Çocukluğumun Adası - Anıl Şakrak
16040
post-template-default,single,single-post,postid-16040,single-format-standard,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-title-hidden,qode-theme-ver-9.1.3,wpb-js-composer js-comp-ver-4.11.2.1,vc_responsive

10 May Çocukluğumun Adası

Daha önce yazmıştım Adalı’yım diye, ilkokulu orada bitirdim. Ailem, köklerim hala orada.
Bu hafta bir anda aklıma geldi çocukluğum ve gençliğimin Kuşadası. Onu yazmak istedim bu hafta.
Coşkun Sabah adaya yazdığı şarkı ile başlayalım yazıya;

Ne zaman aşk arasam
İçimde bir ümit var
Ne zaman sevdalansam
Aklımda hep bir yer var
Kuşadası gönlümde
Var macerası
Kuşadası gönlümde
Aşkımın hatırası

Yılancı Burnu’nda Efes’e bağlı olarak kurulan İonların Neopolis şehridir Kuşadası’nın bilinen ilk tarihi. Sonrasında Pilav Tepe eteklerinde Andız Kulesi denilen yerde de bir yerleşimi olmuştur. Ulaşım güçlüklerinden dolayı bugünkü yerine Yeni İskele (Scala Nouva) adı ile kurulmuştur. Lelegler’e, Aioller’e ve Ion’lara ev sahipliği yapmıştır. Lidyalıların, Perslerin hâkimiyeti sonrasında Büyük İskender’in Anadolu’yu ele geçirmesi ile Helenistik Çağı yaşamış. Roma ve Selçukluların ardından Bizans’ta hüküm sürmüş topraklarda. Anadolu Beylikleri döneminde önce Menteşoğulları sonra Osmanlı egemenliğine girmiş. Bir dönem Aydınoğlulları’nın egemenliğine geçmiş olsa da 1425 yılında Osmanlılar bölgeyi tamamıyla ele geçirmişlerdir. 1919-1921 yılları arasında İtalya’nın, onların çekilmesi ile Yunan işgaline girmiş ve 7 Eylül 1922’de düşman işgalinden kurtulmuştur. İsmini veren Güvercin Ada (Küçükada) Kalesi 1843 yılında Bizanslılar tarafından yapılmıştır. Kuşadası Belediyesinin web sitesinden alıntı yaptığım kısa Kuşadası tarihi böyle.

Malum bu aralar şehirlerarası seyahat kısıtlaması var, ailemi bile görmeye gidemiyorum. En son 2 Şubat’da Kuşadası’ndaydım. Allahtan gerek annem gerekse de babam yaşlarına göre (kafaları genç) internet ve teknoloji ile haşır neşirler, bu nedenle ailecek “Family Party” üzerinden konuşabiliyoruz.
Yasaklar bittikten sonra da onları riske atmayacak şekilde tedbirlerimi alarak gitmeyi planlıyorum.
Uzun zamandır sadece onlar için gidiyorum adaya çünkü artık beni adaya bağlayan şeyler öyle azaldı ki.

Ben Dağ mahallesi Liman Sokak doğumluyum. Limanın hemen orada Grand Baazar’ın sonunda 3 katlı bir evde doğmuşum. Uzun yıllar orada Babaannemler oturduğumuzu hatırlıyorum. Anaannemler de Stella otelin orada Bezirgan Sokakta otururlardı ve 99 merdivenli bir yokuştan çıkardık oraya.
İlk oturduğumuz evde sarılık geçirdiğimi hatırlıyorum. Daha okula başlamamıştım ve bir sürü çizgi roman alınmıştı bana evde yatarken resimlerine bakayım diye. Sonra da hepsini yaktık demişlerdi.

Daha sonra Türkmen mahallesine taşındık. İstiklal Caddesindeki Saray apartmanında oturmaya başladık. Futbol maçlarını evin balkonundan seyredebiliyorduk. O evden hatırladığım, biraz alengirli bir evdi, kapılar kendiliğinde açılır kapanırdı ya da bana öyle geliyordu. “Futbol sahasın eski mezarlıkmış, bu nedenle buralarda biraz in cin olur” şeklinde hikayeleri birbirimize anlatırdık.
Bir gece, başımızda büyük olarak Uğurlar ile sinemaya giderken kestirme olsun diye gece futbol sahasından geçmiştik. Tariş tarafındaki kalenin arkasında beyazlar içinde sakallı bir dede gördüğümü sanmıştım. Yıllar sonra kız kardeşimle konuşunca onunda gördüğünü ve korkudan kimseye söyleyemediğini paylaştı benimle. Gerçekten gördük mü yoksa Doğan Sinemasında Stephen King’in Sis filmine gidiyoruz diye psikolojimiz bize oyun mu oynadı, orasını bilmiyorum.

Saray apartmanından oraya yakın olan aynı cadde üzerinde Yalçındağ sitesine taşındık ve ben üniversiteye gidene kadar da Annemler düzenli orada oturdular. Şimdi Gençlik Caddesi diye bilinen yerde cadde falan yoktu. Hatta değil yol bizim siteden bitimindeki incir ağacından sonra hiçbir şey yoktu. Oradan boş araziler ve papatya tarlasından geçerek maceralı bir yolculuk sonrasında Gürbüz Sitesine ulaşabilirdik.

Sokakta büyüyen bir çocuktum. Yağmur sonrası zemin uygun olduğunda çivi ya da çelik çomak oynardır o olmayan yolda. Zemin uygun ise de zincibir oynardık. Zincibir oyununu bilye ya da meşe olarak da bilebilirsiniz. Almanya’dan gelenler olursa bize kemik (10 Zincibir eder) ya da Balyoz (büyük olan) getirdiklerinde havamızdan geçilmezdi. Oyuna başlamadan önceki son kim olacak tartışmaları da efsane olurdu. Bu konuda Cengiz en iyimizdi. Gazoz kapak oynamak için ise düzgün bir zemin ve mermer taş parçasına ihtiyaç olurdu. Hiç unutman annem koca bir torba biriktirdiğim gazoz kapağını ben eve bu çöpleri almam diye atmıştı.

Cengiz’i öyle bir satırla geçiştirmek olmaz tabi ki; Amcaoğlunun süt kardeşi, annesi babaannemin en yakın arkadaşı ve süper zeka bir arkadaşımızdı. Değil Türkçe’yi İngilizce ve Fransızcayı bile tersten konuşabilirdi.

Sabah kahvaltıdan sonra çıkılır evden ve akşam karanlık olana kadar dışarıda geçirilirdi. Bazen annelerin balkondan avaz avaz bağırması ile erken de sonlandırılırdı. Şener’in bundan yararlanarak yaptığı bir şakayı hiç unutamam. Futbol sahasına annemin sesi gelmezdi ve Şener annemin beni çağırdığını söylerek beni eve koşturttu. Alarm yanlıştı ama eve gelince tekrar dışarı çıkamadım. Ah Şener ah hala unutmadım bu yaptığını.

Basketbol daha o kadar gelişmediği için gerek futbol sahası gerekse de Kaya Aldoğan Lisesinin basketbol sahası bizim futbol alanımızdı. Çok kavga ettik basketbol oynayacakları oraya almamak için. Bir de Türkmen’in sonunda Taban Tarla vardı, oraya da deplasmana giderdik. Hatta Kulüp binası bile inşa etmiştik.

Marangozda yaptırdığımız tahta kılıç ve kamalar, zeytin dalı ile yapılmış yaylarımız ve ucuna gazoz kapağı kıvrılmış ortası delik sert otlardan yapılmış oklarımız ile mahalle kavgalarına giderdik. Hatta o yeşil patlayan otlardan suyu bombalar bile yapardık. Bisikletlerde demir atlarımızdı. Yokuş aşağı inerken elleri bırakır yere koyduğumuz şişelere ok atardık. Eniştem sıkı bir avcı olduğu için sünnet hediyesi olarak bizlere havalı tabanca hediye etmişti. Ben bisikletin maşasına tüfeğimi koyabileceğim bir kabza yapmıştım. Yokuş aşağı inerken ellerimi bırakır tüfeğimi alır ve hedefe saçma atardım.

Akşamları çıkmamıza izin verildiğinde ise Türkmenin bir arabanın zor geçtiği sokaklarına girer, yaz ise açık pencereden televizyona tüftüf, kış ise de bacanın içinden düğün bombası ve kızkaçıran atar ve  kaçardık. Ama ne kaçardık.

Bu tür bilimum ıvır zıvırı alabileceğimiz tek yer vardı; Halit Bulgur’un Binbir Gıda Pazarı. Özellikle bayram harçlıklarını alınca bütün parayı kızkaçıran, mantar, füze ve düğün bombasına yatırırdık. Yine bir bayram günü, Mert ve Mustafa ile terasta böyle bir alışverişten sonrası oynamak için toplandı. Yanlış hatırlamıyorsam Mustafa’nın yakıp koyduğu füze rüzgardan yana yatıp bütün nevalenin olduğu kutunun içine düşmüştü. Yere yatıp bir süre kalkmamıştık çünkü sanki bir çatışmadaymış gibi kafamızın üstünden füzeler kız kaçıranlar geçiyordu vızır vızır.

Mantar ile yapılan en güzel şaka yola içine taş konularak döşenmesi ve arabaların oradan geçince gürültüden durması dışarı çıkıp sesin nereden geldiğini ya da lastiklerinin patlayıp patlamadığını kontrol etmelerini kuytu bir yerden seyretmekti.

Fırlamalıkta en üst seviye ise neredeyse ben dahil her tanıdığımın sünnet mekanı olan Kuştur’da yapılan bir etkinlik vardı. Burada detayını vermeyeceğim kötü örnek olurum. Bilenler bilmeyenlere anlatır artık.

Okulum, Mahmut Esat Bozkurt ilkokulu sahilde idi. Okula yürürek giderdik. Dönüşte ise fayton’a kaçak binerek dönerdik. Mert’le beraber macera olsun diye arada “boklu derenin” oradan geçerdik. Hasta olduğumda Ersen ödevleri eve servis ederdi (ne gerek vardı ki).
Muto 4.Sınıfta geldi bize babası Efsane Altınordulu Muhterem Hoca Kuşadası Spor’un başına geçince. Atınç ise kız kardeşim Aslı ile aynı sınıfta idi. Cenk’de Mert ile bir alt sınıfta idi. Şu an fanatik Beşiktaşlı olan Cenk bir dönem Cengiz’in baskıları ile Galatasaraylı olmuştu.

Pasta Bülent, babasının pastanesi olduğundan bu lakap ile anılırdı. O da bana korsan derdi. Pepe Sinan Gürbüz’de otururdu. Bir de Pepe Ufuk vardı. Hüseyin Ilık kan kardeşimdi, Tom Sawyer’i okuyunca ben Tom olmaya karar verdim onu da Huckberryfinn ilan etmiştim kafamda. Tabi ki bir Becky’de vardı, yaz tatilerinde evlerinin sokağında bir aşağı bir yukarı bisiklet ile volta attığım.

Video kaset günleri başladığında Stüdyo AC ve Stüdyo Kale çok önemli olmuştu bizim için. Cuma günü okul çıkışı bir sürü karate filmi alır, seyreder ve kızkardeşim üzerinde uygulardım. Sonra Annem video kaset kiralamalarıma sansür getirdi.

Delikanlıkla beraber gece hayatına da geçiş yaptım tabi ki; önce barlar sokağı açıldı Kuşadasında. Sonra Kaleiçindeki evler birer birer bar olmaya başladı. Step’de Kudusi çıkar ve Agora Meyhanesini söylerdi. Green’de Funda vardı. Another ve She ise daha çok DJ çalardı.
Heaven’ın ise ayrı bir anlamı vardı benim için; tüm adalılar gece en azından bir kere Heaven’a uğrardı. Gün içerisinde farklı yerlerde çalışan tüm arkadaşlarımı görebilirdim.
Heaven benim için ayrıca Saim ve Atınç demekti. Girişte sunak gibi bir yerde ayakta dururduk genelde. Bazı günlerde Saim’in yanına çıkar film seyrederdim. Sonuçta ben oraya müzik dinlemeye veya dağıtmaya gitmiyordum. Dostlarımı görmeye gidiyordum.
Önce Saim gitti bir serseri kurşunla sonra Atınç gitti acelesi varmış gibi.

Barlar Sokağı öncesinde Capello vardı unutulmaması gereken. Her ne kadar yaş tutmasa da Ali Rıza abiler bizim girmemize müsaade ederlerdi. Saat 3de “Because I Love You” başlayana kadar dans edecek partner bulamazsak pistte tek başına dans ederdik sap sap. 2. Şarkı genellikle Kingston Town olurdu.
Tatil günlerinde gündüz plajına gidip Türkiye’nin ilk su kaykayında deli deli atlamalar yapardık.
Kaleiçinin son dönemlerinde Temple açıldı ama Temple’da çok anım olmadı. Club 33 ise bizden daha çok babamların zamanından çok ünlüydü. Yaşımın tutmadığı için hiç girmediğim ama adını unutmadığım Cotton Club vardı daha Kaleiçi barlarında arkadaşlarım yaşarken.
Gazibeğendi ‘yi unutmamak lazım tabi ki, en güzel geceler Gazibeğendi’den Adayı seyrederken içilne ilk bira ile güzelleşirdi.

Adalı olduğum için Kuşar, Aykuştur gibi Siteler bölgesi bana hep uzaktı her ne kadar orada çok anılarım da olsa. Sonuçta bizim için deniz demek Küçükada idi. Gerçi tüm Kuşadası orada olurdu. Sanki bizi tanımıyorlarmış ya da girişte para alıyorlarmış gibi Efe otelin önünden denize girer küçükadaya kadar yüzer, plaja kaçak girerdik. Orada biraz soluklandıktan sonra tekrar denize atlar bazen efe otelin oradan bazen de gemi yoksa limana kadar yüzer. Limana çıkar bekçiler gelene kadar atlar. Oradan da 3. Plaja kadar yüzerdik.
Kuştur’a ya da Ömer tatil köyüne aile ile gidilirdi. Ayrıca en az yılda bir kere Kalamakiye pikniğe gidilirdi. Buz gibi suya girilir. Akşamüstü domuzlar plaja indikten sonra geri dönülürdü. Cenk sayesinde Fransız Tatil Köyüne kaçak girdiğimizde ise bayram olurdu bizim için. Okçuluk, kano ve gerçek BMXler, bir de BMX ler ile patika yollardan çıplaklar kampının üstlerine gidip oradan plaja bakmak o uzak mesafeden ne görebilirsek.
Daha bahsedemediğim onca şey var ki : Tuki, Çorbacı Bahadır…

Yaş aldıkça yazları yabancı dil gelişsin ve de haytalık azalsın diye çıraklık dönemleri başladı. Orta-2 yazında, yengemin kardeşi Adnan Amcanın Edi’s Barında amcaoğlu Şefik ile çalışmaya başladık. Saat 2330 kadar çalışıyorduk, Barmen Saldıray Abiden kokteyl yapmayı öğreniyor ve kaçak olarak Shaker’in dibinde kalanları tadarak damak tadımı geliştiriyordum. Ama tabi çocuğuz daha fırlamalık diz boyu. Adnan Abi maaş gününden önce kovaladı bizi. Hala takılırım ona maaş vermemek için kovdun demi bizi diye.
Sonraki yaz ise Kuştur Tatil köyünde resepsiyonda çalıştım. Kuştur’un en şaşalı dönemi, içerde para geçmiyor boncuk ile alışveriş yapılıyor, havuz var, animasyon var ve yaşıtım onlarca Fransızca konuşan var. Otelin müdürü babamın arkadaşı Rahmetli Erdal Amca bir akşam hışımla resepsiyona geldi, tabi önce parfümünün kokusu geldi (Fahrenheit) . Herkes gibi bende hazır ola geçtim. Sonuçta o anda Erdal Bey idi. SSK sistemine girişim Kuştur’dur.

Üniversite 2’nin bitimine kadar yazları çalışmaya devam ettim; Derici ve Kuyumcu’da tezgahtarlık. Daha sonraki yıllarda mesleki stajlarımı hakkını vererek uzun yaptığım için yazları çalışma fırsatım olmadı.

Bunları yazarken aslında Kuşadası’nı ne kadar sevdiğimi anladım. Ama maalesef bu anlatıklarım artık yok yeni Kuşadası’nda. Turizmin ilk neferi, tıpkı diğer Turistik Kasabalar gibi göç aldı, şehirleşti o büyüsünü kaybetti.

Tabi ki ben Kuşadasından kopamam, sonuçta ata toprağım. Ama ne bileyim annemi babamı ziyaret etmek dışında artık beni çeken bir şey kalmadı.

Dedim ya önce Saim’i kaybettik serseri kurşunu ile. İnanamamıştım ilk duyduğumda. Kimseye yakışmadığı gibi ona da yakışmamıştı ölüm.
Ama sonra Atınç gitti. İşte o zaman benim de Adaya dair özlemimin bir parçası gitti. Sonuçta yıllardır adaya geldiğimde, çarşıya iner Atınca uğrardım. Oradan Ersen’i arardık ve Ferah restorana gider, güneşi uğurlardık. Muto adada ise koşar gelirdi. Hatta orada otururken geçen gelir masaya oturur sohbete renk katardı. Babam anlardı eğer Atınçla buluştuysam akşam yemeğe gelmezdim. Hatta mesaj atardı, anahtarı çektim, her zamanki yere koydum diye.

O sabah babam aradığında ve Atınç’ı kaybettik dediğinde nasıl kaybettiniz demiştim. Sonra Ersen’i aramış ve sadece telefonda ağlamıştık. Üniversite yıllarında Ankara’da bile beraberdik, aylarca konuşmasak bile ilk konuşmamızda nerede kalmıştık derdik. Cuma günü de bana mesaj atıp takılmıştı yine.
Cenazesi sonrası Ali Baba’ya gittik ve masaya masa ekledik tıpkı eskiden onunla otururken Ferah Restoranda olduğu gibi, herkes bütün çocukluğum oradaydı. Şimdi Adaya gittiğimde şehre hiç inmek istemiyorum. Ne bileyim içimden gelmiyor. Babamla bahçede oturuyoruz, bir kadeh koyuyoruz. Ben ilk kadehi ona içiyorum. Sonuçta daha babamların oturduğu eve daha taşınmamışken çok içmiştik orada beraber Atınç ve Muto ile.

b17 (14)

İşte benim çocukluğumun adası, yazıyı ilk yazmaya başladığımda 10 sayfa oldu. Unuttuğumu sandığım birçok anıyı tekrar yaşadım. Kısaltarak buraya koydum. Çok iyi geldi bana bu yazdıklarım.
Önemli not, Kuşadası’nın tarihi konusunda çok güzel bir dergi var: Kuşadası Yerel Tarih. Babam ve amcam da yazıyorlar dergide. İnternette eski sayıları da bulunuyor. Ben şanslıyım Babam her yeni sayı çıktığında getiriyor.
Bence takip edin, çok keyifli bir dergi. Hatta Kuşadasında yaşayanların desteklemesi lazım. Sonuçta yazılmadığımı unutulur tarih. Tarihi olmayanların geleceği de olmaz.

Yazımı bitirmeden önce bu haftanın kitap ve film önerisini de paylaşalım…

Bu haftanın filmi 1957 yapımı 12 Kızgın Adam. Henry Fonda’nın efsane oyunculuğu ile tekrar tekrar seyrettiğim bir Liderlik Filmidir.
Henry Fonda’nın 11 kişiye karşı sorularla nasıl diğer jüri üyelerini düşünmeye sevk ettiğini ve nasıl çatışmayı yönettiğini seyretmek hatta tekrar seyretmek paha biçilmez.

cuma ya da pasifik arafı

Herkes Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe kitabını bilir. Ben biraz şanslıyım, lisede bu kitabın Cuma tarafından yazılmış halini okuma şansım oldu. Yazar Michel Tournier Robinson’un Cumalaşmasını anlatmıştı diye hatırlıyorum. Yıllar sonra aklıma geldi. Bir daha okumak lazım.
Kitap ile ilgili araştırma yaparsanız bu metne ulaşabilirsiniz: “Yazdığı bu ilk romanda ise Batı modernliğinin “girişimci birey” kültünü, “vahşileri ve doğayı uygarlaştıran beyaz adam” imgesini, “üretim, tüketim” tapınmasını ve “zaman, düzen, disiplin” kaygısını en özlü biçimde ifade eden Robinson mitini paramparça ederek, heyecan verici bir doğa/düşünce sentezini muştulayan çok farklı bir mitoloji inşa ediyor.”
Konu biraz güncel diye düşündüm.

Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, haftaya görüşmek üzere, Eyvallah…

3 Comments
  • Ufuk Özun
    Posted at 21:39h, 10 Mayıs Yanıtla

    Çok güzel yazı kardeşim Adanın en güzel zamanlarını yaşadım tekrardan.Aramızdan erken ayrılanlara rahmet diğer arkadaşlarımıza da selamlar. Pepe ufuk

    • anilsakrak
      Posted at 08:25h, 11 Mayıs Yanıtla

      Eyvallah Ufuk, tahmin edersin daha vardı çok yazacak ama onlarda bizlere kalsın…

  • Salih Akbaba
    Posted at 10:49h, 11 Mayıs Yanıtla

    Sayenizde ada yı tanıma fırsatını yakaladım .

Post A Comment