Düşünceler arşivleri - Anıl Şakrak Çıkmazı
145
archive,tag,tag-dusunceler,tag-145,wp-theme-bridge,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-title-hidden,qode-theme-ver-9.1.3,wpb-js-composer js-comp-ver-4.11.2.1,vc_responsive

17 May Bas Gibiyim : – Varlığı Duyulmayanların Sessiz Senfonisi

Bas gibiyim, varlığım anlaşılmıyor olabilir ama yokluğum anında hissedilir.

Aslında bu yazı yoktu aklımda, ama İbrahim Maalouf konserinde bas gitarın tınıları arasında bu cümle çıktı ağzımdan ve de paylaşmaya hazır yazımı demlenmeye bıraktırıp sahne aldı.  Bir an sustu tüm ezgiler, Sanki salonun kalbi durdu. İçimde bir nota titreşti — görülmeyen ama hissedilen, İşte o anda yazı kendini yazmaya karar verdi.

Her şeyin başladığı yer bu cümle. Bir enstrümanın sesi gibi hayatta bazı insanlar da, kendilerini fazla belli etmeden var olur. Sessizdirler. Gölgede kalmayı seçmezler ama ışık da onların üstüne düşmez nedense. Ortalık gürültülüyken fark edilmezler.
Ama bir gün, içlerinden çekiliverirler hayatın orkestralarından — o zaman başlar tınısızlık, eksiklik ve bir şeylerin yerli yerinde olmaması.

Ayna Adam, düşüncelerin loş bir köşesinden bana bakıyor:

Birinin yokluğuyla tamamlanıyorsa bir sessizlik, o kişi aslında en yüksek sesti.

Sonra sustu. Çünkü bazı cümlelerin ardından sadece susulur.

***

Bas…
Müziğin en derin sesi.Duyulmaktan çok hissedilir.
Göğsümüzde yankılanır.
Ayakta tutar melodiyi ama kimse ona teşekkür etmez.
Sadece bir gün sustuğunda, herkes eksikliği fark eder.
Tıpkı bir dost gibi… bir baba gibi… bir anne sessizliği gibi… ya da sadece hep orada olan bir ‘sen’ gibi.

Varlığın anlaşılmıyor belki. Çünkü insanın alıştığı şeyi fark etmesi zordur.
Gün doğar ve insanlar güneşi selamlamadan başlar günlerine.
Oysa güneş olmasa, dünya donar.
Sen de öylesin.
Sen, donmamış bir hayatın sıcaklığını içten içe taşıyan bir varlıksın.

***

Hayat, çoğu zaman yüksek seslilere sahne açar. Ama gerçek derinlik hep dip seslerdedir.
Şairin dediği gibi:

“Bir ses ki, suskunluktan geliyor.”

Bazen insanların en güçlü yönü, varlıklarını sessizlikle sürdürmeleridir.
Göz önünde olmamak, görünmez olmakla karıştırılır.
Ama görünmezlik bir lanet değildir her zaman. Bazen bir lütuftur.
Çünkü sen sustuğunda, dünya susmayı öğrenir.
Sen gittiğinde, insanlar konuşmayı bırakır.
Ve işte tam o anda, varlığın bütün ihtişamıyla yankılanır.

***

Ayna Adam tekrar beliriyor, sesi bu kez neredeyse bir fısıltı:

Sen kendini müziğin dışı sanıyorsun, oysa herkes senin ritminde dans ediyor.

Ve şimdi sana soruyorum:
Hiç düşündün mü, birinin eksikliğiyle tamamlanan şey ne kadar gerçek, ne kadar kalıcıdır?
Belki de mesele, duyulmak değil.
Hissedilmek.

Bazı insanlar tıpkı bas gibidir.
Varlığı gürültüde kaybolur.
Ama bir gün sustuğunda, herkesin içi titrer.

Çünkü en güçlü sesler, hep en derinlerden gelir.

 

Möhim Not 1:
Bunları yazarken, sadece benim iç ritmimde duyulabilen bir frekansta, Gürol Ağırbaş’ın “Bas Şarkılar” albümünden “O Ya Na Ne” çalıyordu.
Sanki satır aralarına süzülen bir gölgeydi müzik, Ne kulağıma değdi ne de dış dünyaya sızdı,
Ama içimde – en derinde – yankılandı usulca, Her kelimeye bir bas darbesi gibi eşlik ederek.

Möhim Not 2: Möhim kelimesinin bendeki isim babası Can Kardeşim Murat ; seninde yaş değiştirme törenin kutlu olsun.

Read More

15 May Mutlu musun?

Bir soru, bir yankı, belki de bir iç hesaplaşma.

Bir sabah sorusu bu.

Belki de gece üç.
Belki yeni uyanmışsın, ya da uykunun tam orta yerinde sormuş biri:

“Mutlu musun?”

Ayna Adam başını kaldırdı, pencerenin dışında devrilen gölgeleri izledi.

“Mutlu muyuz?” diye düzeltti.

Çünkü kimse kendi başına mutluluğu taşıyamaz. Taşısa da eksik olur.
Hani bazen gülersin, ama o gülüşte kimse yoktur ya…
İşte o.

Mutluluğun Kadraj Dışı Hâli

Mutluluk, çoğu zaman bir fotoğrafın arka planında unuttuğumuz kişi gibidir.
Kadrajın dışında kalmış, ama tüm duyguyu taşıyan.

Ya da bir şarkının içinde sadece bir nota.
Eksilirse, bütün melodi dağılır.

Çocukken mutluluk daha kolaydı.
Bir taş bulurduk, düzse sektirirdik denize, yuvarlaksa cebe atardık.

Mutluyduk.
Çünkü her şey oyundu.
Şimdi büyüdük, ama oynayamıyoruz.

Soğuyan Kahveler, Gönderilmeyen Mesajlar

Kahveler soğuyor bazen.
Bir mesaj yazılıyor, ama gönderilmiyor.
Bir cümle geliyor akla, ama söylenmiyor.

Ve her biri, bir küçük ihtimalin yasını tutuyor içimizde.

Belki de mutluluk”, dedi Ayna Adam,

yaşanmamış ihtimalleri affetmektir.”

Olmadı, olmadı, olmadı…
Ama bak, buradayız.

Zamanın Taşıdığı Yükler

Zaman geçiyor.
Ve her geçen zaman, insanın sırtına yeni bir anlam çuvalı yüklüyor.

“Başarmalısın.”
“Yetmelisin.”
“O mutlu, sen neden değilsin?”

Kendi omzuna kendi yükünü koyuyorsun.
Sonra bir gün bir rüzgar çıkıyor, hepsi uçuyor.
Ve sen kalıyorsun, olduğu gibi:
Eksik, ama gerçek.

Mutluluğun Gerçek Biçimi

Mutlu musun?
Cevap belki bir kelime değil, bir duruş.
Bir sesin titremesi.
Bir elin uzanması.
Bir sessizlikte kaybolmama çabası.
Belki de mutluluk, bir gülüşün içinde kaybolmaktır.
Ya da biri “Nasılsın?” dediğinde, yalan söylememek.
Bazen sadece devam edebilmektir, gün doğmadan.

Ne Üzerine, Ne De Üzerine Değil

Mutluluk neyin üzerine olduğu kadar,
neyin üzerine olmadığıyla da şekillenir.
O, bir sonucun meyvesi değildir.
Bir eylemin ardından gelen madalya değil.
Çoğu zaman, hiçbir şey başarmamış olmanın bile kendince bir değer taşıdığı yerlerde ortaya çıkar.
Yorgun olduğunda durabilmektir.
Güçlü görünmek zorunda kalmadığın bir omuza yaslanabilmektir.
Ve evet, hiçbir yere varmadan yürüyebilmektir bazen…
Varmanın değil, yolda olmanın farkındalığıyla.

Eksik Kalmaya Rağmen…

Mutluluk şunun üzerine değildir:
Eksiksiz olma arayışı.
Çünkü eksik kalacağız.
Her zaman bir yerlerde bir “keşke” asılı kalacak.
Bir söz geç söylenecek, bir kapı zamanında çalınamayacak.
Ama belki de mutluluk, eksikleriyle kabul ettiğin bir sen’dir.
Mutluluk başkalarının gözüyle baktığında silikleşir.
Kendi gözünden bakmayı hatırladığında netleşir.
O yüzden, gülüşün samimiyse…
Sessizliğin huzursa…
Ve içinde durup şöyle diyebiliyorsan:

Bugünlük tamam,

işte oradadır.

Ve Sonunda: Küçük Bir Tebessüm, Küçük Bir Soru

Her şeyin yolunda olması gerekmez.
Bazen sadece nefes almak yeter.
Ve bazı sabahlar sadece uyanmak bir mucizedir.
Belki de mutluluk, bir fincan çayın buharında saklıdır hâlâ.
Sen en son ne zaman kokladın buharını, hiç fark ettin mi?

Yani…

Bugün sırf kendin olduğun için gülümsedin mi hiç?

Read More

10 May Yarının Düne Unutmayı Öğrettiği Bir Gün

(ve Ayna Adam’la yürüyen ikinci bir zihin)

9 Mayıs akşamı yaşadıklarım beni ertesi sabah, daha önce yazdığım o yazıya götürdü.
Bir bağlantının izini sürer gibi, zihnimin tozlu raflarından bir cümle yükseldi:
ve sabah, tarayıcıda açık unutulmuş eski bir sekme gibi karşıma çıktı:

“Yarının düne ihtiyacı var mı?”

Yıllar önce yazmışım. Belki de yazmamış, sadece sormuşum.
Sormakla yazmak arasında hep ince bir sis vardı bende.

Ayna Adam sandalyesini gıcırtıyla yaklaştırdı.
“Bu soruyu neden sormuştun hatırlıyor musun?” dedi.
Biraz başımı eğdim. Cevap mı arıyordum, yoksa
cevaplardan kaçmak için mi bu sorulara tutunuyordum, bilmiyorum.

İlk yazımda zamanın yönünü kurcalamıştım:
Gelecek geçmişe ne kadar bağlıydı?
Şimdi ise yeni bir soru fısıldıyor içimden:
O geçmişi ne kadar bırakmalıyım ki, yeniye yer açılsın?


Unlearning: Bildiklerini Unutmak da Bir Tür Hafızadır

Bazı bilgiler vardır, zihne değil, omuza yük olur.
Sana ait olmayan ezberler, başkalarının korkularından devraldığın cümleler…
Unlearning, tam da burada başlar:
Kendine ait olmayanı ayırmakla.
Bir tür düşünsel detoks gibi.

Frederic Vester, “Düşünmek, Öğrenmek ve Unutmak” adlı kitabında, öğrenmenin sadece bilgi biriktirmek değil, eski bilgileri yeniden değerlendirmekle mümkün olduğunu söyler.

Vester’e göre, zihin; sadece kayıt yapan bir aygıt değil, aynı zamanda yanlış bilgiyi ayıklayarak doğrusuna yer açan canlı bir sistemdir. Öğrenmenin verimli olabilmesi için, gereksiz veya işlevsiz hale gelmiş bilgilerin unutulması gerekir. Aksi halde zihinsel tıkanıklık kaçınılmazdır.

Vester, öğrenmenin üç katmanı olduğunu belirtir: ilk öğrenme, yeniden öğrenme ve öğrenilmişi unutma. İşte unlearning bu üçüncüsüdür; fark etmeden ezberlediğimiz kalıpları sorgulamak ve gerektiğinde zihinsel yazılımı silip yeniden kurmak.

Unlearning Üzerine: Zihnin Budama Mevsimi

Unlearning, bazen bir ağacın sonbaharda yapraklarını dökmesi gibidir.
O yapraklar, bir zamanlar ağacın canıydı.
Ama şimdi, onların dökülmesi gerekiyor ki,
yeni tomurcuklara yer açılsın.

Zihin de aynıdır:
Bilgiyi, düşünceyi, alışkanlığı…
Her şeyi tutmak, zihin ormanında yabani otlar büyütür.

“Kuşkularımız, inançlarımızdan daha dürüsttür.”

Çünkü kuşku, unlearning’in ilk kapısıdır.

Frederic Vester’in sistem düşüncesine göre;
bir sistemi geliştirmek istiyorsan önce sınırlarını silmen gerekir.
Unlearning, işte bu sınır çizgilerini belirsizleştirerek
zihne yeni hareket alanları kazandırır.

Ve Ayna Adam, gözlerini uzak bir noktaya dikip şöyle der:

“Sen bazen aynı şeyleri düşünmeyi sadakat sanıyorsun.
Oysa bazı fikirlerden ayrılmak da bir vefa biçimidir.”

Zihnin Haritası: Unlearning’in Coğrafyası

Zihin, kâh labirent, kâh bozkır gibi.
Bazı yolları o kadar çok yürümüşüz ki,
artık orada yürümek düşünmek değil, sadece alışkanlık.

Unlearning, işte bu eski yolların haritadan silinmesidir.
Kimi zaman bir dağın yamacından yeni bir patika çizmek,
kimi zaman bataklık sanılan bir alanda
suya değmeden yürümeyi öğrenmek…

Second Brain bu haritanın dijital atlası olabilir.
Ama unutma, asıl mesele haritayla değil,
çizeceğin yeni rotayla ilgilidir.

Ayna Adam bir çubukla tozlu bir masaya bir çizim yapar:

“Burası senin eski fikrin…
Ve işte burası, hiç bilmediğin bir vadinin başlangıcı.”


Second Brain: Hafızanı Hafifleten Sistem

Tiago Forte’nin “Second Brain” fikriyle tanışınca,
anladım ki zihnim sürekli “tut” komutunda kilitlenmiş.
Her fikir, her cümle, her görüntü — sakla, unutma, lazım olur.
Ama hafıza, depolama alanı değil;
bir tür yaratım laboratuvarı olmalıydı.

İkinci bir beyin…
Yani zihnin dışsal bir uzantısı: not defteri, dijital araçlar,
belki bir arşiv duvarı…
Ama gerçek mesele şu:
İkinci bir beyin yaratmadan önce,
ilk beyinde neyin gereksiz olduğunu bilmen gerek.

Ayna Adam:

“Sen her şeyi yazıyorsun ama hiçbir şeyi damıtmıyorsun.
Bilgi değil, sezgi eksik sende.”


Entelektüel ve Ukala: Cümleyle Görünenle, Sessizlikte Derinleşen

Entelektüel, soruyu sever.
Ukala, cevaba âşıktır.

Entelektüel kelimeleri sorar,
ukala ise onları hükmeder.
Aralarındaki fark,
zihnin ne kadar sustuğunda gizli.

Ayna Adam bazen susuyor uzun uzun.
Çünkü onun bilgisi kitap sayfalarından değil,
duvarlarda yankılanan sessizlikten geliyor.

Ve belki de asıl erdem,
her şeyin söylenecek bir zamanı olduğunu bilmektir.
Ama asıl yücelik,
her şeyin susulacak bir zamanı da olduğunu bilmektir.

Çünkü susmak,
bazen bir cümlenin yapamadığını yapar:
karşıya değil, derine konuşur.

Bir bilgelik biçimidir suskunluk;
bilginin değil, anlamın yedeğinde yürür.


Şimdi, Sıra Yine Sende

İlk yazındaki o soruya, yıllar sonra bir başka soruyla karşılık veriyorsun.
Bu kez daha çok şey biliyorsun, ama daha az şeyle yaşamak istiyorsun.
Bilgi seni taşısın istiyorsun, sırtında yük olmasın.

Ve belki de en çok şu yüzden:
Artık bazı cevapların, bazı soruları susturmadığını biliyorsun.


Peki ya sen?

Zihninden neyi silmeye razı olursan,
kimliğinde neyi yeniden yazarsın?

Ve eğer eski haritanın izlerini görmek istersen,
bir zamanlar şu satırlarda sormuştum kendime:
Yarının düne ihtiyacı var mı?
Belki de orasıydı bu yolculuğun ilk kıvrımı.

Read More

05 May Hayat Adil mi?

"Adil olmak, kazandırmaz çoğu zaman; ama kaybettiğinde, kaybetmediğini fısıldar: kendini."

Hayır. Değil.

En sonda yazmam gerekeni en başa yazsam, bu yazı burada biterdi belki. Ama niyetim o değil.
Hayatın adil olmadığını anlamak için bir ömür yetiyor bazen.
Nedenini sormuyorum artık, nasıl yaşanır bu adaletsizlikle, onu düşünüyorum.

Ve çocuklarımız…
Sırça fanuslarda, kırılgan hayallerle büyüttüğümüz o narin kalpler…
Bu yazı, onları hayatın acıtan yüzüne hazırlamanın yollarını arayan bir ağıt belki de.

Zaten biliyorum cevabını sorunun. Hep biliyordum. Ama bir olay, bazen bir telefon sesiyle düşe dönüşür.

Bu yazıya aslında yıllar önce başlamıştım, yıllandıkça olgunlaştı, ama sirkede olmadan bitirmek lazım dedim kendime. Çünkü hayat, mayasını acıdan kursa da, tadını umuttan almalıydı.

Derin lise üçüncü sınıftaydı. Bir biyoloji projesi için günlerce çalışmış, uykularını bölmüş, gözlerindeki ışığı büyütmüştü. Sunum günü geldiğinde, elleri titreyerek, kelimeleri birbirine dolarken anlatmıştı çalışmasını. Ama sonuçlar açıklandığında… Onun adı yoktu listede.

Küçük bir çocuğun hayal kırıklığı, dünyanın en büyük sessizliklerinden biridir. Çünkü o sessizlikte sadece bir kayıp yoktur; adaletin ilk defa sorgulandığı an vardır.

“Hayat adil değildir,” dedim ona.

Çünkü doğruydu. Çünkü bunu bilmeliydi. Ama o an gözlerindeki hüznü görünce, kendime başka bir soru sordum:

Eğer hayat adil değilse, biz neden adil olmaya çalışıyoruz?

Ayna Adam belirdi o an, her zamanki gibi. Bir kolu pencereye dayanmış, dışarı bakan o tanıdık hâliyle:

“Aptallık mı bu?” dedi, alaycı bir tebessümle.

“Hayır,” dedim. “Erdem.”

Çünkü adil olmak, dünyanın düzenini değil, İnsanın özünü değiştirir. Adalet, dışarıya değil, içerimize tutulmuş bir aynadır bazen.
Kaos içinde bir düzen kurmaya çalışan yorgun yüreklerin son sığınağıdır.

O gün, zehri kalbime damlatan bu hikâyeyle, bir gece önceki keyifli rakı sohbetini hatırladım. Yakup Abi aradı, keyfin kritiğini yapmak için. Ama önce içimdeki yangını döktüm önüne. Dinledi. Sonra YouTube’dan bir video gönderdi. İşte o an doğdu bu yazı ama dedim ya, olgunlaşması zaman aldı.

Hayat bir yarışsa eğer, bazıları o yarışa birkaç adım önden başlıyor. Hiçbir çaba harcamadan, sadece doğduğu yerin, ailenin, imkânların hediyesiyle.
Tıpkı izlediğim o videoda olduğu gibi, seçmeden doğduğumuz bir kaderin içindeyiz.
Hayatın adaletsizliği, doğarken çalınmış eşitliklerin yankısıdır.

Ve hayat zordur…
Ama biliyoruz ki, hayatın zor olduğunu kabul ettiğimizde, zorluk biraz olsun şekil değiştiriyor.

Tıpkı adaletsizliği kabullendiğimiz gibi.
Bu kabulleniş, bir vazgeçiş değil;
Bir başlangıç.

Çünkü hak ettiğimizi değil, müzakere ettiğimizi alıyoruz çoğu zaman ya da bir şey alamıyoruz.

Ama biri — sadece doğru olduğu için — doğruyu seçerse, yerdeki teraziyi alır, tozunu siler, ve yeniden kurar adaletin terazisini.

Ayna Adam iç çekti:

“Ama kazananlar hile yapıyor. Kurallara uyanlar kaybediyor. O zaman ne anlamı kalıyor bu çabanın?”

Haklıydı.

Ama adalet bir oyun değil ki, kazanana ödül verilen.
Adil olmak, kendimize verdiğimiz en sessiz, en kutsal sözdür.

Ödülü bir madalya değil, içimizde yankılanan o sessiz onurdur.
Kimse duymasa da, biz duyarız.

Belki Derin o gün ne dediğimi tam anlamadı.
Ama bir gün, birinin başına haksızlık geldiğinde, onun yanında durduğunda, hatırlayacak.
Ve anlayacak: adalet bir kural değil yalnızca, içimizde yanan bir ışıktır.

Çünkü insan, hayatın sirkesinde boğulmadan olgunlaşmayı öğrenmek zorundadır.

Ve belki de gerçek erdem, karşılık beklemeden doğru olanı seçmektir.

Vicdan bir yargıç değil, bir pusula.
Sesini kısmak mümkündür, ama susturmak mümkün değildir.
O, içimizdeki tanrının fısıltısıdır.
Dışarıdaki adaletsizliği, içimizdeki vicdanla dengelemeliyiz.

Hayatın adil olmaması, bizim adaleti terk edeceğimiz anlamına gelmez.

Çünkü çoğunluğun yaptığı yanlış, doğru sayılmaz.

Ayna Adam bu kez döndü, gözlerimin tam içine baktı:

“Vicdanı olan kaybetmez, değil mi?”

“Hayır,” dedim.
“Vicdanı olan, kaybettiğiyle büyür. Ama kendini kaybetmez.”

Hayat adil değil. Ama biz… İnsan kalabiliriz.


Peki ya sen?
Hayatın terazisi bozulduğunda, adaletin terazisini eline alıp yeniden kurar mısın?

Read More

02 May Ateşe Koşanlar ve Sabırla Yürüyenler: Hırs ile Azim Arasında İnce Bir Yol

Bazı yollar, acele edince kısalmaz; yalnızca manzarasını kaybedersin.

Hırs ve azim…

İki kelime. Aynı toprağın farklı köklerinden filizlenmiş gibi. Birinde tutku var, ötekinde direnç.
Birinde varmak için yakıp yıkmak, diğerinde durup düşünmek, yeniden denemek…
Her ikisi de yürütür insanı ama yürüyüşün şekli farklıdır; biri aceleci bir maratona benzer, diğeri içli bir hac yolculuğuna.

“Ayna Adam,” dedim, “sence hangisi bizi daha çok insana yaklaştırır?”
“Sen hâlâ insan olmaya mı çalışıyorsun?” diye sırıttı.
“Ya sen?”
“Ben çoktan vazgeçtim olmaktan. Şimdi sadece içindeki yolları izliyorum. Ve bu yollardan bazıları, seni kendine düşman ediyor.”

Hırs…

Kendi içine çökmeden önceki son parlaklık. Işıldayan ama yakıcı. Zirveye ulaşmayı ister, ama ne pahasına olduğunu sormaz.
Doymak bilmez çünkü doyduğunda artık kendisi olmaz. Hırs, başkalarının alkışını arar; iç sesi değil, dış sesin yankısıyla yön bulur.
Tıpkı ateşe kanat çırpan bir kelebek gibi, farkında olmadan kendini yok eder.

Azim ise…

Sessizdir. Gürültüsüzdür. Gösterişsiz ama derin. Her düşüşü kabul eder, her kalkışı kutsar.
Kimseden onay beklemez, çünkü kendi içindeki ışığı yeterlidir ona. Sabırlıdır; çünkü bilir ki bazı çiçekler yalnızca gece açar.
Azim, kendini aşma sanatıdır; başkasını geçme ihtirası değil.

“Ama hırs olmasa nasıl ilerleriz?” dedim Ayna Adam’a.
“Sorun ilerlemek değil,” dedi, “nereye ve kim olarak ilerlediğindir.”

Felsefeciler de ayırmış bu ikisini.
Nietzsche, hırsı irade-i güç olarak tanımlar; ama ölçüsüz olursa, insanı yutacağını söyler.
Adler ise bireyin aşağılık kompleksinden doğan hırsla, kendini gerçekleştirme çabası olan azimi birbirinden ayırır.
Maslow’un ihtiyaçlar piramidinde bile bu ayrım saklıdır: Hırs alt basamakların gürültüsüdür, azim en tepede, kendini aşmanın sessizliğinde yankılanır.

Bir zamanlar bir adam vardı; her sabah güneşi beklemeden yola koyulurdu.
Başarı onun için bir varış noktasıydı, yol değil.
Hırsla büyüttüğü her başarı, içindeki boşluğu daha da derinleştirirdi.
Sonunda o kadar yükseldi ki, kimseyi göremez oldu.
Ve bir gün, yalnızlığının gürültüsü çökünce omuzlarına, anladı: Hırs, insanı yükseltirken insandan uzaklaştırır.

Oysa başka biri, defalarca düştü. Her seferinde daha sessiz kalktı.
Her reddedilişte, biraz daha özüyle barıştı.
Kimse alkışlamadı onu. Ama o, alkış beklemeden devam etti.
Bir sabah, farkında bile olmadan kendi Everest’ine varmıştı.
Zirvede yalnız değildi, çünkü kalbini taşıyan herkes oradaydı.
Bu, azmin zaferiydi.

Bir mola anıydı. Bir yolculuğun tam ortası. Yaş kırk.
Bir yorgunluk vardı üzerinde, ama isimsiz bir direniş de.
Bir sırt çantasına birkaç tişört, biraz kitap, bir de Murakami’nin cümlelerini sıkıştırmıştın.
“Koşmasaydım yazamazdım” diyordu adam. Sen de düşündün: Koşmasaydın belki unuturdun.
Koşmasaydın, belki yazmazdın, belki hatırlamazdın bile o eski kelimeleri.

Haruki Murakami her gün sabah beşte uyanır, birkaç saat yazar ve sonra koşuya çıkar. Bu tekrar, ne bir rekor kırma arzusu ne de hırslı bir hedef uğruna yapılan bir maraton değildir.
Bu, bir ritüeldir. İç disiplinin, kendi içindeki gürültüyü susturmanın bir yolu. “Koşmasaydım yazamazdım” der Murakami.
Çünkü bazı cümleler yalnızca terledikten sonra gelir.
Bu, azmin sesidir. Sessiz, ama ısrarlı.
Her gün biraz daha içe akan bir yolculuğun melodisi.

“Ama ya yol görünmezse?” dedi Ayna Adam.
“Gözümü kapatırım.”“Neden gözün kapalı yürüyorsun?”
“Bütün yolları ezberledim.”
“Ama düşebilirsin!”
“Bütün düşüşleri de ezberledim.”

Ve şimdi…
Yol ayrımındasın belki.
İki kelime arasında.
İki iç ses arasında.

Ayna’ya bak. Kendine sor.
“Koşmalı mıyım, yoksa yürümeli mi?”

Sonra kendi cevabını duyacaksın:
“Koşarsan ulaşabilirsin… ama yürürsen, görürsün.”

 

Yazıya dair kısa notlar:

Murakami'nin "Koşmasaydım Yazamazdım" kitabı 40. yaşgünümde Meksika ve Küba'da bana eşlik etti.

"Bütün düşüşleri ezberleme" mevzusu da Björk'ün oynadığı "Dancer in the Dark" filminden sevdiğim bir replik

Read More

28 Nis Mevsimlerin Kalbinde: Vivaldi ile Bir Ömrün Ezgisi

Her şey geçer, her şey dönüşür; ama bir ezgi, zamanın hafızasında sonsuza dek çalar.

Antonio Vivaldi’nin “Dört Mevsim” konçertosu, zamanın ince tellerinde titreyen bir hayat türküsüdür.
Her mevsim, notaların arasına gizlenmiş bir ömrün soluğudur: İlkbaharın ürkek tebessümü, yazın ateşten gülüşü, sonbaharın sararmış hikâyeleri ve kışın sessiz duaları…


İlkbahar: Çocukluğun Uyanışı – Opus 8 No 1 E Major:  Allegro

İlkbahar, çocukluğun avuçlarında filizlenen ilk heceler. Vivaldi’nin kemanında, yeni açmış bir papatyanın titreyişi var. Kuş cıvıltıları gibi saf, yağmur sonrası toprak kokusu gibi taze.
Tıpkı Proust’un, kayıp zamanın ilk titreyişlerini çocukluk anılarında yakaladığı gibi; hatırladığımız her ilkbahar, içimizde yeni baştan büyür.
Ayna Adam bir ağacın dalında salıncakta sallanırken kıkırdayarak fısıldar;

Daha dün, dünya sana sığamıyordu. Ve dünya, sen ona isim verdikçe genişliyordu. Şimdi, adını koyamadıkların daraltıyor içini

Yaz: Gençliğin Ateşi – Opus 8 No 2 G Minor : Presto

Yaz, gençliğin coşkun ırmağı. Vivaldi’nin hızlı, kudretli yay çekişlerinde, akşam üstü sarhoşlukları, serseri hayallerin kokusu var.
Göğe fırlatılan taşlar gibi yükseğe, daha yükseğe…
Gençlik ateşi, yakar seni de, her şeyi de; Basmaneden Sevinç Pastanesi önüne kadar sarhoşluktan yürüyemediğin için, hayale tutunarak halay çekerek getirtir seni mesela.
Adımların sendeleyerek, kahkahaların savrularak, umutların göğe savrularak…
Ve gençliğin her anı, Proust’un zamanla yarışan arzuları gibi, tutamadığın bir nehir olur avuçlarında. Kahkahaların arasından Ayna Adam seslenir:

İnandığın hayallerin, senden önce koşuyordu. Koşuyordun, yakalayamayacağını bile bile… Belki de en güzeli buydu.

Sonbahar: Olgunluğun Sessizliği – Opus 8 No 3 Major : Allegro

Sonbahar, olgunluğun sarı bir sabaha bakan yüzü. Yapraklar gibi, insan da yüklerinden soyunur, ağırlaşır.
Vivaldi burada, eski sevgililerin adımlarını anımsatır; hüzünle, ama pişmanlıkla değil.
Halı sahada sana doğru gelen top, beynine “Şimdi bir röveşata zamanı” diye fısıldarken, vücudun, “Otur oturduğun yerde, icat çıkarma” diye homurdanır.
Zihinle beden arasındaki mesafe, sonbaharın serin rüzgârı gibi artar.
Sonbahar, Proust’un unutulmaya direnen hatıraları gibi; sararıp düşse de, ruhun kıvrımlarında yankı bulur. Ayna Adam, bankta oturmuş düşünceli bir sesle mırıldanır:

Bir zamanlar ‘sonbahar’ kelimesine bile gülerdin. Şimdi düşen her yaprakta bir yüz hatırlıyorsun. Topladığın meyveler, ekmediğin tohumların sessizliğini taşır.

Kış: Zamanın Kristal Sessizliği – Opus 8 No 4 F Minor: Allegro Non Molto

Kış, zamanın kristal sessizliği. Vivaldi’nin notaları, buz tutmuş bir gölün üstünde kayan bir hatıranın ayak izleri gibi.
Yaşlılık, geçmişin kederli bir şarkısıdır belki de, ama her notasında bilgelik saklıdır. Ben henüz o kışın tam içinde değilim; ama gözlerimle, ruhumla seziyorum: Zamanın ağırlaşmasını, adımların yavaşlamasını, sözcüklerin azalmasını…
Ve o yavaşlığın içinde, hüznün koluna girmiş bir huzurla sessizce yürüyenleri. Kış, Proust’un zamanla barışan anıları gibi; kaybolmaktan korkmadan, usulca içimize çöker.
Ayna Adam usulca yanaşır ve omzuma dokunur:

Zaman ağırlaştı belki, ama bak… artık hafiflemiş yüklerin var. Şimdi her anı, karın altındaki bir tohum gibi. Uykuda ama canlı.


Vivaldi’nin “Dört Mevsim”i, sadece doğanın değil, ruhumuzun da sonsuz devinimidir. Çünkü her bahar, içimizde yeniden doğar; her kış, derinlerde bir umut saklar.
Ve tıpkı Proust’un zamanın izinde gezinirken anılarda bulduğu gibi, biz de her mevsimde kendimizin başka bir suretine rastlarız.

Doğduğunda yediğin ilk tokat, sana nefes almayı öğretir. Yaşamaya başla diye, içine çekersin hayatı.
Ve o aldığın ilk nefesi, bir gün sessizce geri verirsin. Kaç kez nefes alacağını bilemezsin; ama bilirsin ki, her alınan nefesin bir verilişi vardır.

Tıpkı mevsimlerin birbirine sessizce devrettiği zaman gibi, tıpkı müziğin bir notadan diğerine akarken hiç kaybolmaması gibi.
Hayat, her defasında aynı melodiyi, her seferinde farklı bir kalbin titreyişiyle yeniden çalar.

Peki, bütün bu aldığımız ve verdiğimiz nefesler, tuttuğumuz ve bıraktığımız eller, inandığımız ve unuttuğumuz düşler…
Gerçekten yaşamı anlamlandırmaya yeter mi?

Read More

26 Nis Beklemek : Zamanın Kıyısında Kurulan Sessiz Bir Çadır

Ve biz, belki gelir diye, yokluğuna sandalyeler ayırdık…

Zamanın ortasına kurulmuş bir iskemlede otururuz bazen. Ne ileri gideriz, ne geri…
Bir boşluk olur gövdemizde, neyle dolacağını bilmeden büyütürüz onu. İşte bu hâle “beklemek” derler.

Ama nedir beklemek?
Bir mektubun postacıya emanet ettiği kalp mi?
Bir otobüs durağında sonsuzca bakan göz mü?
Yoksa Godot’yu bekleyen iki adam gibi, gelmeyeceğini bildiğimiz halde direnişin adı mı?

Beklemek çoğu zaman bir inanıştır.
Umutla sarılan bir sabır;
Ümit etmekle yanılmak arasında incecik bir ip.
Ve bazen, sırf beklemekle var olur insan.

Beklemek bazen şöyle fısıldar içimizde:

Belki gelmez. Belki zaten hiç olmamıştır. Ama biz beklemesek, neye inanırız sonra?

Beklemek Bir Dua Gibidir

Kimi zaman, göğe bakarken kurulan en sessiz dualardan biridir beklemek.
Çünkü birini ya da bir şeyi beklemek; onu olmuş gibi sevmektir.

Bir annenin, uykusuz gecelerde
çocuğunun ateşinin düşmesini beklemesi gibi.
Bir işçinin, vardiyası bitince
evine dönerken taşıdığı yorgunluk gibi.
Bir âşığın, cevapsız mesajlar arasında
“belki bugün döner” diye düşündüğü akşam saatleri gibi.

Ve bazen, beklemek bir çocuğun yakasına asılı kalmış bir elveda olur. İsmail Abi’nin deniz kenarında çocukluğunun hayalini beklemesi gibi:

Gelcem dedi çünkü. Gelmem deseydi beklemezdim.
Niye gelcem desin ki gelmeyecek olsa…

Bir kuru yük gemisi gelir mi bilinmez. Ama birinin onu beklemesi, zamana tutulmuş bir sözün en insan halidir.

Beklemek çoğu zaman görünmezdir.
Ama içimizdeki en kalabalık duygudur.

Ve Beklenen…

Peki ya geldiğinde?
Her zaman beklediğimize değer mi?

Değmezse de güzeldir beklerken kalbini tutuşa tutuşa yaşamak.
Önemli olan kimin için beklediğin değil, nasıl beklediğindir.

Çünkü bazen, beklediğin gelir ama seni sende bulamaz.
Sen çoktan başka bir zamanın yolcusu olmuşundur.
Ve gelenin adı gecikmiş olur.

Ve bazen beklemek, gelmeyecek birini unutmamaktır. Tıpkı Ali gibi.

Yirmi dört yıldır aynı durakta bekledi Ebru’yu. Bir zamanlar bir aşk ritüeli olan bu durak, zamanla bir anma alanına dönüştü. Otobüsler geldi, yolcular geçti. Ama Ali hep oradaydı. Bir bankta, sevdiği kadının hatırasının bekçiliğini yapıyordu.

Bir zamanlar aşkın durağı olan yer, şimdi anının nöbet yeri olmuştu.

Ve belki de Ali, beklerken sadece Ebru’yu değil, birlikte bakacakları göğü de bekliyordu. Turgut Uyar’la aynı durağta oturur gibiydi bazen.

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al da
Şu yosun ellerimi şu telaşımı al da
Bir bakışla iyileştir
Göğe bakalım…

Godot Hiç Gelmeyebilir

Samuel Beckett’in “Godot’yu Beklerken” adlı oyununda, iki adam Godot adında birini bekler.
Ama Godot hiç gelmez.
Ve biz izleyenler, bir süre sonra şunu fark ederiz:
Oyun, gelenle değil; bekleyenle ilgilidir.

Çünkü beklemek bir eylem değil, bir varoluş biçimidir.
Beklerken düşünürüz.
Beklerken düş kurarız.
Beklerken büyürüz.
Ve bazen sadece beklerken kendimiz oluruz.

Son Söz Yerine:

Belki de beklemek,
Hiç gelmeyecek bir şeyin bizde bıraktığı en güzel izdir.

Belki Godot hiç gelmeyecek.
Ama onun geleceğine inandığımız o an,
kalbimizde yankılanan en gerçek zaman olacaktır

Ve şimdi sana sormak isterim:

Hangi durakta unuttun en son bakılmamış bir göğü,
hangi geminin gelişine adadın uykusuz bekleyişlerini?

 

Read More

23 Nis 23 Nisan Sabahı Kuşadası

“Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.”
– Mustafa Kemal Atatürk


Sabah erkenden adaya geldim. Amcamın kırkı için lokma dökülecek. Sessizlikle örtülü bir sabah… Ama bir anda çocuk sesleriyle yankılandı sokaklar. 23 Nisan kortejine denk geldim. Renkli balonlar, bayraklar ve minik adımların ciddiyetle yürüdüğü yollar… Aklıma çocukluğum geldi. Kendimi birden Sağlık Caddesi’nin girişinde, Lider Kuaför’ün önünde otururken buldum. Zaman, önüme düşler serdi. Her şey bir sabah gibi taze, her şey bir hatıra gibi buğulu.

Evdeyiz. Ama Neredeyiz?

Korona zamanı 100. Yılı 23 Nisanın evdeyiz.
Ev dediğimiz yer, bazen dört duvar, bazen bir hafıza tüneli.
Babam, ilkokul yıllarımdan kalma bir 23 Nisan fotoğrafı paylaştı benimle.
Baktım uzun uzun.
Küçük bir çocuk, yüzünde ciddiyetle gülümsemeye çalışan bir zaman.

“Ayna Adam,” dedim içimden, “bu fotoğrafa kim baktı, ben mi, sen mi?”
“İkimiz de,” dedi. “Ama biri anladı, diğeri hatırladı.”

Bayram Nedir? Ve Neden Çocuklara?

1920’nin 23 Nisan’ı bir tarih değil, bir ses.
Bir milletin kendiyle konuşmaya başladığı an.
Meclisin kuruluşu, sadece bir siyasi başlangıç değil,
bir halkın kendine “Ben varım,” deyişidir.
Ve bu “ben varım,” sesi çocuklara hediye edilmiştir.

1924’te bayram oldu bu gün.
1929’da Atatürk onu çocuklara armağan etti.
Çünkü bir lider, geleceği inşa etmek için geçmişi değil,
geleceği anlayan gözlere bakar.

“Ayna Adam,” dedim, “neden çocuklara bayram armağan edilir ki?”
“Çünkü en temiz yüreklerde büyür umudun tohumları,” dedi.

Kuşadası ve Saçlı Zamanlar

Benim 23 Nisan’larım, Kuşadası’nda başlar.
Statta kutlanırdı bayram.
O stat, şimdi bir otopark.
Yıllar önce Teoman, “Cennet Plajı otopark oldu,” demişti,
ve şimdi ben, çocukluğumun statları için aynı hüznü taşıyorum.

İlkokul 1. sınıfta Milli Takım forması hayaliyle çıktık yola.
Ama Bayrak Kanunu dedi ki: “Olmaz.”
Ay-yıldızlı beyaz tişörtle yetindik.
Fotoğrafa bakınca görüyorum: Biraz tombulum,
ama esas dikkat çeken, saçlarım.
Şimdi olmayan şeyin hatırası da kalıyor insanda.
5.sınıfta bir şiir okumuştum. Ayşe Hocam, “Bağır,” demişti, “mikrofona ihtiyacın olmasın.” Sesim değilse de içim bağırmıştı belki o gün.

Harmandalı, Otobüs Yolculukları ve Yırtılan Pantolonlar

Her bayram bir gösteri, her gösteri bir heyecan.
Atabarı oynadım, Harmandalı oynadım.
Ama fotoğraflar yok—şükür.

Ortaokulda Göztepe’ye giderdik prova için.
Alsancak’tan otobüsle.
Otobüsün camında, çocukluğumun elleri vardı.
Ve bir 23 Nisan balosu vardı…
Dans etmeyi planladığım kızı hatırlamıyorum,
ama pantolonumun yırtıldığını unutmadım.
Bazı utançlar hiç silinmez.

TRT, Halit Kıvanç ve Koordine Tribünler

TRT’de izlediğim 23 Nisan şenlikleri…
Dünyanın çocukları aynı sahnede.
Farklı diller, aynı umut.
Ve Halit Kıvanç’ın sesi.
Hâlâ kulağımda:
“Hoş geldiniz çocuklar!”

Tribün gösterileri vardı bir de.
Milim milim işlenmiş sabır.
Renk renk insan mozaikleri.
Ve her seferinde, “Şimdi ne yapacaklar?”
Merakla, hayranlıkla, gururla.

100. Yılın Balkonları

Pandemi yılıydı.
Balkonlara çıktık, komşularla İstiklal Marşı söyledik.
İlk kez selamlaştığım insanlar, o akşam dost gibiydi.
Bir ulus, balkonlardan haykırdı birlikte:
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!”

“Ayna Adam,” dedim, “Atatürk’ü hiç anmadım mı bu yazıda?”
“Hayır,” dedi,
“Sen onun hissini anlattın.
Ve bazen bir yüzü görmekten daha kıymetlidir bir hissi yaşatmak.”

Ve Sonuç:

Belki de bayramlar, yalnızca kutlamak için değildir.
Hatırlamak, bağ kurmak ve büyümek içindir.
Çünkü bazı günler, sadece bir gün değildir.
Bazı günler, biziz.

“Çocukken sevinçti, büyüyünce sorumluluk oldu 23 Nisan.
Ama her yaşta bir umut:
Yarın, bugün sevdiklerimizle daha güzel olabilir.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


 

Read More

09 Nis Sisifos Mutlu muydu?

Albert Camus, Sisifos Söyleni‘nde bizlere meydan okur: Sisifos’un sonsuz mücadelesini bir trajedi olarak değil, bir başkaldırı olarak görmemizi ister. “Onu mutlu olarak tasarlamak gerekir.” Çünkü Sisifos, taşını yukarı iterken kendi yazgısını kabul etmiştir. Ama kabul etmek ile boyun eğmek arasındaki farkı da anlamak gerekir. Kabul etmek, Sisifos gibi kaderini görüp ona rağmen mücadele etmektir; boyun eğmekse, Prometheus gibi zincirlerine alışmak ve onları sorgulamamaktır. Bu fark, insanın varoluşla kurduğu ilişkiyi belirler. Kabul etmek, boşluğu fark edip ona rağmen taşını itmeye devam etmektir. Boyun eğmekse, taşın düşmesini bile beklemeden kenara çekilmektir.

Goethe’ye sormuşlar: “Mutlu bir hayat yaşadın mı?”
O ise şöyle yanıt vermiş:

Çok mutlu bir hayat yaşadım ama tek bir mutlu olduğum hafta hatırlamıyorum. Gerçek mutluluk üzüntülerin, sorunların üstesinden gelmektir. Asıl kabus ardı arkası kesilmeyen güneşli günlerdir.

Goethe’ye atfedilen bir başka anekdotta ise, “Mutlu insanlar tanıdım, bunlar sadece ne iseler o oldukları için mutluydular.” dediği söylenir. Bu söz, mutluluğun insanın kendi varoluşuna kök salmasından doğduğunu fısıldar. Tıpkı rüzgâra karşı eğilmeyen bir ağaç gibi, insan da mutluluğu dış koşullardan değil, köklerinin toprağa nasıl tutunduğundan alır. Ona göre, mutluluk anlık zevklerin peşinde savrulmak değil, kendi gölgesinde huzur bulabilmektir.

İşte Sisifos’un durumu da budur. Mutluluk gelip geçicidir, belki taşın zirveye ulaşması kadar kısadır. Ama gerçek mutluluk, taşın düşeceğini bile bile onu yeniden yukarı itmeye devam etmektir. Çünkü bu mücadelede, Sisifos kaderine boyun eğmez, aksine onu sahiplenir ve taşını iterken kendi varoluşunu yeniden inşa eder. Çünkü Sisifos, anlam aramak yerine anlam yaratmayı seçmiştir.

Ne demişti Özdemir Asaf, diye atıldı Ayna Adam;

Yenileceğini bile bile niye deniyorsun?  diye sorana
Öleceğini bile bile niye yaşıyorsun? diyemedim.

Mutluluk: Hedonik mi, Ödenik mi?

Mutluluk üzerine yapılan araştırmalarda genellikle iki tür mutluluktan bahsedilir:

  • Hedonik mutluluk: Zevk almak, acıdan kaçmak, anlık tatminler… Güzel bir yemek, bir dost sohbeti, bir başarının getirdiği gurur… Kısadır ama yoğundur.
  • Ödenik mutluluk: Daha uzun vadeli, derin ve anlamlı bir tatmin duygusudur. Zorluklar, mücadeleler ve fedakârlık içerir ama insanın varoluşunu sağlamlaştırır.

Sisifos için ilk bakışta hedonik bir mutluluk yok gibidir. Her gün aynı kayayı itmek, her defasında onun düşmesini izlemek nasıl mutluluk getirebilir? Ama işte burada ödenik mutluluk devreye girer. Çünkü Sisifos’un mutluluğu, mücadelenin kendisindedir. O, taşı iterken kendi isyanında özgürdür.

Ayna Adam, içimdeki sorgulayan ses, eğilip kulağıma fısıldıyor:
“Belki de asıl trajedi, taşın hiç düşmemesi olurdu. Çünkü mücadele yoksa, anlam da yoktur.”

Hayatın Rutinliğinin Farkına Varmak: Absürde Uyanış

Sabah gözlerimizi açıyoruz, uykunun ağırlığını atmak için bir fincan kahveye sarılıyoruz. Aynı yolları adımlıyor, aynı yüzlere selam veriyoruz. Gün boyu zihnimiz bir ritüelin içinde kayboluyor, akşam ise yorgun argın yatağa uzanıyoruz. Ve ertesi gün, tıpkı dün gibi başlıyor. Sonra ertesi gün aynı döngü yeniden başlıyor.

Tıpkı Groundhog Day (Dün Aslında Bugündü) filmindeki gibi, sürekli kendini tekrarlayan bir döngünün içindeyiz. Ancak bizim döngümüz filmdeki kadar belirgin değil; farkına varmamız zaman alıyor. Bir gün ansızın durup düşünüyoruz: “Bu döngünün anlamı ne?”

Camus’ye göre, işte bu an absürde uyanış anıdır. Rutinlerin farkına varırız, hayatın döngüselliğini hissederiz ve içimizi anlamsızlık korkusu kaplar. Ama burada iki yol vardır:

  1. Anlamı dışarıda aramak: Din, ideoloji, başarı, statü gibi kavramlara sarılmak.
  2. Anlamı kendimiz yaratmak: Hayata rağmen, saçmalığını bilerek, onu yaşamak.

Sisifos ikinci yolu seçer. O taşın düşeceğini bilir ama yine de onu iter. Sisifos için zirve, bir son değil, döngünün bir parçasıdır. Taş her seferinde düşecek, o ise her seferinde onu itecek. Çünkü anlam, taşın zirveye ulaşmasında değil, onu iterken yaşanan farkındalıktadır.

Anlam Aramak mı, Anlam Yaratmak mı?

Bazıları hayatın anlamını dışarıda arar: Bir inançta, bir kariyerde, bir başarıda… Ama Sisifos’un yaptığı anlamı yaratmaktır. Çünkü dışarıdan gelen anlamlar geçicidir, ama kendi yarattıklarımız bizimdir.

Bu noktada, Delfi Tapınağı’nın kapısında yazan sözün önemi ortaya çıkar:

Kendini bil.

Sisifos belki o kayanın altında ezileceğini biliyordu. Ama önemli olan ezilmek değil, başkaldırırken ne hissettiğimizdir.

Ve belki de en büyük özgürlük, hayatın anlamını aramaktan vazgeçip, onu kendimiz yaratmaktır. Belki de bu yüzden “kendini bilmek” için “kendimizi bulmamız” gerekir. Çünkü anlam yaratmak, ancak kendini bilmekle başlar. Bunun içinse, insanın kendi karanlığına bakma ve orada parlayan küçük bir ışığı fark etme cesaretini göstermesi gerekir. O yolculuğa çıkabilmeli…

Peki, sen kendi taşını nasıl taşıyorsun? Onu bir yük olarak mı görüyorsun, yoksa kendi varoluşunun bir parçası olarak mı kabul ediyorsun?


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Read More

27 Mar Bir Sinematik Tavşan Deliği

İnsan, gerçeğin ne kadarını kaldırabilir?

🎞️ Prolog: Perde Kalkmadan Önce

Viski dolabımda The Scotch Malt Whisky Society’den alınmış 9 yıllık bir Highland Malt var. Etikette yazan isim çarpıcı: “A Cinematic Rabbit Hole”. Ama hayır, bu gece konumuz viski değil.

“William Wallace İskoç değil miydi?” der Ayna Adam, koltuğun kenarından gözlerini bana çevirerek.

Kiefer Sutherland’ın hak ettiği değeri bulamamış bir dizisi var: Rabbit Hole.

“Bu aralar herkes o diziden bir alıntı paylaşıyor, fark ettin mi?” diye devam eder Ayna Adam, sesi biraz daha kısık.

Bu yazının da ilgisi var o tavşan deliğiyle. Hem İskoçya’yla olan o özgürlük hayaliyle, hem de politik kurgu ve gerçekliğin birbirine karıştığı dizilerle.

O zaman… Perdeyi kaldıralım.


🕯️ Kıvılcımın Doğduğu An

Aydınlanma Çağı…
Kütüphanelerin gözlerinden ışık sızıyor.
Felsefenin dili çözülüyor.
Ve insan, ilk defa kendi aklına danışıyor.

Voltaire, Rousseau, Diderot — sanki yıldızlardan tohum almışlar da zihin toprağına serpmişler.
Toplumun kulaklarında yankılanan ilk sorulardan biri bu:
“Neden boyun eğiyoruz?”

Ayna Adam hafifçe güler, gözlüğünü çıkarır hayali gözlerinden.
“Çünkü düşünmek zahmetli iştir,” der.
“Çünkü düşünmek, kanat takmak gibidir; önce sırtına ağırlık yapar, sonra göğe yükseltir.”

O an anlıyorum,
Aydınlanma bir devrimden çok, bir iç yangındı.
Ve Paris’te, 1789’un taş sokaklarında yürüyen kalabalıklar,
aslında kendilerine yürüyorlardı.


🧱 Barikatların Ardındaki Rüya

Yıl 1871. Paris…
Barikatların ardında işçiler, öğretmenler, düş kuranlar var.
Kadınlar meclis kuruyor, çocuklar özgürlüğü ezbere sayıyor.
Ve Komün, 2 ay 1 hafta 3  gün boyunca göğe açılan bir umut penceresi oluyor.

Ayna Adam bir İskoç çayı koyuyor bu kısımda, buzsuz ve sessiz.
“Biliyor musun,” diyor,
“Komün’ün en güzel yanı, hayal ettiğini denemeye cesaret etmesiydi.
Ama en trajik yanı da… hayalin gerçeklikle tanıştığında boyun eğmesi oldu.”

Komün, Aydınlanma’nın son sınavıydı belki de.
Düşünce, silaha dönüştüğünde
ve silah, düşünceyi bastırdığında
büyük idealler kırılırdı.


🧠 Gerçeklik Kodlarının Kırıldığı Yer

Zaman ileri sarıyor.
Dünya, dijital maskelerle dolu; her yüz, başka bir algoritmanın kurgusu.
Ve demokrasi, çoğu ülkede artık bir “etiket” yalnızca.
Seçimler var, evet.
Ama gerçek bir tercih yok.

Ayna Adam dizüstüne uzanmış, parmaklarında dönen bir USB bellek.
“Şimdi bak,” diyor,
“bu dizide anlatılanlar sır değil artık. Rabbit Hole…
Gerçekliğin nasıl manipüle edildiğini gözümüze sokuyor. Ama insanlar hâlâ gözlerini kapatıyor.”

Dizi, bir adamın aklında yolculuk yapıyor.
Algının kırılganlığına ve ‘hakikat’ adı verilen maskeye dokunuyor.
Bilgi, silaha dönüştürülmüş.
Ve bilgiye sahip olan, gerçekliği yazan oluyor.

Tam da Orwell’in dediği gibi:

“Geçmişi kontrol eden, geleceği kontrol eder.
Bugünü kontrol eden, geçmişi kontrol eder.”


🌒 Gölgeler Ülkesinde Yankılar

Distopyalar, gelecekten korkanların bugünü anlatma biçimi…
1984, Cesur Yeni Dünya, Fahrenheit 451…
Her biri bir uyarı sireni gibi çalıyor zihnimizde.
Ve her biri, özgürlüğün ne kadar kolay elimizden alınabileceğini gösteriyor.

Ayna Adam biraz yaklaşır, bu sefer sesi daha kısık.
“Dikkat et,” der.
“Özgürlük, artık sana sorulmuyor. Ne kadarını kabul edeceğini seçmen isteniyor sadece.”

Demokrasi, çoğu yerde bir vitrin.
Arkasında ise karanlık bir depo: sansürler, gözetleme, sessizlik.
Tıpkı bir distopya romanının ilk sayfaları gibi.


🕳️ Tavşan Deliğinin Kıyısında

Belki de artık uyanmanın zamanı.
Çünkü hakikat, konforlu bir koltukta değil;
bilakis, dikenli soruların içinde saklı.

Fransız Komünü’nün idealleri,
Aydınlanma’nın ışığı,
ve distopyaların karanlık uyarıları…

Hepsi bir tavşan deliğine çıkıyor sonunda.
Ve bizden cesaret bekliyor.

Ayna Adam elini omzuma koyar gibi yapıyor.
“Haydi,” diyor,
“bir kez de bu sefer biz atlayalım. Gerçeklikten korkma.
Çünkü asıl karanlık, hiç sorgulamadığında başlar.”


🎬 Epilog: Sessizliğin İçinden

Ama artık kelimeler değil, sessizlik anlatıyor içimizdeki dengesiz teraziyi.

Ülke, çocuklarına bakarken korkularını görüyor, kelimeler, taraf seçmeye mecbur bırakılıyor. Annelerin gözlerinde gelecek yok, sadece direnmenin yorgunluğu var.

Eşitlik bir harita gibi, ama yolları hep başka yöne çıkıyor. Hürriyet, bir zamanlar haykırıştı, şimdi ise sadece içe çekilen bir şüphe.

Adaletse, sessiz bir kuyudan yükselmeyen yankılar kadar uzakta.

Ama belki de, bir gün, sessizliğin içinden bir ses yükselecek: “Buradayım.”

Ve biz, o sesi bir alfabe gibi çözüp, yeniden yazacağız birbirimizi.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Read More

17 Mar Ölümün Eşiğinde, Hatıraların Kıyısında

Ölüm, her seferinde başka bir yerden yakalıyor insanı. Bazen ansızın bir telefonla, bazen hastane koridorlarında, bazen de eski bir fotoğrafın içindeki gülüşle… Bu kez bir cuma günü geldi. Ardında yılların yorgunluğunu, sesini, bakışlarını bırakarak…

Babam aradı, “Haberler kötü,” dedi. “Amcanı kaybettik.” Hangi amcamı, diye sordum şaşkınlıkla. O kadar yakıştıramamıştım ölümü ona. Sanki bazı insanlar ölmezdi. Sanki bazı insanlar, zamanı avuçlarında tutan birer çınar gibi hep dimdik dururdu. Ama hayat, insana bir kez daha öğretiyor: Çınarlar da devrilir.

Aslında Sisifos Söyleni ve hayatın absürdlüğü üzerine bir yazı yazmış ve yayınlamayı planlarken, hayat yine bir absürtlük yaptı. Tam da varoluşun anlamsızlığını sorgularken, ölüm bir kez daha geldi ve bana, anlamı en çok sorgulayanların bile bazen kelimesiz kaldığını hatırlattı. O an, Sisifos’un kayasını yukarı yuvarlamasının sadece bir mit olmadığını, her insanın kendi kayasını sırtında taşıdığını fark ettim. Ve ne garip ki, bazen o kaya, bir kayıpla daha da ağırlaşıyor.

HATIRALAR VE KAYIPLAR

Amca… Bu kelimenin içinde çocukluğum var. Alsancak Sevinç Pastanesi sokağındaki evde, her hafta sonu yapılan o kalabalık aile toplanışları var. Yılbaşı geceleri var, bayram sabahları var, kahkahalarla anlatılan onlarca hikâye var…

Her ailede bir amca vardır; kimi serttir, kimi neşeli, kimi suskun, kimi hayatın içinde kaybolmuş… Ama her biri, bizim hikâyemizde birer sayfa gibi durur. Ve o sayfalardan biri eksildiğinde, hikâyemiz biraz daha yarım kalır.

CENAZE GÜNÜ VE AYNALAR

Cenaze günü… Siyah beyaz bir film gibi. Herkes biraz eksik, biraz yorgun, biraz da kaybolmuş. Dualar edilip toprak atıldığında, insan anlıyor ki ölüm dediğin sadece bir kayıp değil. Aynı zamanda geride kalanlar için bir sorgulama, bir hesaplaşma, bir ayna…

Sen, aynaya bakıyorsun. Ve Ayna Adam usulca konuşuyor:

“Sahi, ne kadar yer kaplıyoruz şu dünyada? Bir avuç toprak, birkaç damla gözyaşı, ardından gelen birkaç güzel cümle… Hepsi bu mu?”

Bazı insanlar 20’sinde ölür ama 70’inde gömülür, demiş bir yazar—şimdi kim söylemiş hatırlayamadım.

Ama amcam için öyle olmadı. O, sonuna kadar yaşadı. Ne de iyi yaptı. Ömrünü boşluklara harcamadı. Ve şimdi, her cenazede olduğu gibi, zaman durdu, dünya biraz daha boşaldı.

BİR MİRAS VE SORUMLULUK

Cenaze günü, herkes babama ve amcama dair güzel anılarını anlatma telaşındaydı o kısacık zaman dilimlerinde. O zaman daha net gördüm; amcamın ve babamın bize ne büyük bir miras bıraktıklarını ve de ne büyük bir sorumluluk yüklediklerini…

2024 yılında Türkiye’de günde 1694 kişi ölmüş. İstatistik olarak bakıldığında sıradanlaşan bir yaşam döngüsü… Ama gel bunu babama anlat, yengeme anlat, amcaoğluma anlat.

Ölümle ilk defa göz göze gelmiyordum; Naduşum var, Atınç’ım var, Nuri Abi var, Berkan Abi var, birer yıldız gibi kayıp giden. Ama amcamın vedası, içimde başka dalgalar kaldırdı, başka fırtınalar kopardı.

Ölüm, hayatın gölgesidir; varlığını bilirsin ama dokunamazsın. Bir gün gelip de karşına dikildiğinde, kelimeler eksilir, zaman bükülür. Her ölüm erkendir, çünkü her giden, ardında tamamlanmamış cümleler bırakır. Eksik söylenmiş cümleler, bir türlü edilmemiş teşekkürler, daha fazla vakit geçirilebilecekken ertelenen ziyaretler…

Ama amcamın ardından yalnızca sessizlik kalmadı. Hafif bir rüzgâr gibi esen anılar var, geçmişin tozunu kaldıran, hatıraların kuytularında yankılanan…

Ölüm sadece gidenin değil, geride kalanların da içini yakan bir rüzgâr gibi esiyor.

İnsan gerçekten ne zaman ölür? İsmi unutulduğunda mı, yoksa ona dair son hikâye de anlatıldığında mı?

Şimdi bize düşen, kelimelerle bir köprü kurmak zamana. Onu bir kez daha yaşatmak, hatıraların ince çizgisinde, sesi hâlâ kulaklarımızda çınlarken…


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


 

Read More

12 Mar Ubor-Metenga

Beklenenin Gölgesinde Titreyen Korku

Şu an yalnızım. Bilinmezliğin eşiğinde, bir kapının önünde, çektiğim koltuğa büzüşmüş halde bekliyorum. Kaç saat, kaç gün, belki de kaç ömür geçti bilmiyorum. Zaman burada farklı işliyor, ya da belki hiç işlemiyor.

Kapının ardında ne olduğunu merak ediyorum, ama açmaya cesaret edemiyorum.

Ya beklediğim şey beni beklemiyorsa?

Ya korktuğum şey aslında içimdeyse?

Fısıltılar… Zihnimde dolaşan, anlamını bilmediğim kelimeler… Kendi içimde yankılanan bir ses mi, yoksa kapının ardındaki bilinmezlik mi bana sesleniyor? Henüz buradayım, henüz yalnızım ama içimde bir gölge hissediyorum, bir varlık… ya da sadece bir düşüncenin, bir korkunun yankısı…
Belki de asıl korku, beklemekten doğuyor. Ve o an, karanlığın içinden süzülen bir fısıltı gibi, Ayna Adam beliriyor.

— Sen de mi buradasın?

— Elbette. Zaten hep buradaydım.

— Ne yapacağız?

— Karar senin. Kapıyı açacak mısın?

— Ya ardında beni bekleyen bir felaket varsa?

— Ya ardında sadece boşluk varsa?

Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” hikâyesindeki adam gibi, biz de bilinmezliğin koyu sisinde kaybolmuş durumdayız. O, kapısının ardındaki korkudan kaçarken aslında korkunun tam göğsünde soluk alıyordu. Tıpkı bizim gibi. Korku, bazen dört duvarın arasında değil, zihnimizin karanlık dehlizlerinde yankılanan fısıltılardan doğar. Bir gölge gibi süzülür içimize, önce ayaklarımızı bağlar, sonra dilimizi mühürler. Ve belki de en korkuncu, içimizde büyüyen bu sessizliktir.

Dışarıda yağmur başlamış. Sokağın ıssızlığı, gökyüzünün gri sessizliğiyle birleşiyor. Belki de bu sessizlik, kapının ardındaki şey kadar korkutucu. Oysa içimizde fırtınalar kopuyor. İnsan zihni bazen gerçeklikten daha karmaşıktır. Bir labirent gibi kıvrılır, her köşesinde yeni bir çıkmaz saklar. Düşünceler, bir nehir gibi akması gerekirken, bazen girdaplarda sıkışır ve olduğu yerde döner durur.

İçimizdeki karanlık, dış dünyanın belirsizliğinden daha derindir; çünkü dışarıdaki bilinmezliği görebiliriz, ama içimizde dolaşan gölgeler her zaman görünmezdir. Kendi zihnimizde yankılanan fısıltılar, bazen en karanlık gece kadar sonsuz ve dipsizdir.

— Ama ya mektup?

— Mektup diye bir şey yok. Bunu sen de biliyorsun.

— Peki ya gerçekten varsa?

— O zaman aç ve gerçeği öğren. Ama unutma, bazen bilmemek, bilmekten daha güvenlidir.

Mektup… Gerçek miydi, yoksa sadece bir yanılsama mı?

Hepimizin hayatında bir mektup var; açmaya cesaret edemediğimiz, içinde ne yazdığını öğrenmeye korktuğumuz bir mektup. Bazen bilinmezliğin içinde kalmak, gerçeğin ağırlığını taşımaktan daha kolaydır. Çünkü gerçeği öğrendiğinde, onu değiştirme şansın ortadan kalkar.

Beklemek… Beklemek bazen bir tercih, bazen de bir zorunluluktur. Peki insan gerçekten neyi bekler? Kendi korkularıyla yüzleşmeye cesareti olana kadar mı? Yoksa belki de korkunun, kaçınılmaz olduğunu anlayana kadar?

— O halde ne yapacağız?

— Korkuyu beklemeye devam mı edeceksin, yoksa kapıyı açıp onunla yüzleşecek misin?

Büzüşerek sindiğim koltuktan bir anlığına sıyrıldım. Bir gölge gibi usulca yükseldim, ayaklarım titrek ama kararlıydı. Sessizlik içinde kapının eşiğine yürüdüm. Günlerdir orada öylece duran, zamanın ve belki de korkunun ağırlığı altında ezilmiş mektuba uzandım. Parmaklarım kağıdın üzerinde tereddütle gezindi, sanki harfler derimden içeri sızıp ruhuma dokunacakmış gibi. Derin bir nefes aldım, sonra mektubu açtım. İçinde şu kelimeler yazılıydı:

Morde ratesden,
Esur tinda serg! Teslarom portog tis ugor anleter, fer to tagan ugotahenc metoy-doscent zist. Norgunk!
UBOR-METENGA.

Bilinmez harfler, rastgele sıralanmış kelimeler… Sanki kağıdın üzerine değil de zihnin en karanlık köşelerine kazınmış bir şifre gibi. Bir anlam var mıydı, yoksa anlam arayan biz miydik? Ubor-Metenga… Belki de yalnızca bir yanılsama, belki de gerçeğin, insan aklına oynadığı ince bir oyun. Harfler, gözlerimizin önünde titreşiyor, kimi zaman kayboluyor, kimi zaman keskinleşiyor. Kağıt, gölgelerle dalgalanıyor.

Belki de korkunun en güçlü yanı, var olup olmadığına bizim karar vermemizdir. Çünkü bir kez ona bir isim verdiğimizde, o artık içimizde yaşamaya başlar.

Ayna Adam gülümseyerek ekler:

“Tavşan korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar. Belki de korku, hareketin durduğu yerde büyür. Tıpkı rüzgârsız bir denizde kabaran dalgalar gibi, içimizde şekilsiz ama devasa bir kütleye dönüşür. Kim bilir, belki de biz cesaret etmediğimiz için değil, cesaret etmeyi unuttuğumuz için korkarız. Unutulan her adım, atılmayan her karar, korkunun gölgesinde kaybolur. Ve belki de en büyük yanılgımız, korkunun peşimizden geldiğini sanmamızdır. Oysa biz durduğumuzda, o büyür ve önümüzde yükselir.”

Dışarıdan bir ses duyuluyor. Belki de yağmur damlalarının penceredeki yankısıdır. Belki de postacı kapıyı çalmıştır. Titreyen ellerimle mektubu sıkıca kavradım. Gözlerim, harfler arasında bir anlam arıyordu ama bulamıyordum. Belki de anlam, sadece benim korkumla var oluyordu. Belki de ben ona bir anlam yükledikçe, o büyüyor, şekilleniyor ve kaçınılmaz hale geliyordu.

Zaman geçiyor. Bekleyiş devam ediyor. Kapı açılmıyor.

Belki de asıl gerçek, hiçbir zaman öğrenilmeyecek.

Bir kapı, bir mektup, bir adam ve onun korkusu…

Hepimizin hikâyesi bu.

Ama korku nedir gerçekten? İçimize işleyen, bizi olduğumuz yerde çivileyen bir zincir mi, yoksa aslında hiç var olmayan bir hayal mi?

Beklemek, bir sonu olmayan yolları yürümek gibidir bazen; ileriye adım atamazsın ama geri dönmek de artık mümkün değildir.

Belki de insan en çok, neyin daha ağır olduğunu bilmediğinde yorulur: Adım atmak mı, yoksa sonsuz bir bekleyişin içinde kaybolmak mı?

Kapının ardında bir şey var mı, yok mu? Belki de hiç önemli değil. Asıl mesele, bizim o kapının ardına ne koyduğumuzdur. Kendi zihnimizde yarattığımız gölgeler, gerçeklikten daha ağır değil mi zaten? Ve belki de en büyük tuzak, korkunun bizden bir adım önde değil, tam içimizde olmasıdır.

Unutma: Beklemek, bazen korkunun kendisinden daha ağırdır. Ama bazen de beklemek, korkunun kendisi olur.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” Hikayesi düştü aklıma sonra yolculuk beni buraya getirdi. İlk buluşmamız değildi (Tutunamayanlar 2.0 )son da olmayacak.

 

Read More

09 Mar Kendi Distopyamızı Yazarken

Yankı odaları ve Yeni Ütopyalar

“Özgürlüğün olmadığı yerde, yazgımızı belirleme yetimizi kaybederiz. Ne seçebiliriz, ne düşünebiliriz.
Ve günün birinde, onu özlemeyi bile unuturuz.”

Distopya edebiyatıyla ilk kez lise yıllarında, Madame Lilliane sayesinde tanıştım. Dönem ödevi olarak bana Cesur Yeni Dünya’yı vermişti. O zamanlar kitabı yalnızca bir bilim kurgu eseri olarak algılamıştım. Fakat yıllar geçtikçe fark ettim ki Huxley’nin anlattıkları yalnızca bir gelecek tasviri değil, giderek içine sürüklendiğimiz bir gerçeklikti. Şimdi geriye dönüp baktığımda, o sayfalarda aslında bugünü okuduğumu anlıyorum.

Düşünceyi Öldüren Sessiz Yankılar

Yaşadığımız çağ, Orwell’in 1984’ünden çok Huxley’nin Cesur Yeni Dünyasına benziyor gibi görünse de, belki de gerçeklik ikisinin bir karışımı haline geldi. Artık bizi büyük biraderin baskısıyla değil, haz ve unutkanlıkla kontrol ediyorlar. Düşünmeyi unuturken, neyin mümkün olduğuna dair çizgilerimiz de daralıyor.

İktidarlar ve Yeni Ütopyalar: Tatlı Rüyalar Gören Köleler

Eskiden iktidarlar kendilerini zorla kabul ettirirdi. Bugün ise kabul ettirmek yerine, sevilmeyi tercih ediyorlar. Devletler ve büyük şirketler, vatandaşlarını birer müşteri olarak görüyor ve müşterinin memnun kalması gerekiyor. Peki, nasıl?

  1. Sonsuz Eğlence ve Anlık Tatmin

    Modern dünya, insanları yönetmenin en etkili yolunun onlara sınırsız eğlence sunmak olduğunu keşfetti. Artık her an, her yerde tüketilebilecek bir içerik bombardımanı altındayız: Sonsuz sosyal medya akışları, biteviye dizi maratonları, mobil oyunlar ve yapay zekâ destekli eğlence platformları… Bunlar, insanın zihnini meşgul ederek ona sistemin dışına çıkma fırsatı tanımıyor. Sürekli yeni bir haz, yeni bir tatmin sunulurken, bireyin kendisini ve dünyayı sorgulamak için hiç zamanı olmuyor. Tıpkı Huxley’nin ‘soma’sı gibi, modern dünyanın sunduğu eğlence de bir tür uyuşturucuya dönüşüyor. Ancak bu uyuşturucu, baskı yoluyla değil, gönüllü olarak tüketiliyor.

  2. Alternatif Gerçeklikler

    Gerçekliğin şekillendirilmesi artık bir baskı aracı olmaktan çıkıp bir manipülasyon sanatı hâline geldi. Orwell’in 1984’ünde gerçek, sürekli değiştirilerek ve geçmiş yeniden yazılarak kontrol ediliyordu. Bugün ise gerçeklik, bizzat bireylerin inançlarına göre şekillendiriliyor. Algoritmalar ve sosyal medya, herkesin sadece kendi dünya görüşüne uygun haberleri almasını sağlıyor. Böylece ortak bir gerçeklikten çok, kişisel baloncuklar içinde yaşayan bireyler oluşuyor.Philip K. Dick’in Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi? eserinde olduğu gibi, gerçek ile simülasyon arasındaki çizgi giderek bulanıklaşıyor. Cesur Yeni Dünya’da olduğu gibi, sahte mutluluklar ve yapay tatminlerle bireylerin gerçeği sorgulaması engelleniyor. William Gibson’ın Neuromancerında betimlenen sanal gerçeklik dünyaları, günümüzde metaverse teknolojileriyle neredeyse gerçek oluyor.Bu durum, insanları yalnızca kontrol edilebilir değil, aynı zamanda manipüle edilebilir kılıyor. Gerçeklik, artık herkes için farklı bir yansıma hâline geldiğinde, toplumsal değişim için ortak bir bilinç oluşturmak neredeyse imkânsızlaşıyor.

  3. Yapay Seçenekler: Özgürlük Algısı

    Günümüzde bireylere özgür oldukları yanılsaması veriliyor. Seçenekler sonsuz gibi görünse de, aslında seçimler belirlenmiş sınırlar içinde gerçekleşiyor. Fast food zincirlerinde hangi hamburgeri yiyeceğinize karar verebilirsiniz ama gıda sektörünü kimlerin kontrol ettiğini sorgulamazsınız. Netflix’te binlerce dizi ve film arasında kaybolabilirsiniz ama bunların sunduğu dünya görüşünü değiştiremezsiniz. Seçimler sunulmuş gibi görünse de, temel yapılar sorgulanmıyor ve sistem değişmiyor. Noam Chomsky’nin Rızanın İmalatı kitabında belirttiği gibi, medyanın sunduğu haberler dahi görünürde çeşitlilik içerirken, aslında hep aynı çerçevenin içinde kalır.

  4. Bireyselleşme ve Kolektif Bilincin Zayıflaması

    Eskiden toplumsal değişimler büyük grupların hareketleriyle olurdu. Ancak günümüzde bireyselleşme teşvik ediliyor. İnsanlar kendi başarılarına odaklanıyor, kendi mutluluklarını arıyor ve kolektif bilincin gerekliliğini unutuyor. Franz Kafka’nın Dava adlı eserinde olduğu gibi, birey yalnızlaştıkça sistemin ezici gücü karşısında daha savunmasız hâle geliyor. Zygmunt Bauman’ın Akışkan Modernite kavramında belirttiği gibi, modern toplumlar artık katı yapılardan değil, geçici ve hızla değişen bireysel bağlantılardan oluşuyor. Bunun sonucunda ortak mücadeleler, yerini kişisel çıkarlara bırakıyor.

Bizim Distopyamız Hangisi? Henüz Yazılmadı mı?

Bugünün en büyük tehdidi Orwell’in bütünüyle baskıcı düzeni ya da Huxley’nin haz toplumu değil, gerçekliğin tamamen parçalanması ve insanlığın ortak bir anlamda birleşememesi.

  • Daha fazla bilgiye erişiyoruz ama daha az düşünüyoruz.
  • Daha çok bağlantı kuruyoruz ama daha yalnızız.
  • Daha fazla “seçim” hakkımız var ama daha az özgürüz.

Bütün bunları düşündüğümüzde, en tehlikeli distopya henüz yazılmamış olan değil, şu anda yaşadığımız ve fark etmediğimiz distopyadır. Orwell’in distopyasında insanlar zorla itaat ettiriliyordu, bizimkinde ise mutlu bir gönüllülükle kabulleniyorlar.

İnsanlık Nereye Gidiyor?

Gelecek konusunda iki ihtimal var:

  1. Unutkanlık ve Çöküş

    İnsanlar, sürekli eğlence ve tüketim döngüsü içinde gerçekliği kaybeder. Kolektif hafıza silinir ve toplum, düşünme gereği duymadan anlık tatminlerle varlığını sürdürmeye devam eder. Tıpkı Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451kitabında olduğu gibi, bilgiye ulaşmak yerine, onu yok sayan ve sorgulamayan bir toplum yaratılır. Sonunda insanlık, kendi geçmişini ve geleceğini yitiren, kontrol edilmesi kolay bir varlığa dönüşür.

  2. Yeni Ütopyalar ve Uyanış

    İnsanlık, bireysel farkındalık ve kolektif bilinçle yeniden örgütlenir. Gerçekle yüzleşmek cesaret ister ve bu cesareti gösterenler, sistemin dışına çıkmayı başarabilir. Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler kitabında olduğu gibi, kapitalizmin ve bireysel çıkarların ötesinde, ortak bir gelecek inşa etmeye çalışanlar ortaya çıkar. Bu senaryoda, insanlar haz yerine anlamı arar, tüketim yerine üretimi seçer ve gerçeği kendi elleriyle inşa eder.

Peki, hangi ihtimalin gerçekleşeceği neye bağlı?

Son Söz

Ayna Adam fısıldıyor:

— Bizim cesaretimize.

Bugün, düşünmeyi, sorgulamayı, hayal etmeyi bırakırsak, geleceğimiz şimdiden yazılmış demektir. Ama hâlâ bir ihtimal var: Eğer yeni ütopyalar yaratabilirsek, yaşadığımız distopyayı aşabiliriz.

Sonuçta, her şey bir soruyla başlar:

Başka bir dünya mümkün mü?

Ve en büyük devrim, bu soruya hâlâ “evet” diyebilmektir.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


 

Read More

07 Mar Dolu Dolu Boşluk

Bir Kitap, Bir Yansıma, Bir Boşluk

Kitap rafların arasında kaybolduğum bir gündü. Sanki kitaplar beni seçsin istiyordum, ben de birinin kapağını aralarken değil, o bana dokunduğunda başlasın hikâye… Dolu Dolu Boşluk tam da böyle geldi elime. Yakın zamanda Annemin Plaklarında duyduğum Enso Çemberi’ni gördüm önce kapağında. Sanki çölde doğru zamanda karşıma çıkmış bir kuyu gibiydi. Herkesin hayatında bir yolculuk vardır; kimi keşfetmek için, kimi kaçmak için yola çıkar. Benim yolculuğum ise, kendimi bulma çabasıydı.

İçimde bir boşluk mu vardı? Yoksa boşluğun doluluğuna mı ihtiyacım vardı? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, kapağına takılı kalan gözlerimin, farkında olmadan anlam arayışımın haritalarını çizmeye başladığıydı. Şu sessizlik anı var ya, hani göğüs kafesinin tam ortasına saplanan bir hüznün eşlik ettiği…
İşte orada tanıdım bu sesi. Baktım, müzik ve kelimeler birbirine sarılmış, yıllarca aynı yolda yürümüş gibiydi.

Yaşam Bir Sanattır

“Yaşamak bir sanattır ve sırrı da bir kazananı ya da kaybedeni olmamasındadır.”

Hayat, kazanmaktan ve kaybetmekten ibaret değildir. Hayat özünde, kazanmayı amaçlamak, kaybetmekten korkmak, yaşamayı arzulamak, ölüm karşısında endişe duymak gibi sınırlandırıcı ve sabitleyici duygular içermez. Bunlar tamamen yaşarken bizlerin geliştirdiği zihinsel bloklardır.

İnsan ölümden korkar, çünkü yaşamın ne olduğundan habersizdir. Bu durumda korku doğaldır, çünkü ölüm bizi bu fiziki varoluş dünyasından çekip alacaktır. Ve siz henüz yaşamamışsınızdır. Ne olduğunu bilmeden bu hayatı nasıl yaşarsınız ki? Çünkü hep yarına ertelemişsinizdir ama ya yarın yoksa? İşte o zaman korku başlar.

Goethe şöyle der:

“Yüce olan her şey yalındır.”

Ayna Adam: “Bir kitabı nasıl seçersin? Onun seni bulmasına izin vererek mi, yoksa fark etmeden köşesine sığındığın bir cümleyle mi?”

Ben de bilmiyorum Ayna Adam. Ama bilmediğim soruların peşinden gitmeyi seviyorum.


Sayfaların arasında dolaşırken, sanki bir yankı duyuyorum. Dolu Dolu Boşluk sadece bir varoluş sorgulaması değil, aynı zamanda insanın iç dünyasında gezinen bir felsefi harita gibi. Alpay Asar, kelimeleri birer kapı gibi kullanıyor; her kapıyı açtığında seni başka bir gerçekle yüzleştiriyor. Boşluğun anlamını, insanın kendine çizdiği sınırları ve bu sınırların nasıl aşılabileceğini sorguluyor. Bazen bir kelimenin ağırlığı altında eziliyorsun, bazen bir cümle seni hiç beklemediğin bir köşeye savuruyor.

Boşluk, sadece bir yokluk değil; aynı zamanda varlığın en saf halidir. Kitap boyunca, boşluğun kendisiyle yüzleşirken, kelimeler, içimizde açılan yaraları sarmaya çalışan ince iplikler gibi örülüyor. Boşluk, bazen içinden çıkamadığın bir labirent, bazen de sonsuzluğa uzanan bir kapıdır. Taozime göre boşluk -XU- nesnelerin var olabilmesi için zorunlu olandır. Mevlana ise şöyle der:

“Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen bir HİÇ ol. Menzilin yokluk olsun.”

“Söylesene, sen boşluğun neresinde duruyorsun?”

Ayna Adam: “Durmuyorum. Boşluğun içinden geçiyorum. Onunla yürüyorum. Kendimi, kaybolarak buluyorum. Sen ne yapıyorsun?

Yapabileceğim tek şey, derin bir nefes alıp cümlelerin içine dalmak.

“Labirentte yaşayınca uzun zaman, çıkışı bulmaktan korkuyor insan.”

Bir labirent düşün. Sağlı sollu duvarlarla örülü. Her kapının ardında bir sürü yarım bırakılmış hikâye. Hangisi seni dışarı çıkaracak, hangisi daha derine itecek bilmiyorsun. İşte boşluk dediğimiz, tam da bu bence. Dolusunu da, yoksunluğunu da kabul etmek.

Kimse bizim için yürüyemez, yürüyüşümüzde bize yardım edemez. Yolun kendisi hedef olmalı, süreçler bizim rehberimizdir. Yol yürüdükçe kendini açar. Mevlana şöyle der:

“Sen yürümeye başlayınca yol kendiliğinden görünür.”

Son Söz

Bazı kitaplar okurunu seçer. Bazı kelimeler aklınızda çığ düşürür, bazıları ise bir melodinin peşinden çıkar karşınıza. İşte bu kitap, benim için bir ezginin izini süre süre vardığım bir boşluğun sesi oldu.

Unutma, bazen en dolu anların, en boş hissettiğin zamanlarda saklıdır. Boşluk, düşündüğünden daha fazla anlam taşır. Bazen içindeki sessizlik, yankılanan en güçlü sestir. Kendini bulmak için önce kaybolmayı göze almalısın.

“İçindeki boşluk seni ürkütmesin, bazen ruh en çok orada genişler.”

Belki de arayışımız, kaybolmanın kendisinde saklıdır. Özgürlük, bazen yanılgılarla dolu uzun bir yoldur. Ve boşluk, onu fark ettiğinde seni kendine çağıran bir aynadır. Kaybolmak da bir varoluş biçimidir; çünkü bilirsin ki, bir gün kendini yeniden bulacaksın.

“İnsan yolunu kaybetmeden kendini bulamaz.”

Boşluğun içinde bir yankı var, kendini hatırlatan. O boşlukta kalmak bazen huzurun ta kendisi olur.

“Bir yerlerde, çok uzakta, içimde bir dünya var ve ben ona ulaşmaya çalışıyorum.” diyor Pessoa.

Belki de hepimiz o dünyaya ulaşmanın peşindeyiz. Kendi içimizde, bir labirentin ortasında, bir ışık arıyoruz.

Ayna Adam tekrar fısıldıyor: “Peki ya ışığa ulaşırsan? Yolun biterse?”

Belki de yolun kendisi, o ışığın parçasıdır. Ve belki de asıl mesele, varacağımız yer değil, yürüdüğümüz yolun bizi nasıl dönüştürdüğüdür.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


 

Read More

03 Mar Umutsuzlar Parkında Ayna Adamla Bir Gece

Binlerce ama binlerce yıldır yaşıyorum.
Bunu göklerden anlıyorum, kendimden anlıyorum biraz.
İnsan, insan, insandan… Ne iyi ne de kötü.
Kolumu  sallıyorum yürürken, kötüysem yüzümü buruşturuyorum
Çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum.

Ayna Adam yanı başımda. Gözleri kapalı, dinliyor. Biliyorum, o da aynı parkın içinde.

Bu park bizim. Bu park herkesin. Bu park, yalnızlığın en kalabalık hali.

“Ne demek binlerce yıldır yaşıyorum?”diyor.
“Belki de her insan kendi geçmişinin toplamıdır,” diyorum.
“Ya geleceği?”
“Gelecek, değişmekle gelir. Ama değişmek mi gerçekten?”

Sessizlik.
Sonra şairin sesi içimizde yankılanıyor:

Biri mi öldü, biri mi sevindi, değişmek koyuyorlar adını

“Ölen kim?” diyor Ayna Adam.
“Bilmiyorum. Belki eski ben.”
“Yeniden doğan?”
“Yine ben. Ama tanıyamadığım halim.”

Ayna Adam sigarasını derin bir nefesle söndürüyor.
Göğe bakıyor, yıldızlar çok uzakta. Bir şey söyleyecek gibi oluyor, ama susuyor.

Oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan
Ve geçilmiyor ki benim
Duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan.

Yapılmışlık. Bir kalıba dökülmek, bir şekle girmek…
Ve sonra o şekilden çıkmaya çalışırken kaybolmak.

“Değişmek dediğin nedir ki?” diyorum.
“Kimine göre unutmak, kimine göre erimek.”
“Ya sana göre?”
“Bana göre kendimi ayırmak,” diyor Ayna Adam. “Yapayalnız olmaktaki kendimi.”

Bunu onlardan anlıyorum biraz.
Erimek, bir olmak ve unutulmak içindeki onlardan.
Ya da bir başkaca şey…

Masa, İnsan ve Yalnızlık

Edip Cansever’in masasını bilirsin. Hani şu her şeyin üzerine konduğu masa. İnsanların, eşyanın, düşüncelerin, yüklerin…
Ve sonunda, şairin alaycı sesiyle dile gelen şu cümle:

Masa da masaymış ha.

Bir masa kadar güçlü olabilir mi insan?
Onca ağırlığı taşıyabilir mi?
Belki de bütün mesele, taşıyıp taşıyamamak değil.
Bütün mesele, o masanın üzerine ne koyduğun.

“Senin masan var mı?” diyor Ayna Adam.
“Var. Üzerinde eski defterler, kaybolmuş adresler, yarım kalmış yazılar…”
“İnsan da bazen masa gibi olur, değil mi?”
“İnsan en çok masa gibi olur. Bütün ağırlıkları taşır ama kendi için bir şey olamaz.”

Gülüyoruz.
Ama bu, neşeli bir gülüş değil.
Bir masanın altına saklanmış, yıllanmış bir gülüş.

Ve sonra, yok artık sıkılıyorum, diyorum.
Ne demek bu?
Bilmiyorum. Ama hissediyorum.

İçinden Doğru Sevdim Seni

Gece ilerliyor.
Parkın ışıkları yüzümüze düşüyor.
Ayna Adam oturduğu yerde hafifçe geriye yaslanıyor.

“Peki sevgi?”diyor.
“Ne olmuş sevgiye?”
“Sen hiç içinden doğru sevdin mi?”

Bir an duruyorum.
İçimde bir cümle yankılanıyor.

İçinden doğru sevdim seni.

“Belki de bir insanı en çok, ona hiç söyleyemediğin sevgiyle seversin.”
“Ama sevilmek için görünür olmak gerekir.”
“Peki ya sevmek?”

Gözlerini kapatıyor. Ağaçların arasından bir karanfil düşüyor.
Belki de Yerçekimli Karanfil bu.
Düşerken bile bir ağırlığı var.

“Her şeyin bir ağırlığı var,” diyorum.
“Ama bazı şeylerin ağırlığı görünmez.”
“Mesela?”
“Bir gülüşün, bir dokunuşun, bir kelimenin… Bir insanın eksikliğinin.”

Eksiklik en ağır yüktür.
Onu taşıyamazsın, yere bırakamazsın, adını bile koyamazsın.
Ama o hep seninle gelir.

Adsız Bir Çiçek Gibi

Sabaha karşı parkın rengi değişiyor. İnsanlar yavaş yavaş kayboluyor. Sanki gece boyunca burada sadece biz varmışız gibi.
Ayna Adam ayağa kalkıyor.

“Gidiyor musun?” diyorum.
“Gitmiyorum,” diyor. “Seninle beraber kalıyorum.”

Biliyorum ki doğru söylüyor.Çünkü o bir ses, benim iç sesim.

Şairin de dediği gibi:

Adsız bir çiçek gibi

Kimsesiz bir çiçek gibi. Büyür içimde yalnızlığım.

Ve yalnızlık, sanılanın aksine, bizi eksiltmiyor.
Bazen tam da yalnızlığımızda büyüyoruz.
Geriye sadece bir masa kalıyor.
Üzerinde birkaç sözcük, bir yazının kırıntıları…

Ve biz, Umutsuzlar Parkı’nda bir gece daha yaşıyoruz.

Binlerce ama binlerce yıldır olduğu gibi.


Edip Cansever’le ilk kez Umutsuzlar Parkı Bölüm 3’te tanıştım.
Cemal Süreya’nın, Dostoyevski’yi okuduğu günden beri huzurunun kaçtığını söylerler.
Benim de Edip Cansever’i okuduğumdan beri başka bir türlü bakar oldum her şeye.
Kelimelerin arasında gezinen yalnızlığın, parkların içine sinmiş umutsuzluğun, bir masaya yüklenen anlamın, bir çiçeğin taşıdığı ağırlığın farkına vardım.
Bazen bir şiir seni değiştirir. Ve bazen, bir şiirle değiştiğini fark ettiğinde, artık hiçbir şeye eskisi gibi bakamazsın.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Onca Edip Cansever şiirinden sadece dört tanesine dokunabildim.  (Umutsuzlar Parkı Bölüm 3, Adsız Bir Çiçek, İçinden Doğru Sevdim Seni ve Yerçekimli Karanfil) Oysa aklımda daha onca şiiri vardı onlarda belki başka bir yazıya kaldılar.
Şiire dair yazılarım ilk değildi bunlar da var;

İhtiyacı olanındır Şiir…
Şarkılardan Şiire
Sevda ile Sevgi

Son da olmayacak…

Read More

27 Şub Karışık Kaset

Güneşli ve soğuk bir şubat günü, kulaklıklarım kulağımda, vapura doğru yürüyorum. Ben Okurum’un bir bölümünü dinliyorum.
– Daha dinlemeye başlamadıysanız çok şey kaçırıyorsunuz. –

“Ayrılıkla da sevdaya dair” diyorlar, Atilla İlhan’ı konuşurken.
Ben, bunun şiir olduğunu önce şarkısını dinleyerek öğrendim. Vedat Sakman besteledi ve Zuhal Olcay söyledi. Şimdi aklıma geldi, ben Vedat Sakman’ın hiç bir solo konserine gitmedim.

“Hatırlıyor musun?” dedi Ayna Adam, usulca yanıma sokularak. “İlk dinlediğin şarkıyı?”

Gözlerimi kıstım, düşüncelere daldım. Aklımda binlerce anı varmış gibi geliyor ama yazmaya kalkınca hepsi öğretmenle göz göze gelmekten kaçan öğrenciler gibi silikleşiyor.
Evde bir 33’lük plak vardı, rahmetli Talih dayım getirmişti. Üzerinde nükleer patlamanın mantar dumanı… Albümün adı da, müziği de sisler içinde. Ama belki de bilinçli dinlediğim ilk albüm oydu.

“Ve Pink Floyd?” diye devam etti Ayna Adam, gülümseyerek. “O duvarları yıllar sonra fark ettin, değil mi?”

Evet… Evde The Wall 45’liği vardı, ama o zamanlar farkında değildim. Bazı şarkılar yıllar sonra anlam kazanıyor, tıpkı bazı anıların ancak belli bir yaşta içimize oturması gibi.

“Ya annenin toz aldırma marşı?” diye sordu, göz kırparak.

Gülümsedim. Enrico Macias’ın “Oriental” albümü… Annem, kız kardeşlerimi Fransızca şarkılarla motive ederek temizlik yaptırırdı. Şarkılar bazen bir evin içinde yankılanan geçmiş, bazen de yanlış anlaşılan bir hatıradır.
1988’de Fransa’ya gittiğimde, annem benden Enrico Macias’ın albümlerini istemişti. Ama dikkatsiz kulaklarım, müziğin değerini kaçırmıştı. Plağa vereceğim parayı yanlış harcamış, Glenn Medeiros’un “Nothing’s Gonna Change My Love for You” kasedini almıştım.

Ayna Adam başını iki yana salladı. “Kimi anılar pişmanlık gibi oturur insanın göğsüne, kimi ise gülümseyerek döner geçmişten. Ama hepsi bir şarkıyla mühürlenir.”

Barış Manço’nun Arkadaşım Eşşek’i ile büyüdüm, kızımı da onunla büyüttüm. Babaannem ise hep üzerine alınırdı Süper Babaanne şarkısını. Her şarkı bir kişiye, bir âna tutunurdu. Sezen Aksu’nun albümleri ortaokul yıllarımın duygusal fonuydu. Aşkın Nur Yengi’nin Sevgiliye’si aklımızı başımızdan aldı, Levent Yüksel ile med cezirlere kapıldık.

“Peki ya Capello geceleri…”

Nasıl unuturum? Yaşım yetmese de tanıdık kontenjanından içeri sızdığım o büyülü anları… Saatler ilerledikçe, disko ritimlerinin yerini yavaş yavaş slow parçalar alırdı. Çift olabilenler, “Because I Love You” ile birbirlerine sarılır, ardından “Kingston Town” melodisi ile köşede tek başına kalan mahsunlara nazire ederlerdi.

Sonra… Plaklar çöpe gitti, kasetler hüküm sürdü, ardından CD’ler tahtı devraldı. Nasıl içim yanıyor şimdi, o zamanlar hoyratça çöpe atılan plaklara,  kasetlere… Her biri bir hatıra, bir melodiydi; bilinçsizce fırlatılan, zamana yenik düşen ama içimde yankısı kalan. Nasıl da kandırıldık dijitalden gelen seslerin daha iyi olduğuna.

Babam ilk CD çalar aldığında evde hiç CD’miz yoktu. Yabancı bir slow karışık CD bulmuş, doğum günümde çalmıştım. Richard Marx’ın “Right Here Waiting” şarkısında gözlerimi kapatıp hayal kurmamı söylemişti Barbaros. Bir kelimesini bile anlamadan dinlemiştim ama duygusu içime işlemişti.

Zamanla hayatıma daha fazla anı, daha fazla şarkı girdi. Her biri, yaşanmışlığın birer yankısı gibi kulaklarımda çınlıyordu.

Bir gece Step Bar’da Kudusi’den Agora Meyhanesi’ni dinlerken, 18’li yaşların başında, rakının buruk tadını yeni yeni keşfederken düşündüm kendimi: Şarkılar aslında anıların ruhuydu.

Gecenin soğuğunda yürürken ellerimi cebime sokup içimden Ellerim Cebimde diye mırıldanmak…

Lise arkadaşlarımla her buluşmada, zamanın durduğu o anlarda, Ele Güne Karşı yükselirdi dillerimizden. Dünya bir yana, biz bir yana…

“Olmasa Mektubun” ile kadeh tokuşturmak, geçmişe selam çakmak…

“Geçse de gençlik çağım” diyerek Zilli’de henüz geçtiğini fark etmediğim günlerime seslenmek…

Bir marş gibi “Losing My Religion” söylemek ve yıllarca mod-a-mod tercümeye takılarak inancını kaybetmeyi dini kaybetmek olarak anlamak…

Ankara’dayken “Ankara’da Aşık Olmak zor” demek, İstanbul’a giderken “Bekle Bizi İstanbul” diye mırıldanmak…

Sabahları okula giderken Modern Sabahlar’da güne “Perfect Day” ile başlamak…

İlhan İrem, Aznavour, Leonard Cohen, Dire Straits, Sting…

Sonra içime bir merak düştü, acaba kaç şarkı vardır diye, üşenmedim araştırdım. Elle tutulur tek veri olan Spotify arşivinin sonucu bile beni şaşırtmaya yetti; 2020 yılında arşivinde 60 milyon şarkı varmış ve her dakika 20 yeni şarkı ekleniyormuş. O kadar şarkı var ki insan hangi birini hatırlasın…

“O kadar şarkı var ki hayatına dokunan,” dedi Ayna Adam, “ama neden bazıları unutulmaz?”

Duraksadım. “Çünkü şarkılar, anılara çapalanmadan sadece boşlukta savrulmuş notalardır. İnsan, duyduğu her ezgiyi değil, hissettiği her ânı hatırlar.”

Ayna Adam gözlerini kapattı, başını hafifçe salladı. “Tıpkı bir koku gibi, bir dokunuş gibi… Şarkılar da anılarımızın içine işlemiş gizli mürekkeptir. Zaman geçer, her şey unutulur ama bir şarkı çaldığında her şey geri gelir. Çünkü biz onları sadece dinlemedik—yaşadık.”

Ve işte, bazı şarkılar unutulmaz. Çünkü bazı anlar sonsuzdur.

Ayna Adam derin bir nefes aldı ve gözlerini bana dikti. “Peki, söyle bana,” dedi, “nereye gidiyoruz?”

Bilmiyordum. Gerçekten bilmiyordum.

Ayna Adam gülümsedi, uzaklara bakarak mırıldandı:

Gün çoktan döndü buralarda
Ve ben simsiyah bir gecenin koynunda yapayalnız bekliyorum
Duyuyorum, görüyorum
Bir gün gelecek dönence, biliyorum

Peki, sizin karışık kasetin hangi şarkılarla dolu?


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Eve Götürmelik Bilgi: Dönence şarkısı çok sever ama anlam yükleyemezdim. Yazarken aklıma düştü ve araştırdım. Bir söyleşide şöyle demiş Usta;

Dönence dünyanın iki ayrı kutbundaki enlemlerdir ve hiçbir zaman birlikte olamazlar. İnsanın doğasında da iki zıt kutup vardır. Bu kendisinde olmayanı arama içgüdüsüdür. Burada insanlardaki tatminsizliği ve olmayanı arama duygusunu açıklamaya çalıştım. Devamlı gelecekte olacakları umut ederek yaşayan insanları yani.

Sinemamuzik e-dergisinin bir haberine göre 2020’in Mart ayında 147 müzikseverin seçtiği 10 şarkı üzerinden yapılan listede Dönence birinci sırayı almış. Diğer Şarkılar da sırasıyla Bir Derdim Var – Mor ve Ötesi , Tamirci Çırağı – Cem Karaca, Ele Güne Karşı – MFÖ, Afili Yalnızlık – Emre Aydın, Senden Daha Güzel – Duman, Paramparça – Teoman, Bir Kadın Çizeceksin – Manga, Sil Baştan – Şebnem Ferah, Sözlerimi Geri Alamam – Bulutsuzluk Özlemi. Haberin linki 

Read More

25 Şub Deli Bir Çocuğun Peşinde

Bir Kitap, Bir Yolculuk, Bir Hayat…

Ayna Adam yine karşımda. Gözlerini üzerime dikmiş, bekliyor. Sessizce, kıpırdamadan… Biliyorum, bana sormadan duramayacak. Ama bekliyor.

Ona dönmeden, zihnimde bir harita oluşturuyorum: 2014’ün buzlu sabahlarından başlayan bir yolculuk; İsviçre’nin soğuk, resmiyet kokan toplantı salonlarından, Paris’in soğuk bekleme salonlarına, oradan Cancun’un sıcağında altın sarısı kumsallarına, Havana’nın dar sokaklarına, devrim kokan duvarlarına kadar uzanan bir serüven.

Ve yanımda bir kitap: Deli Çocuğun Güncesi.’

Bu kitap, yanımda taşımadığımda eksik hissettiğim, her kelimesine ruhumla bağlandığım, yerinde duramadığım bir yol arkadaşıydı. Ve şimdi, Ayna Adam’ın gözleriyle karşı karşıya, her bir satırını içimde yeniden yaşıyorum.

“Kitapları neden yanına alırsın ki?” diye soruyor Ayna Adam, sesinde her zamanki gibi bilindik bir ironi.

“Bazı kitaplar sadece okunmaz,” diyorum, “yaşanır.”

Bazı cümleler insanın içine işler, düşüncelerini sarar, yayılan bir çatlak gibi göğüne yükselen bir duman olur. Özgür Bacaksız’ın kelimeleri de tam öyleydi. Otel odalarında, havaalanı bekleme salonlarında, denizin kıyıya vuran dalgalarını izlerken, bile bile kaybettiğim soruların cevabı gibi.
O cevabın peşinden gittiğim her an, bir parça kendimi bulduğum bir yolculuktu.

Bavulumda yer yoktu ama ruhumda geniş bir alan açıldı ona. Çünkü bazı kelimeler, sadece gözlerinle değil, adımlarınla da okunur. Bazı cümleler, pasaportlardan bağımsızdır; onlar, insanın yüreğine damga basar. Ve bazı kitaplar, insanın içinde taşınır, tıpkı bir parça melankoli gibi, tıpkı bir parça özgürlük gibi…

Deliliğe Tutunmak

“Bir tutam delilikti benimkisi, tüm yaşanmışlıklara inat,’“diyor yazar.

Ayna Adam gülümseyerek başını sallıyor. “Senin deliliklerin neden sadece lafta kalıyor, Anıl?”

“Bilmiyorum. Belki deliliğimi matematikle gömdüm. Formüllere, hesaplara, kesin sonuçlara…”

Odtü’nün arka kapısında bir çıkış yolu vardı sandım. Ama öğrendim ki bazen, sen çıksan da içindeki şeyler çıkamıyor. O defterleri bir türlü kapatamadım, Ayna Adam. Bazen sırtındaki yüklerin, geçmişin, hâlâ peşinden gelir. Biriktirdiğin acı, gözlerindeki derin çizgiler gibi seni bulur, sen her ne kadar onlardan kaçmaya çalışsan da…

Bazı şeyler hala sırtımda, her adımda biraz daha ağırlaşıyor.

Denizin kıyıya taşıdığı dalgalar gibi, ben de içimde unuttuğum hayallerin kıyıya vurmasını bekliyordum.

“Çocukken hayallerimiz vardı. Sonra büyüdük. Ve hayallerimizi gerçekleştirmek yerine, onları unuttuk.”

Bir noktada, hepimiz vazgeçtik mi, Ayna Adam? Çocukken değiştireceğimize inandığımız dünyayı, büyüdüğümüzde olduğu gibi mi kabul ettik?

“Deli dediler bana. Beni anlamayanlar… Oysa delilik, bazen aklın sınırlarını aşmak değil midir?”

Bir insan gerçekten iyileşmek ister mi, Ayna Adam? Yoksa deliliği muhafaza etmek, sıradanlığa teslim olmaktan daha mı anlamlıdır? Belki de asıl mesele, içinde taşıdığın çılgınlığı, başkalarının rasyonelliğine teslim etmemektir.

Gerçekleri görmek için gözlerini kapatmak, düşlerin peşinden gitmek…Beni hasta edeceklerini biliyorlardı. Çünkü iyileşmemi istemiyorlardı. Ama ben onlardan daha deliydim. İyileşmeyi hiç düşünmedim.

Mantığı Cebe Koymak

“Öyle ideal, amaç, hedef geç onları evlat geç. Önce ezileceksin, hırslarının kurbanı olacaksın, kıskançlık, doyumsuzluk derken başkalarını ezeceksin. Yani anlıyor musun evlat, işte insan budur…”

Ayna Adam kahkahasını zor tutuyor. “Hadi, sok mantığı cebine.”

“Mantık iş yerinde geçerli mi, sence?” diye soruyorum. Cevabını bilerek.

O an, her şeyin bir oyun olduğunu, insanın anlam arayışında kaybolduğunu fark ediyorum. Mantık, insanı hayatta tutmaya çalışan bir sistem, ama ruhunun katmanlarında gezinmek, mantığa meydan okumak, en derin gerçekleri görmek… İşte asıl mesele bu.

Alışmak ve Bağışıklık

Özgür Bacaksız, bir gerçeği fısıldıyor sayfalardan: “Çocuklukta içimizde oluşan mutluluk yerini zamanla karamsarlık ve düşünceyle çekilen sancıya bırakır.”

“Bunu hep mi böyle hissetmek zorundayız?” diyorum,  “Alışmak bir hastalık mı, yoksa tedavi mi?”

“Bağışıklık kazanıyoruz. Bunu biliyorsun,'” diyor Ayna Adam.

Bağışıklık kazanmak, bir çocuğun saf bakışından sıyrılıp hayata ve olaylara her geçen gün daha bir tedirgin bakmak demek. Bir anlamda unutmaktır, belki de bir tür hastalık. Zamanla, unuttukça insan kendini kaybeder mi? Bazen ağrıyı unuttum sanırım, ama acı, yavaşça her anın içine yerleşiyor.

Ruhun Hep Geride Kalır

“Sürekli koşuşturuyorum ama ruhum hep geride kalıyor,” diye not düşmüşüm sayfalara.

“Bunu hissettiğinde ne yapmalı?” diye soruyor Ayna Adam.

“Bilmiyorum. Bir istasyona gidip, siktir olup gitmeli belki. Daha acı çekeceğim bir yere, ya da daha huzurlu olacağım bir yere…”

Ama gitmek her zaman bir çözüm mü? Gerçekten bir yerden bir yere gitmek, içerideki boşluğu doldurur mu? Belki de soruyu değiştirmek, ruhu bulmak için bir başka yol aramak gerekiyor. Ama bazen gidişler de bir anlam ifade etmiyor. İnsan sadece durarak, her şeyi bir anlığına olduğu gibi kabullenerek de bir yerlere varabilir.

Ve Son Sahne?

Özgür Bacaksız söylüyor: “Her şey devam ederken delirebilirsin, sitem edebilirsin, varoluşuna bela okuyabilirsin… Ama son sahnede her şeyi geride bırakmalı insan, sokağa çıkmalı ve yoluna bakmalı.”

“Son sahne ne zaman, Anıl?'” diyor Ayna Adam.

Bilmiyorum. Belki de hiçbirimiz bilmiyoruz.

Ama bildiğim bir şey var: En sevdiğin şarkıyı mırıldan, aynaya bak ve kendine gülümse. Çay demleniyorsa, hâlâ umut var demektir.
Bu hayat, bazen ne kadar karmaşık olursa olsun, her anında bir umut, bir anlam taşır. Zihnimizdeki karmaşadan sıyrılmak, küçük bir anın içindeki huzuru bulmak…

Yolculuğum sona erdiğinde, kitabın kapağını kapattım ama içimde bir şeyler sonsuza dek değişmişti. Küba’dan ayrılmadan önce, bir duvar yazısı dikkatimi çekti: “Devrim, sadece bir başlangıçtır.”
Sahi, her yolculuk, her okunan kitap, her yaşanan an, içimizde bir devrimi başlatmaz mı, Ayna Adam?

Bazı kitaplar sadece okunmaz, yaşanır. Bazı yolculuklar, insanın iç dünyasını da değiştirir.
Deli Çocuğun Güncesi de benim için öyleydi. Sayfaların arasında, bir kitap değil, bir ben buldum. Her okuduğumda biraz daha derinlemesine sızan, her satırında farklı bir kendime ulaşarak daha da şekillendiren bir yolculuktu. Gerçekten, bazen bir kitap, bir hayat kadar büyük olabiliyor. Her sayfası, her satırı başka bir dünyayı hatırlatıyor insana. Bu kitaptan aldığım yalnızca kelimeler değil, bir de onun peşinden gitme cesaretiydi.

Ve bir şey daha öğrendim: Yolculuk sadece gittiğimiz mesafelerle değil, insanın içsel dönüşümüyle de ölçülür. Bu yolculuk, dışarıda bir yere varmak değil, içindeki sonsuz dünyaları keşfetmektir.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Meksika-Küba Seyahatinin detaylarını merak edenler için; buyrun yazının bağlantısını  Siz 40 Yaşınıza Nerede Girdiniz?

Read More

23 Şub Genç Bir Mühendise Yeni Öğütler

Bazıları geceleri rüyalara dalar, ben gündüz düşlerinde kaybolurum ve bazen, o düşleri mürekkebe bulayıp kağıda dökerim. Artık bunu biliyorsunuz diye düşünüyorum. 2024’ün mevsimleri şaşırmış bir Aralık gününde, Makina Mühendisleri Odası meslekte 25 yılımı geride bıraktığımı hatırlattı bana; sade ama anlamlı bir törenle. Bir çeyrek asır boyunca, bu düşlerin ve gerçeklerin arasında yürüdüm. Bana mühendis dediler, ben ise ‘ışıkla gölge arasında bir köprü’ olmaya çalıştım. Mühendislik benim için yalnızca bir meslek değil, bir düşünce biçimi, bir dünya görüşüydü. Her karşılaştığım problem, çözümün peşine düşmem için bir davetti. Makinaları, süreçleri anladıkça, insan zihninin sınırlarını da zorlamaya başladım, düşündüm.
Ayna Adam, omzumda bir fısıltı gibi belirdi:

“Yıllar geçti, peki ya şimdi? Hâlâ aynı köprünün bekçisi misin? Yoksa inşa ettiğin köprüde durup arkana mı bakıyorsun?”

Uzun yıllar boyunca fark ettim ki, bir mühendis öğrenirken de, tasarlarken de, hatta yanılırken bile inşa eder. Hatta buna dair yaşanmışlıklarımı bundan beş yıl önce bir yazıyla kayıtlara almıştım. Yarım asırlık yaşım ve çeyrek asırlık mühendislik yolculuğumun bana verdiği yetkiye dayanarak bu yazıyı yeniden yazmaya cüret ettim.

“Bakalım kahramanımızı bu süreçte ne tür maceralar bekliyor?” diye ekledi Ayna Adam, bir dış ses edasıyla.

“Bilmez misin Ayna Adam; sonunu düşünen kahraman olamaz!”

Mühendislik diploması olan herkes mühendis midir? Sanmam. Bu nedenle kendi içimde bir sınıflandırma yapmıştım ve hâlâ yaptığımın arkasındayım:
• Mühendislik diploması olanlar,
• Mühendislik yapanlar,
• Mühendisliği yaşayanlar.
Sonuncusu bir lütuf mu, bir lanet mi, bilmiyorum. Ama bilmediğim bir şeyi sorgulamadan kabul edemem.

“Sanki bildiklerini bile sorgulamıyorsun?” dedi Ayna Adam.

“Sorgulanmamış yaşam yaşanmamıştır.” diye susturdum onu, benden daha geveze olmaya başladığının farkındaydım.

Orhan Kemal, “Güçlü bir hafıza, ağır bir cezadır.” der. Hafızanız güçlü mü? Değilse yalan söylemeyin, dürüst olun ya da sonsuza kadar o yalanın yükünü taşıyın. Seçim sizin. Ama unutursanız, başlangıçta rahat edersiniz belki, ancak gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkma gibi kötü bir huyu vardır. Hayatım boyunca yalanı hep azaltmaya çalıştım. Söylediğim zamanlarda da bedelini ödemekten kaçmadım. Hafızamın gücüne değil, içimdeki huzura güvendim.

Yatarak bir şey yapabilen bildiğim mahluklardan biri tavuktur – ve birkaçını daha sayabilirim ama onlar bana kalsın. O yüzden harekete geçin ve deneyin. “Çıraklığını bilmediğiniz işte usta olamazsınız.” Sahaya inmeden, elinizi kirletmeden öğrenemezsiniz.

Tecrübe, hata yapmama sanatıdır; ancak bu sanata ulaşmanın tek yolu, bolca hata yapmaktır. Çelişki gibi mi görünüyor? Hayatın doğasında var. “Erken başarısız olun” (Fail Early) bunu mottonuz yapın.

Yolun Sonunda Yanlış Duvara Dayanmış Bir Merdiven Olmasın

Hedeflerin hep olacak. Hedefsiz insan, rüzgâra teslim olmuş bir yelkenlidir; nereye savrulacağını bilmez. Ama lokal hedeflere takılıp bütünü gözden kaçırma. Kutunun içinden baktığın kadar, dışından da bak. Hatta bazen kutunun hiç olmadığı senaryoları düşün. Bu bana hep ormanda az seçilen yolu seçmeyi hatırlatır. Bacaklarına dikenler batar, ayakların çamura bulanır belki ama sonunda ulaştığın manzara buna değer. Ancak bir hedefin peşinden körü körüne gitme. “Peyniri arada bir kokla.” Hâlâ taze mi, yoksa artık çürüdü mü, anlamaya çalış. Eski peyniri unutma cesaretini göster. Ancak bu şekilde yeni peynirleri bulabilirsin.

Ve en önemlisi, hayatının amacı olarak gördüğün duvarın en tepesine vardığında yanlış duvara merdiven dayadığını fark edersen, yeniden başlamaktan korkma! Aynı şarkıda takılı kalanlar utansın, yeni bir melodiye cesaret edenler değil.

İnsan ve Makine Arasında Bir Yerde

Her gün, bir önceki günden farklı olsun. Bunu anlatan en güzel mısra yine Nazım Baba’dan gelir:

“Doğmamış çocuğumdan geri, ölmüş babamdan ileriyim.”

Bilgi işlem teknolojisinin önemini ilk kez vurguladığımda, dünya bambaşka bir yerdi. O zamanlar dijitalleşme konuşulurdu, şimdi ise EYAY (AI) hayatımızın her yerinde. Bazen hayranlık uyandırıyor, bazen korkutuyor, bazen de insanı düşündürüyor: Makinaların olmadığı bir çalışma ortamı kalmayacak, peki ya insanın olmadığı bir çalışma ortamında insanlar için nasıl çalışacağız? Bu da başka bir yazının konusu olacak artık.
Geçenlerde denk geldiğim bir söz, bu kaygılarımı yönetmemde bana rehber oldu ve Nazım Baba’yı bir kez daha haklı çıkardı:

“Gelecek, daha fazla beceri öğrenen ve bunları yaratıcı yollarla birleştirenlere aittir.” – Robert Green

Ne yaştan, ne akademik başarıdan ne de coğrafyadan bahsetmiş. Beceriler ve onları bir araya getirme sanatı… İşte geleceği inşa eden mühendislik de tam olarak bu değil mi?
İnsanlara güvenin. Güven olmadan ne bir proje inşa edilebilir ne de bir hayat. Ama kazık yediğinizde, sizi hayal kırıklığına uğrattıklarında bunun acısını tüm çevrenizden çıkarmayın. Sonuçta, Voltaire’in Candide’de dediği gibi, “Bu dünya, bütün kötülüklerine rağmen mümkün olan dünyaların en iyisidir.”

Yetki mi, Ünvan mı?

Yetki, her zaman ünvanın önündedir. Ünvan almaya değil, yetki almaya odaklan. Gerisi zaten kendiliğinden gelir. Eğer gelmiyorsa, unutma: Hak ettiğini değil, müzakere ettiğini alırsın. Çalışma hayatı yazılı ve yazılı olmayan, farklı sertlikte kurallar zincirlerine sahiptir. Prosedürler, işlerin tutarlılığını sağlar. Ama unutulmamalıdır ki prosedürler de bir zamanlar bizim gibi insanlar tarafından yazılmıştır. Gerektiğinde değişime açık olmak gerekir.Kuralları bilirsen, onları en iyi sen ihlal edersin. Ayna Adam gülümsedi:

“Kurallar, onları koyanlar kadar esnektir. Katılaşan her şey kırılmaya mahkûmdur.”

Çalışma Anayasası

Çalışma anayasam sürekli güncelleniyor ama bu yazının ilk vücut bulduğu gün gibi ilk maddesi hâlâ değişmedi:

Herakleitos’un ünlü sözü: “Mutluyken söz, üzgünken karar ve sinirliyken cevap verme.”

Ve son olarak;

“Çalışmak güzel bir şey olsaydı, üzerine para vermezlerdi.”

Maalesef bu gerçeği unutamayız. Çalışmak zorundayız. Sevdiğiniz işi yapamıyorsanız, yaptığınız işi sevin demeyeceğim. Ama her işin içinde keşfedilecek bir anlam olduğunu da inkâr edemem. Bir ucu boklu değneğin bir tarafını kaldırdığınızda, diğer ucu da havalanır. Ben bardağın dolu tarafına bakmayı seçiyorum. Ve işte bu yüzden hala:

“Çalışıyor olsaydım, çalışmazdım.”


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Yazının ilk bölümünün linkini de paylaşayım “Genç Bir Mühendise Öğütler – 4 Ekim 2020 “

 

Read More

19 Şub Ertelenmiş Cümleler Mezarlığında


Ayna Adam yine karşımda; alaycı bir gülümsemeyle, sabırsız gözlerle beni izliyor.

Kalemin ucunda bekleyen kelimelere bakıyor; zamana yenik düşmüş, sayfalara dökülememiş, sonsuzca ertelenmiş cümlelere…

“Yine mi?” diyor.

“Yine mi yazmak için mükemmel anı bekliyorsun? O anın asla gelmeyeceğini kaç kez anlatmam gerek?”

İçimi çekiyorum. Haklı. Hep haklı. Bir süredir bloguma tek kelime yazmadım. Önce bir süre meşguldüm, sonra yorgun, sonra ise sadece bekledim. Üzerime yapışan erteleme hastalığıyla, günlerin içinden geçip giden ama hiçbirine tam olarak dokunamayan bir hayalet gibi dolanıyorum.

“Aslında yazmaya başlasam…” diyorum, fakat cümlem havada asılı kalıyor.

“Evet, işte tam da bu!” diye atılıyor Ayna Adam.
” ‘Başlasam’ kelimesi! O kelime senin lanetin! Hep ‘başlasam’, hiç ‘başladım’ değil. Hadi, anlat bana, bahanelerini duymayı özledim. Bugün neden yazmadın?”

Masanın üzerindeki okunmamış kitaplara ve gelişigüzel notlara bakıyorum. İşte buradayım, fakat yazı hâlâ yok.

“Mükemmel bir başlangıç yapmalıyım diye düşündüm,” diyorum neredeyse fısıldayarak.

Ayna Adam kahkaha patlatıyor.

“Ah, şu mükemmellik illüzyonu! Eğer onu yakalarsan, bana da haber ver. Onu görebilen kimse olmadı. Yazıyı mükemmel olana kadar erteliyorsun, oysa mükemmel olan yalnızca yazılmış olandır. Tıpkı hiç pişirilmemiş bir yemek gibi; malzemeleri bir araya getirmeden, kokusunu, tadını bilemezsin.”

İçimde ağır bir yük oturuyor, sanki içten içe bastırılmış bir kaygı, derinlere gömülmüş bir huzursuzluk her nefesimde kendini hissettiriyor.

Albert Camus’nun Veba kitabındaki Joseph Grand gibi hissediyorum. Grand, büyük bir roman yazacağına emindir ama mükemmel ilk cümleyi bir türlü bulamaz. Sürekli değiştirir, defalarca dener ama asla ilerleyemez. Ben de öyle değil miyim? Sanki ilk cümleyi becerebilirsem, şahane şeyler gelecek, büyük işler başaracağım. Bu yüzden her şey askıda kalıyor.
Bir defterim var. İlk sayfası bomboş, ama geri kalan sayfalar karalamalarla dolu. Başlangıç cümleleri, bitmemiş paragraflar, tek başına kalmış kelimeler… Hepsi bir araya gelmek için sabırsızlanıyor ama bir türlü sıralanıp yol bulamıyorlar. Çünkü ben hâlâ mükemmel bir başlangıç bekliyorum.

“Eğer ertelemenin bir sanatı olsaydı, sen onun Picasso’su olurdun,” diyor Ayna Adam. “Ama ne yazık ki bu sanatın sergilendiği bir müze yok. Sadece yok olup giden saatler var.”

Gözlerimi deviriyorum. “Peki ya sen? Sen ne biliyorsun ki?”

“Ben mi? Ben senin yankından başka neyim ki?” diyor, bir anlığına ciddileşerek.

“Ama şunu biliyorum: Bir yazı, ilk cümlesini bulduğu anda var olmaya başlar. Sen o ilk cümleyi asla beğenmeyeceksin. Ama o cümle var olmazsa, diğerleri de asla gelmeyecek.”

Derin bir nefes alıyorum. Masanın köşesinde duran defteri açıyorum. Kalemi elime alıp ilk cümleyi yazıyorum:

“Bugün bir kurbağa yedim…”

Ayna Adam gülümsüyor. “Bak, işte şimdi bir şeyler oldu. Devam et. Sözcükler seni bekliyor.”

Evet, biliyorum. Artık yazmaya başlamanın zamanı geldi. Çünkü ertelenmiş cümleler bir süre sonra bir mezarlığa dönüşür ve ben, ben o mezarlığın bekçisi olmak istemiyorum.

Fakat hikâye burada son bulmuyor. Bir cümle, bir paragraf, bir sayfa… Hepsi birbirine eklemlenirken zaman kaymasını hissediyorum. Önce yazmanın verdiği rahatlık omuzlarıma çöküyor, ardından garip bir tedirginlik sarıyor beni. Ya bir daha yazamazsam? Ya bu akış bir yanılsamadan ibaretse?
Saatime bakıyorum. Vakit ilerlemiş. “Belki de biraz ara versem?”

“Sakın ha,” diyor Ayna Adam.
“Biliyorum seni. Ara vereceksin, sonra günler geçecek, sonra haftalar… Ve tekrar buraya döneceksin. Tekrar aynı döngüye. O labirente girersen çıkamazsın. Şimdi devam et. Bir kelime daha yaz. Sonra bir kelime daha. Bir de bakmışsın, yazıyorsun.
Sen sadece yaz. Geçmiş yazıların seni kurtarmayacak. Gelecekte yazacakların da değil. Önemli olan şu an. Kalemin hareket ettikçe korkuların küçülüyor.”

İçimde bir kıpırtı. Kalemim kağıdın üzerinde hızlanıyor. Cümleler, kelimeler, düşünceler birbirine dolanıyor. Evet, belki tam istediğim gibi olmayacak. Belki mükemmel olmayacak. Ama gerçeğe dönüşecek. Çünkü yazılan her cümle, ertelenen bir ömrün önüne çekilen bir set gibidir.
Ve ben artık o seti kurmaya başlıyorum.

Ama yazmak sadece kelimeleri sıralamak değil; aynı zamanda içsel bir hesaplaşma, düşüncelerin ve hislerin sayfalara dökülme süreci.
Yazmak, içimdeki o derin, bastırılmış duygularla yüzleşmek.
Kalemi elime aldıkça, yıllardır içimde büyüttüğüm korkular sayfalara dökülüyor.

Bu yazı sadece bir yazı değil; geçmişin, geleceğin ve şimdi’nin birleştiği bir nokta.

Ayna Adam arkasına yaslanıyor. “Hah,” diyor. “Şimdi konuşuyoruz işte. Bak, kelimelerin var artık. Onları serbest bırak.
Çünkü kelimeler, var oldukça sen de varsın.”

Gülümsüyorum. Ve yazmaya devam ediyorum.

Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola,
Hadi Eyvallah…

Read More