin bizlere. Kalemine sağlık üstad
    Yasmus

Post A Comment