İhtiyacı olanındır Şiir... - Anıl Şakrak
16229
post-template-default,single,single-post,postid-16229,single-format-standard,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-title-hidden,qode-theme-ver-9.1.3,wpb-js-composer js-comp-ver-4.11.2.1,vc_responsive

28 Haz İhtiyacı olanındır Şiir…

“Herkesin bir öyküsü vardır ama herkesin bir şiiri yoktur.”
Bunu ben mi söyledim yoksa bir yerlerde mi okudum hatırlamıyorum. Mütevazilik yaparak; “kesin okumuşumdur” diyerek devam ediyorum. Bu hafta şiirlerle olan tutkumu yazmak istedim. Şiir falan yazabildiğim yok tıpkı roman ve hikaye yazamadığım gibi.

İlkokulda 23 Nisan törenlerinde bağıra bağıra okuduğumu saymazsam, bilinçli olarak şiirle tanışmam orta iki yıllarında oldu. Babamdan bana bir şiir kitabı almasını istemiştim. O da bana İlhami Soysal’ın Türk Şiir Antolojisi kitabını almıştı. Yıllar içerisinde gerçekleşen taşınmalar nedeni ile o kitabımı kütüphanemde bulamıyorum. Çok üzgünüm ; Oysa ne satır arası notlarım vardı.

Şiir için; duygulardan, düşüncelerden, düşlerden, özlemlerden vb. süzülmüş yaşantı birikimleri olarak, ozanların, sözcüklerin sözlük anlamlarına kimi zaman değişik anlamlar da yükleyerek, dil içinde özel bir dil yaratarak oluşturdukları, imgelerden, simgelerden, söz sanatlarından, ritimden, uyumdan vb. yararlanarak ortaya koydukları, okurda estetik duygular uyandıran yazın ürünüdür diyor sözlük.

Şiiri nasıl da mekanik ve duygusuz olarak tarif etmişler. Bunu ilk okuduğumda aklıma “Ölü Ozanlar Derneği” filminden  “O Captain!  My Captain!” Bay Keating’in şiiri böyle bir matematiksel kalıba sokma saçmalığına verdiği tepki geldi aklıma.

Tekrardan seyretmek isteyenler için linkini paylaşıyorum. Dead Poet Society: Ripping The Books

Minik Bir Ara Not: Yıllar sonra “O Captain! My Captain!”‘nın ünlü Amerikan Şair Walt Whitman’ın şiiri olduğunu, Mr. Keating’ın sınıfında duvarda onun resmi asılı olduğunu ve ayrıca Joe Pesci’nin “With Honor” (1994)  filminde oynadığı Simon karakterini Walt Whitman’ın hayaletini sandıklarını öğrendim.

Antoloji kitabımı keşfe çıktığımda ilk karşılaştığım Ümit Yaşar Oğuzcan oldu. “İki Kişiye Bir Dünya” şiiri ile yolculuğum başladı.

[/vc_column][/vc_row]

“Gelme diyorsun
Bu gel demektir
Birazdan güneş doğacak
Dolu dizgin atlılar geçecek yüreğimden
Seni düşüneceğim
Gümüş mahmuzların parlaklığında
Yağmur nal izlerini örtmeden
Sana geleceğim
Bekle beni…”

……..

Tanrının bıraktığı yerden biz başlıyalım
Üç milyar insanın yarısını sen öldür yarısını ben
Üç kişi kalsak yetişir yeryüzünde
Yaklaş bana
Seninle kardeş değiliz

Hüzünle karışık sevinçlerden kurtul artık
Arzuların o belli belirsiz sıcaklığını sev
Biliyorsun
Önce Tanrı insanı yarattı
Sonra insan sevgiyi
Ne yapsak boş
Ne kadar çabalasak faydasız
Geriye dönemeyiz
Olanlar oldu iş işten geçti
Çamurumuza sevgi katılmış bir kere”

Antolojiyi okudukça daha fazla sevmeye başladım şiiri ve farklı şairleri. Düz yazı okumaktan daha fazla keyif veriyordu yeni şairler ve yeni şiirler keşfetmek. Ümit Yaşar’la başlayan maceram Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Atilla İlhan ile devam etti.

O yıllarda başladım, sevdiğim şiirleri bir deftere, dolma kalem ile eğik el yazımla kopyalamaya. Malum internet yok denecek kadar az, sosyal medya daha icad olmamıştı. Kimse de “Caps” yapmıyor ki, ekran görüntüsü alalım ve saklayalım. Şimdi ulaşılabilirlik tahmin edebileceğimin üstünde, ebook arşivimi, sevdiğim tüm yazarların kitaplarını, bulut hesabıma yükledim. Ayrıca sevdiğim şairlerin tüm kitapları çevrimdışı olarak her zaman yanımda. Uzun zamandır ipad’in kalemi sayesinde notlarımı kağıt ortamından dijitale taşıdım. Tüm sevdiğim şiirleri Evernote hesabımda saklıyor ve yanımda taşıyorum. Ama hala bir defterim var, en sevdiklerimi el yazım ile kopyaladığım.

Üniversite yıllarında ise Nazım okumaya başladım. Hala iddia ederim, İstiklal Savaşı’nı en güzel anlatan şiirdir “Kuvayi Milliye Destanı”. Kurt Kurtcebe bu destanı çizgi roman haline getirdi. Bende iki kopyası var. Birincisi üniversitede satın aldığım, ikincisi de imzalı yeni baskısı. Üstat ile konuşurken, bende ilk baskısı da var dediğimde; bana bu baskısında kadın göğsü görünen yeri sansürlediklerini söylemişti burnundan soluyarak.

Daha sonra yolculuk devam etti; Ahmet Telli, Arkadaş Zekai Özger, Ahmet Arif, Can Yücel, Hasan Hüseyin (Sen aşk şiiri yazamazsın Hasan Hüseyin).

Antoloji kitabımdaki birçok şairin kitaplarını sahip olmaya başlamıştım artık. Ankara Dost Kitabevinde şiir kitaplarının olduğu yerde antoloji kitabımda olmayan şairleri de keşfediyordum. Ne güzel bir yerdin sen Dost Kitabevi. Kapandığını duyduğumda çok üzülmüştüm.

1995 yılında Ankara Kitap Festivalinde Can Yücel’e kitap imzalatmıştım. Sıranın bana gelmesini bekledim saatlerce, sıram gelince kitabı uzattım (Bir Siyasilerin Şiirleri). Adımı sordu, sonra “Anıl’a, İyi Bir Bestecinin Adına” diye imzaladı.

Yaş ve dem aldıkça da artık şiir konusunda zevkim daha da netleşti. İkinci Yenilerle tanışınca iş daha da zevkli bir hal aldı. Bu netleşmenin en önemli aktörü ise Edip Cansever’di. Her nekadar İkinci Yeniler denince akla Edip Cansever’le birlikte Turgut Uyar, Cemal Süreya, Ülkü Tamer, Ece Ayhan, İlhan Berk’de geliyorsa ben Edip Cansever’i hep ayrı tuttum.

Çeviri şiire karşı her zaman mesafeli oldum. Bir çeviri şiir, yazan kadar onu çevirenin de duygularını kapsadığını düşündüm hep. Bunun en güzel örneğini Ömer Hayyam çevirilerinden gördüm, Sabahattin Ali çevirisi ile başka bir çeviriyi karşılaştırdığınızda sanki başka şairi okur gibi olursunuz. Ben hala Ömer Hayyam’ı Sabahattin Ali çevirisinden seviyorum.

Başarılı ve farklı çeviri denildiğinde aklıma hep Can Yücel’in Hamlet’ten “to be or not to be” yi, “bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin” şeklinde türkçe söyleyişi gelir.

O kadar iddialı bir şekilde yazıya başladım. Peki benim şiirim var mı? Bu yaşıma gelene kadar defterime not aldığım onlarca şiir var. Hala kendi şiirimi arayışım devam ediyor.

Güvendiğim insanlardan kazık yediğimde aklıma Murathan Mungan’dan “Bilardo Topları” şiiri geliyor hani yazgını başka ıstakaların kaderine bırakan bilardo topları.

Özdemir Asaf’ın “Ağladığımı gör diye ağlamıyorum, ağladığım için ağladığımı görüyorsun” dizelerinden bisiklete binmeme devşirdiğim bir dizem de var.

İnsanlara kızdığımda aklıma Cahit Sıtkı Tarancı’dan “İmkansız Dostluk” şiirinden
“Sen kendi gecende gidersin, ben kendi gecemde;
Vazgeç kardeşim, ayrıdır bindiğimiz gemiler!” dizesi geliyor. Sonra tekrar umutlanmak için Cahit Irgat’ın o şiire cevap olarak yazdığı “Dost” Şiirinden
“İnan Kardeşim İnan
Aynı suda yüzer bindiğimiz gemiler” dizesi geliyor.

Bunun gibi örnekleri çoğaltabilecekken iki şiir farklı yere koyuyorum: Edip Cansever’den Umutsuzlar Parkı Bölüm 3 ve Friedrich Nietzsche’nin “Salome’ye” şiiri.

Hayatımın şiirini buldum diyemem, “başka türlü birşey benim istediğim” fakat “epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; ama anlatamıyorum“.

Şiir konusunda çok sevdiğim bir “caps” var paylaşmak istediğim yazımı bitirmeden. “Annemin Plakları” radyo programında Çetin Erker paylaşmıştı. O da kimin yazdığını bilmiyormuş ama yazan harika yazmış. Ben buna ufak bir ekleme yaptım. İtalik olarak yazan dize benimkisi. Çok şaşırmamışsınızdır.

En zor hesaplaşmaları Turgut Uyar’dan öğrendim.
Memleketi anlamayı Nazım’dan,
Sevda sözlerini Cemal Süreya’dan,
İnançları ve sorgulamayı da Hayyam’dan,
Eski İstanbul hülyalarına dalmayı Orhan Veli’den,
Toprağın kokusunu sevmeyi Ahmet Arif’ten,
Tok sözlülüğü Can Yücel’den,
Deliliği Atilla İlhan’dan,
İmkansız aşkları Ümit Yaşar’dan,
Sevmelerin başlangıçlarını da olsa olsa Edip Cansever’den öğrendim.

Bu yazıyı yazarken Spotify’de Şarkılaşmış Şiirlerden oluşan listeler dinledim, bir yazı da şarkılaşan şiirlere yazmalıyım dedim kendi kendime.

Son söz:  Şiir sahibinin değil ihtiyacı olanındır. Bunu hiç unutmayın.

Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, haftaya görüşmek üzere, Eyvallah…

Bu hafta için:  kitap ve film önerim…

zenvehaiku

Yakın zamanda Haiku konusunda bir merakım oluştu. Haiku’nun ne olduğunu söylemeyeceğim, sizinde merakınız oluşsun. Bu hafta 2 hafta önce bitirdiğim D.T. Suzuki’nin “Zen ve Haiku” adlı kitabı sizinle paylaşıyorum. Yakın zamanda Oruç Aruoba’nın “Ne Ki Hiç”e doğru yelken açacağım. Beklerim.

ilpostino

Tabi ki bu haftanın filmi “Il Postino” Fazla söze bile gerek yok. Seyretmeyenler ne kadar şanslı ilk defa seyredecekleri için. Tek bir dip not: yönetmen ve baş rol oyuncusu Massimo Troisi 1994 yılında öldü yani filmin çekildiği yılda. Çekimler sırasında hasta olan Massimo, ölümü sonrasında, onu onurlandırmak için Oscar Ödüllerinde “En İyi Film” ve “En İyi Erkek Oyuncu” adayları arasında idi. Film “En Özgün Dramatik Skor ” ödülünü aldı. Bu arada 1996’da Oscar töreninde Braveheart, Olağan Şüpheliler, Leaving Las Vegas, Dead Man Walking gibi efsane filmler vardı.

2 Comments
  • Sema Gür
    Posted at 11:45h, 25 Ocak Yanıtla

    “Şiir sahibinin değil ihtiyacı olanındır”herkes için geçerli ne kadar doğru…
    Çok sevdim yazıyı bir jenerasyonun tablosu gibi

  • Sami Duman
    Posted at 15:26h, 25 Ocak Yanıtla

    Şiir Dünyasında . Gökova Bisiklet Turu tadında bir yolculuk yaptırdın. .. Kalemine sağlık.. Çok sağol…

Post A Comment