Ubor-Metenga - Anıl Şakrak Çıkmazı
16946
post-template-default,single,single-post,postid-16946,single-format-standard,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-title-hidden,qode-theme-ver-9.1.3,wpb-js-composer js-comp-ver-4.11.2.1,vc_responsive

12 Mar Ubor-Metenga

Beklenenin Gölgesinde Titreyen Korku

Şu an yalnızım. Bilinmezliğin eşiğinde, bir kapının önünde, çektiğim koltuğa büzüşmüş halde bekliyorum. Kaç saat, kaç gün, belki de kaç ömür geçti bilmiyorum. Zaman burada farklı işliyor, ya da belki hiç işlemiyor.

Kapının ardında ne olduğunu merak ediyorum, ama açmaya cesaret edemiyorum.

Ya beklediğim şey beni beklemiyorsa?

Ya korktuğum şey aslında içimdeyse?

Fısıltılar… Zihnimde dolaşan, anlamını bilmediğim kelimeler… Kendi içimde yankılanan bir ses mi, yoksa kapının ardındaki bilinmezlik mi bana sesleniyor? Henüz buradayım, henüz yalnızım ama içimde bir gölge hissediyorum, bir varlık… ya da sadece bir düşüncenin, bir korkunun yankısı…
Belki de asıl korku, beklemekten doğuyor. Ve o an, karanlığın içinden süzülen bir fısıltı gibi, Ayna Adam beliriyor.

— Sen de mi buradasın?

— Elbette. Zaten hep buradaydım.

— Ne yapacağız?

— Karar senin. Kapıyı açacak mısın?

— Ya ardında beni bekleyen bir felaket varsa?

— Ya ardında sadece boşluk varsa?

Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” hikâyesindeki adam gibi, biz de bilinmezliğin koyu sisinde kaybolmuş durumdayız. O, kapısının ardındaki korkudan kaçarken aslında korkunun tam göğsünde soluk alıyordu. Tıpkı bizim gibi. Korku, bazen dört duvarın arasında değil, zihnimizin karanlık dehlizlerinde yankılanan fısıltılardan doğar. Bir gölge gibi süzülür içimize, önce ayaklarımızı bağlar, sonra dilimizi mühürler. Ve belki de en korkuncu, içimizde büyüyen bu sessizliktir.

Dışarıda yağmur başlamış. Sokağın ıssızlığı, gökyüzünün gri sessizliğiyle birleşiyor. Belki de bu sessizlik, kapının ardındaki şey kadar korkutucu. Oysa içimizde fırtınalar kopuyor. İnsan zihni bazen gerçeklikten daha karmaşıktır. Bir labirent gibi kıvrılır, her köşesinde yeni bir çıkmaz saklar. Düşünceler, bir nehir gibi akması gerekirken, bazen girdaplarda sıkışır ve olduğu yerde döner durur.

İçimizdeki karanlık, dış dünyanın belirsizliğinden daha derindir; çünkü dışarıdaki bilinmezliği görebiliriz, ama içimizde dolaşan gölgeler her zaman görünmezdir. Kendi zihnimizde yankılanan fısıltılar, bazen en karanlık gece kadar sonsuz ve dipsizdir.

— Ama ya mektup?

— Mektup diye bir şey yok. Bunu sen de biliyorsun.

— Peki ya gerçekten varsa?

— O zaman aç ve gerçeği öğren. Ama unutma, bazen bilmemek, bilmekten daha güvenlidir.

Mektup… Gerçek miydi, yoksa sadece bir yanılsama mı?

Hepimizin hayatında bir mektup var; açmaya cesaret edemediğimiz, içinde ne yazdığını öğrenmeye korktuğumuz bir mektup. Bazen bilinmezliğin içinde kalmak, gerçeğin ağırlığını taşımaktan daha kolaydır. Çünkü gerçeği öğrendiğinde, onu değiştirme şansın ortadan kalkar.

Beklemek… Beklemek bazen bir tercih, bazen de bir zorunluluktur. Peki insan gerçekten neyi bekler? Kendi korkularıyla yüzleşmeye cesareti olana kadar mı? Yoksa belki de korkunun, kaçınılmaz olduğunu anlayana kadar?

— O halde ne yapacağız?

— Korkuyu beklemeye devam mı edeceksin, yoksa kapıyı açıp onunla yüzleşecek misin?

Büzüşerek sindiğim koltuktan bir anlığına sıyrıldım. Bir gölge gibi usulca yükseldim, ayaklarım titrek ama kararlıydı. Sessizlik içinde kapının eşiğine yürüdüm. Günlerdir orada öylece duran, zamanın ve belki de korkunun ağırlığı altında ezilmiş mektuba uzandım. Parmaklarım kağıdın üzerinde tereddütle gezindi, sanki harfler derimden içeri sızıp ruhuma dokunacakmış gibi. Derin bir nefes aldım, sonra mektubu açtım. İçinde şu kelimeler yazılıydı:

Morde ratesden,
Esur tinda serg! Teslarom portog tis ugor anleter, fer to tagan ugotahenc metoy-doscent zist. Norgunk!
UBOR-METENGA.

Bilinmez harfler, rastgele sıralanmış kelimeler… Sanki kağıdın üzerine değil de zihnin en karanlık köşelerine kazınmış bir şifre gibi. Bir anlam var mıydı, yoksa anlam arayan biz miydik? Ubor-Metenga… Belki de yalnızca bir yanılsama, belki de gerçeğin, insan aklına oynadığı ince bir oyun. Harfler, gözlerimizin önünde titreşiyor, kimi zaman kayboluyor, kimi zaman keskinleşiyor. Kağıt, gölgelerle dalgalanıyor.

Belki de korkunun en güçlü yanı, var olup olmadığına bizim karar vermemizdir. Çünkü bir kez ona bir isim verdiğimizde, o artık içimizde yaşamaya başlar.

Ayna Adam gülümseyerek ekler:

“Tavşan korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar. Belki de korku, hareketin durduğu yerde büyür. Tıpkı rüzgârsız bir denizde kabaran dalgalar gibi, içimizde şekilsiz ama devasa bir kütleye dönüşür. Kim bilir, belki de biz cesaret etmediğimiz için değil, cesaret etmeyi unuttuğumuz için korkarız. Unutulan her adım, atılmayan her karar, korkunun gölgesinde kaybolur. Ve belki de en büyük yanılgımız, korkunun peşimizden geldiğini sanmamızdır. Oysa biz durduğumuzda, o büyür ve önümüzde yükselir.”

Dışarıdan bir ses duyuluyor. Belki de yağmur damlalarının penceredeki yankısıdır. Belki de postacı kapıyı çalmıştır. Titreyen ellerimle mektubu sıkıca kavradım. Gözlerim, harfler arasında bir anlam arıyordu ama bulamıyordum. Belki de anlam, sadece benim korkumla var oluyordu. Belki de ben ona bir anlam yükledikçe, o büyüyor, şekilleniyor ve kaçınılmaz hale geliyordu.

Zaman geçiyor. Bekleyiş devam ediyor. Kapı açılmıyor.

Belki de asıl gerçek, hiçbir zaman öğrenilmeyecek.

Bir kapı, bir mektup, bir adam ve onun korkusu…

Hepimizin hikâyesi bu.

Ama korku nedir gerçekten? İçimize işleyen, bizi olduğumuz yerde çivileyen bir zincir mi, yoksa aslında hiç var olmayan bir hayal mi?

Beklemek, bir sonu olmayan yolları yürümek gibidir bazen; ileriye adım atamazsın ama geri dönmek de artık mümkün değildir.

Belki de insan en çok, neyin daha ağır olduğunu bilmediğinde yorulur: Adım atmak mı, yoksa sonsuz bir bekleyişin içinde kaybolmak mı?

Kapının ardında bir şey var mı, yok mu? Belki de hiç önemli değil. Asıl mesele, bizim o kapının ardına ne koyduğumuzdur. Kendi zihnimizde yarattığımız gölgeler, gerçeklikten daha ağır değil mi zaten? Ve belki de en büyük tuzak, korkunun bizden bir adım önde değil, tam içimizde olmasıdır.

Unutma: Beklemek, bazen korkunun kendisinden daha ağırdır. Ama bazen de beklemek, korkunun kendisi olur.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” Hikayesi düştü aklıma sonra yolculuk beni buraya getirdi. İlk buluşmamız değildi (Tutunamayanlar 2.0 )son da olmayacak.

 

No Comments

Post A Comment