İçsel arşivleri - Anıl Şakrak Çıkmazı
146
archive,category,category-icsel,category-146,wp-theme-bridge,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-title-hidden,qode-theme-ver-9.1.3,wpb-js-composer js-comp-ver-4.11.2.1,vc_responsive

28 Haz Kaybolmak

Bir Haritanın Ötesinde

Bir haritanın sınırlarının ötesinde, bilinmezliğin başladığı yerde filizlenir kaybolmak.
Yolların, tabelaların ve pusulaların sustuğu o an…

İnsan bir şehrin labirentvari sokaklarında kaybolabilir, bir ormanın derinliklerinde yönünü yitirebilir.
Ama en derin kayboluş, ruhunun karmaşık patikalarında yolunu şaşırmaktır.

Kaybolmak, sadece fiziksel bir yön kaybı değil; ruhun derin vadilerinde sessizce savrulmasıdır.

Bazen insan bilerek kaybolur; bazen de fark ettiğinde geri dönüş imkansızdır.

Belki de insan, kaybolmadan kendini bulamaz.
Kaybolmak, bir yolun sonu değil; yeniden başlamanın başka bir biçimidir.

Çünkü bazen, var olmanın ilk adımı yok olmaktan geçer.


Kaybolmak, sadece yolunu şaşırmak değildir.

Bazen bir çiçeğin tohuma dönüşüp bilinmezliğe düşmesi, bazen de bir bulutun nereye savrulacağını bilememesidir.

İnsan da içinde büyüyen bilinmezliğin kenarında kaybolarak varlığının sınırlarını keşfeder.

Bazen kalabalıkların boğucu ışıklarından kaçmak için; bazen alışkanlıkların paslı zincirlerinden kurtulmak için bilerek kaybolur.

“Kaçış mıdır bu? Yoksa gerçek bir varoluş çabası mı?”

Kaybolmak, ait olmadığı bir dünyaya meydan okumaktır bazen.
Bir fırtınanın ortasında pusulasız kalmak gibi; ya da denize salınıp bilinmeyen bir kıyıya vurmaya razı olmak gibi.

Sorular belirir zihinde:

  • “Gerçekten bıraktın mı ipin ucunu?”
  • “Yoksa hep bir bağlantının körelmiş ucunda mı salınıyorsun?”

Ayna Adam bu kez bir soru sormuyor. Bir hikâye anlatıyor, usulca:

“Bir zamanlar, her şeyi bıraktığını sanan bir adam vardı. Göğsünde taşıdığı küçük bir düğüm vardı; ne görünür, ne çözülürdü. O düğümle yürüdü, düğümle kayboldu. Kendini bulduğunda bile, o düğüm oradaydı.”

Sonra aynadan bir fısıltı:

“Kaybolduğunu sandığın her adımda, kendine mi yaklaşıyordun? Yoksa hep aynı labirentin aynı duvarlarına mı çarpıyordun?”

Ve bir ek daha:

“Bazen kayboluş, sadece aynı yerde dönüp durmaktır.”


Bir sokağın lambası sönüyor içimde.

Belki de kaybolmak, özüne dönmenin en hüzünlü yoludur.

O karanlıkta, insan kendinin yankısını arar.

Kaç ruh kendi yankısını bulamadan sürüklenir bilinmezliğe?

“Bir adın kalmalı geriye, bir de o kahreden gurbet…” 

En büyük gurbet belki de insanın kendine olan uzaklığıdır.

Robert Frost’un sözleri, kaybolmuşların fısıltısı gibi yükselir:

“Ormanda yol ikiye ayrıldı, Ve ben daha az gidileni seçtim. Ve bu, bütün farkı yarattı.”

Ayna Adam bu kez cevap veriyor:

“Belki de yolları seçmek mesele değil; mesele kaybolmaya cesaret edip etmediğindir.
Herkes bir yol bulur, ama herkes kendini bulamaz.”


Kaybolmak, bir şiir yazmak gibidir.
Kelimeler dağılır, dizeler çatallanır, ama sonunda anlam kendi yolunu bulur.
Ve insan, kayboldukça kendini yazan bir şiire dönür.

“Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar.” — İsmet Özel, 

Yaşamak bazen kaybolarak başlar.
Ve bazen, en güzel haritalar, en derin kayboluşlarda çizilir.

Kayboldukça var olur insan.
Yoksa var olabilmek için mi kaybolur?

Read More

26 Haz Yedi Günah

Yedi Günah – İçimizdeki Çatlağın Atlası

Bazı haritalar gideceğin yeri göstermez, kaçamayacağın yeri fısıldar. İçinde yön değil, yalnızlık biriktiren çizgiler vardır; sanki her yol, sessizce içindeki en karanlık odaya çıkmak için döşenmiştir.
İçimizde öyle bir harita var: çatlaklarla dolu, pusulası kırık, yolları hep kendine çıkan.
Yedi büyük günah, işte o haritanın kıymığı.
Ne zaman bir şey isteriz, ne zaman birini kıskanırız, ne zaman “ben” deriz çokça, bir yerlerinden kanar o pusulasız kâğıt.

Yedi günah, ha? Bizim mahallede herkes birine tutunur. Sen hangisisin? Ya da hangisine en çok kaybettin?
Bilmiyorum. Belki kıskançlık. Belki de tembellik. Ya da kibir, fark ettirmeden yüzüne yerleşen.

Yedi büyük günah — Latincesiyle septem peccata mortalia — ilk kez 4. yüzyılda Evagrius Ponticus tarafından sınıflandırıldı; ruhun Tanrı’ya yaklaşmasını engelleyen başlıca manevi hastalıkları teşhis etmek istiyordu.
Sonrasında Papa I. Gregorius tarafından bugünkü haliyle Katolik öğretisine yerleştirildi.
Bu günahlar, insan ruhunu kemiren, onu Tanrı’dan ve kendi öz hakikatinden uzaklaştıran eğilimler olarak görülür.

İşte o Yedi Başlı Canavar:
1. Kibir (Superbia) – Kendini tanrılaştırmak. Başkalarının üstüne çıkmak, hatta Tanrı’nın yerine göz dikmek. Lucifer’in düşüşüdür bu, Prometheus’un zinciri.
2. Açgözlülük (Avaritia)– Her şey benim olsun. Kalpteki boşluğu maddelerle doldurma çabası. Midas’ın laneti.
3. Şehvet (Luxuria)– Bedene duyulan arzunun ruhu silikleştirmesi. Aşkın ilahlaştığı yerde tapınılan bir gölge.
4. Kıskançlık (Invidia)– Başkasının iyiliğine göz dikmek, onu istemek değil sadece, ondan nefret etmek. Kabil’in Habil’e baktığı göz.
5. Oburluk (Gula)– Tüketmenin kendisiyle tatmin olmak. Zevkten ibaret bir cehennem yaratmak.
6. Öfke (Ira)– Kontrolsüz enerji. Yıkıcı bir tanrının içimizde uyanması.
7. Tembellik (Acedia)– Ruhun donması. Yaşamak istememek. Dante’nin cehenneminde kıpırtısız yatan ruhların sessizliği.

Edebiyatın da sinemanın da en çok sevdiği malzemelerdendir bu karanlık.
Çünkü her karakter biraz kibirlidir, biraz arzulu, biraz tembel… ve en çok da kıskanç.
Belki de bu yüzdendir, her film, her kitap bu 7 malzemenin farklı karışımları ile sunuluyor bize.

Ayna Adam’la birlikte, her bir günahın üzerine yürümeye çalıştım bir gece.

Hangisinden başlamalıyız?

En çok kanayan yerden.
Hangisiyse o, önce onunla yüzleşeceğiz.
– Belki Taksim’de bir bar taburesinde otururken tanıyacağız şehveti.
– Belki bir CEO’nun sabah kahvesinde bulacağız açgözlülüğü.
– Ya da bir çocuğun elinden oyuncağını alan diğer çocukta göreceğiz kıskançlığı.

Her biri bir çatlak, ama her biri aynı zamanda bir çıkış kapısı.
Çünkü fark etmek, günahın yarattığı o sinsi karanlığa bir delik açmaktır.

Bunu bir din dersi gibi okumayacağız.
Bu bir roman, bir film, bir şiir gibi olacak.
Anna Karenina’nın şehvetiyle, Raskolnikov’un kibrinde, Michael Corleone’un açgözlülüğünde, Salieri’nin kıskançlığında yürek atışlarımızı duyacağız.

Bu yedi günah, aslında insan hikâyesinin temel renkleridir.

Her biri, kalbimizde açılan bir pencere gibi; bazısı geceyi gösterir, bazısı yalnızca kendimizi.
Edebiyat ve sinema, bu pencerelerden içeri bakmakta yıllardır.

Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’inde Clarissa, zamanın ağırlığı altında ezilirken içsel bir tembellik hissiyle yüzleşir.
Tembellik burada, yalnızca hareketsizlik değil, yaşamın içinden geçen bir hissizliğin gölgesidir.

Thomas Harris’in Hannibal’ında açgözlülük yalnızca maddi olanı istemek değildir; başka bir zihni, başka bir varoluşu ele geçirme çabasıdır.
Hannibal Lecter, karanlık bir entelektüel açlıktır.

Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar‘ı, öfkeyi içselleştiren adamın portresidir.
Bir taş gibi içe gömülen öfke, zamanla kendine karşı yönelen bir kırbaç olur.
Raskolnikov’un kibrinde ise yalnızca bir adamın değil, insanın Tanrı’ya kafa tutma çabası vardır.

David Fincher’ın Se7en filmi bu günahların modern bir ikonografisidir.
Katil, kurbanlarını bu yedi günahtan birini işlemiş olmaları nedeniyle seçer.
Günah, burada hem suçtur hem de hakikat.

Aşkın şehvetle nasıl bulandığını, Anna Karenina‘da Tolstoy fısıltıyla değil, çığlıkla anlatır.
Anna’nın arzusu bir haykırış, bir kaçıştır aynı zamanda.

Salieri’nin Amadeus’ta Mozart’a duyduğu kıskançlık, yetenek karşısında yetersizliğin laneti gibidir.

Kabil’in Habil’e bakışı gibi; yok etmek değil, yok olma korkusudur altında yatan.

Bu örnekler gösteriyor ki, günah dediğimiz şey yalnızca Tanrı’ya başkaldırı değil, insanın kendi derinliğine duyduğu korkudur.

“Günah, sadece Tanrı’ya karşı işlenmez. Bazen insan, kendine en büyük ihaneti arzularıyla eder.”

Yedi büyük günah, aslında yedi büyük sorudur: “Kimsin sen?”

Her azizin bir geçmişi, her günahkârın bir geleceği vardır.

Read More

24 Haz Büyümek : Bir İnanç Kırılması Hikayesi

Patrick Bruel’in “Qui a le droit?” şarkısı, Peter Pan’ın gölgesi ve Big filminden bir dilekle…

“On m’avait dit : ‘Te poses pas trop de questions.
Tu sais petit, c’est la vie qui t’répond.’”
(Dememişlerdi mi sana: ‘Çok soru sorma. Hayat cevap verir sana, küçük.’)

Hayat bazen cevap vermez.
Bazı soruları da çocukken sormanı bile istemez.
Çocukluk, cevapsız bırakılmış bir dua gibidir büyümenin eşiğinde.

Peter Pan bu yüzden kaçtı Neverland’e.
Çünkü orada kimse ona “neden?” diye sormuyordu.
Daha beteri, kimse “Artık büyüdün, unut bunları” da demiyordu.

“Maman m’a dit : ‘T’es trop p’tit pour comprendre.’
Et j’ai grandi avec une place à prendre.”
(Annem dedi ki: ‘Anlayamayacak kadar küçüksün.’ Ve ben, alınması gereken bir yerle büyüdüm.)

Josh da Big filminde o yeri doldurmak için büyümeyi diledi.
Ama sabah olduğunda aynaya bakan çocuk yoktu.
Bir yetişkinin bedenine hapsolmuştu;
ama o bedende hiçbir oyuncağın sesi yoktu.

Çünkü büyümek bazen sadece yaşanmak değil,
Çocukluğuna dair her şeyi kaybetmektir.

“Qui a le droit, qui a le droit
De faire ça à un enfant qui croit vraiment?”
(Kimin hakkı var bunu yapmaya, gerçekten inanan bir çocuğa?)

Bu nakarat yalnızca müzik değil;
Peter Pan’a “Haydi artık büyü” diyen seslere karşı bir başkaldırı.
Josh’un “Keşke tekrar çocuk olsam” diyerek iç geçirdiği sahnenin çığlığı.

“On passe sa vie à dire merci,
Merci à qui, à quoi?”
(Hayat boyu teşekkür ederiz. Ama kime, neye?)

Josh, patronuna, saatine, düzenine teşekkür etti.
Ama kimse ona oyuncak kamyonunu sormadı.
Peter Pan hiç teşekkür etmedi.
Çünkü kimse ona söz vermemişti unutmayacağına dair.

“Y a plusieurs dieux, mais y’a qu’un seul soleil.
Oui mais, l’soleil il brille ou bien il brûle.”
(Birçok tanrı var ama tek bir güneş var.
Ama güneş ya parlar ya da yakar.)

Büyümek, bazen güneşe çıkmak gibidir. Umutla yaklaşırsın, ışığında ısınırsın sanırsın. Ama güneş, her zaman ışıltı değildir; bazen yakar, bazen kör eder.
Josh bunu fark ettiğinde bir ofiste çocukluğunu kaybetmişti. Ne gülüşü kalmıştı, ne oyuncağı. Peter Pan ise, güneşe hiç çıkmamayı seçti. Çünkü bilir, güneşin altı gerçekleri gösterir. Ve gerçekler, Wendy’nin artık onu beklemediğidir. O yüzden gitmez geri, o yüzden hep gölgede yaşar.

“Alors maintenant, on s’retrouve sur la route,
Avec nos peurs, nos angoisses et nos doutes.”
(Ve şimdi yoldayız hepimiz, korkularımızla, kaygılarımızla ve şüphelerimizle birlikte.)

Yoldayız.
Josh, tekrar küçük bir adımla evine döndü.
Peter Pan ise dönmedi; dönemedikçe Neverland’i büyüttü içinde.
Bizse bazen hâlâ o şarkıyı dinliyoruz…
Çünkü içimizdeki çocuk, bir gölge arıyor.

Son Cümle:
Bir çocuğun gölgesini kaybetmesi büyümekse,
o gölgeyi bir şarkıda bulmak hâlâ mümkün.

Read More

11 Haz Alturizmin Sessiz Çığlığı: Kendinden Vazgeçmenin Bedeli

“İnsan kendini başkaları için feda ettikçe, ne kalır geriye onu anlatacak?” dedi Ayna Adam, sessiz bir aynadaki yansıma gibi, gözlerinin ta içinden konuşarak. Sorduğu soru, sadece bir yankı değil; gecikmiş bir uyanıştı.
Bu yazı, o yankının peşine düşen bir yürüyüş olacak.
Belki bir iz sürüş, belki bir kayboluş. Ama nihayetinde, içimize çevrilmiş bir yolculuk.

Alturizm: Erdem mi, Kendini Silmek mi?

Alturizm (Diğerkâmlık) sözlüklerde “başkalarının iyiliği için kendi çıkarlarını geri plana atma eğilimi” olarak geçer.
Yüzyıllardır iyiliğin, erdemin, insaniliğin simgesi olarak kutsanır.
Bu tanımın naifliği bizi sarhoş eder çoğu zaman.
Sanki ne kadar verirsek, o kadar değer kazanırız sanırız.
Ama biz bu kutsal kelimenin arkasına bakacağız.
O en yumuşak fedakârlık cümlelerinin altına gizlenmiş sessiz haykırışları dinleyeceğiz.
Duyulmamış itirafları, görünmeyen tükenişleri.

Çünkü bazen “Ben iyiyim, sen ye” demek, tok olanı doyurmaz ama seni biraz daha aç bırakır.
Bazen yardım etmek, başkasının yükünü almak değil; kendi omurganı bükmektir.
Bunu yazarken içinden geçiyorum kendi yazılarımı, Bas Gibiyim“deki görünmeyenlerin yalnızlığını, *”Hayat Adil mi?”deki eşitliğin zulmünü, Sisifos Mutlu muydu?“da sonsuz tekrara sıkışmış çabayı.

Sen zaten hep bir şeyler vererek var olmaya çalıştın.
Her yardımın, her “önce sen” deyişin, aslında kendinden bir tuğla daha eksiltmendi.
Ama Ayna Adam hep oradaydı, “Kendinden ne kaldı?” diye fısıldarken.

Görünmeyen Soru: Sürekli Veren Kimdir?

Alturizm üzerine düşünmek, çoğu zaman kendi içimize düşmek gibidir.
Bir kuyunun dibine bakarken, yansımamızla göz göze gelmek.
Ve sormak: Eğer sürekli başkaları için yaşarsak, kendi sesimizi nerede unuturuz?

Bu soru, sadece bireyin değil, kolektif vicdanın da omuzlarında gezinen bir gölgedir.
Çünkü alturizm, bir zaman sonra bir iyilik halinden çıkıp, görünmeyen bir zincire dönüşebilir.
Başkalarının beklentileriyle şekillenmiş bir fedakârlık sistemi; içinde sessizce tükenenleri alkışlarla uğurlayan bir düzen.
Alkışlananlar, aslında yavaş yavaş yok olanlardır.

Sürekli veren ama karşılık görmeyen kişi, bir gün içten içe kurur.
Tıpkı herkesin susuz kaldığı bir çölü sulamaya çalışan bir nehir gibi, sonunda kendini tüketir.
Ve nehir kuruduğunda, kimse onun şarkısını hatırlamaz.
Oysa o şarkı, bir zamanlar başka hayatlara nefes olmuştu.
Ama nehir yalnız aktı, yalnız tükendi.

İşte burada Ayn Rand’ın yankısı duyulur.
“Hayatın Kaynağı”nda Howard Roark, başkalarının çizdiği planlarla değil, kendi iç pusulasıyla yürür.
O yürüyüş, kalabalıklardan değil, içsel sadakatten güç alır.
“Atlas Vazgeçti”de ise yükü taşıyanlar, sonunda omuzlarını indirir.
Çünkü insan ruhu, başkalarının borç defterinde bir satır olmamalıdır.
Her adımda biraz daha gömülmemeli fedakârlığın ağırlığına.

Alturizm, bir erdem olmaktan çıkıp bir otomatizme dönüştüğünde, içsel baskının adı olur.
Bu baskı, görünmez ama yakıcıdır.
Ve en sessiz tükenişler, alkışlarla süslenmiş olur.
Sahne ışıkları altında eriyen nice insan, sadece görevini yaptığını düşünürken, aslında kendini adım adım yok eder.

Kendinden Vermek: Bir Özveri mi, Yok Oluş mu?

Ayna Adam bir gece sordu: “Başkasının mutlu olması için verdiğin her şey, gerçekten de onun mutluluğunu getirdi mi?”
Ve sonra sustu.
Çünkü bu sorunun cevabı çoğu zaman yoktur.
Ya da varsa da, onu yanıtlayacak cesaret kalmamıştır bizde.
Verdiğimizin karşılığı ölçülmediğinde, değerimizi unutmaya başlarız.

Kendinden vermek, bir nehir gibi akar bazı insanlardan. Karşılık beklemeden, takdir ummadan.
Bu, görünürde bir erdemdir; sessizce yapılan iyilik.
Ama bir gün gelir, o nehrin yatağı kurur. Çünkü kendi içine hiç su bırakmamıştır.
Sadece akmıştır.
Sadece başkalarına doğru…

Bir çiçek düşün, hep başkasına dönük büyümüş; ama kendi köküne hiç bakmamış.
O kök çürüdüğünde, çiçek de düşer.
Ve ne yazık ki kimse toprağa bakmaz; herkes solan yaprağa ağlar.

Oysa fedakârlığın da bir sınırı vardır. Ayna Adam bugün şöyle fısıldadı:

“Bir bebek ağlarken susturursun belki, Ama içinde ağlayan, büyüdükçe konuşur.”

Ve bu söz, duymadığın her iç sesin bir gün seni uykularında bulacağını hatırlattı.

Senin içinde ağlayan o sesi susturmadan önce bir dur.
Çünkü alturizm, kendi sesini kaybedenlerin çoğaldığı bir yankı odasına dönebilir.
Ve o oda, bir gün sesini duymaya çalışanlarla değil, kendi yankısında kaybolanlarla dolar.

Çıkış: Bireyin Yüzleşmesi

Bu yazının sonunda bir reçete yok. Ama bir yüzleşme var.
Kendi sınırlarını çizmenin, “Hayır” diyebilmenin, sırf başkaları istiyor diye kendini unutmamanın bir ihtiyacı var.
Çünkü gerçek iyilik, önce kendini tanımaktan geçer.
Kendine karşı dürüst olmadan başkasına doğruluk sunulamaz.

Ayna Adam belki de bu yüzden en çok burada haklı:

“İyilik yapmak güzeldir. Ama kendine kötülük ederek yapılıyorsa, o artık bir erdem değil, bir intihardır.”

Alturizm, insanı insan yapan bir özse; o insanın kendini yok etmeden yaşatması gerekir bu özü.
Yoksa, geriye kalan sadece bir gölgedir.
Ve o gölge, en çok ışıkta görünür hale gelir.

Bir birey olarak sınır çizmek, sadece bir savunma değil; bir yeniden var oluş hamlesidir.
Çünkü insan, başkalarının istekleriyle yoğruldukça, kendi mayasını kaybeder.
Ve maya gidince, yoğurt tutmaz.
Hayat tatsız bir kabullenmeye dönüşür.


“Kendini unutan, önce fısıltıya döner, sonra yankıya…
En sonunda, herkesin hatırlamak zorunda kaldığı o derin sessizliğe dönüşür.”

Read More

06 Haz Mistral Gagnant : Rüzgarı Kaçıran Şekerler

Kaybolan Rüzgarlara Söylenen Şarkı

“Assis sur un banc, cinq minutes avec toi…”
“Bir bankta oturmak, beş dakika seninle…”

Zaman, bazı şarkılarda eski bir fotoğraf gibi sarar bizi.
Bir kenarı yanmış, bir kenarı buruşmuş… ama hep yerli yerinde duran bir his gibi.
Renaud’nun Mistral Gagnant şarkısı da böyle bir his:
Bir çocuğa anlatılamayan geçmiş, bir babanın sessiz özrü, bir insanın kendine tuttuğu ayna.

🎵 Şarkının Kalbindeki Hikâye

1985’te yazıldı bu şarkı. Renaud’nun küçük kızı Lolita’ya, bir gün büyüdüğünde anlayacağı bir dünya bırakmak içindi.
Ama şarkının ilk hali fazlasıyla duygusaldı — o kadar ki Renaud, yayımlamaya cesaret edemedi.
Yine de zaman, bazı sözleri saklamaz. Bu şarkı yayımlandı ve bir neslin en içten, en sessiz ağıtlarından birine dönüştü.

“Te parler du bon temps qu’est mort ou qui r’viendra…”
“Geçmiş güzel günlerden bahsetmek, ölmüş ya da geri dönecek olanlardan…”

🍬 Benim Mistral Gagnant’ım: Kız-kaçıranlar

Bayram harçlıklarını avuçladığımız sabahlarda
Binbir Gıda Pazarı’na doğru koşardık.

Halit Bulgur’un dükkânında bizi bekleyen mucizeler vardı: Kız-kaçıranlar, mantarlar ve patlayan şekerler…
Ve onların patlamasıyla gelen gülüşler.

“Te raconter un peu comment j’étais, minot
Les bonbecs fabuleux qu’on piquait chez l’marchand…”
“Biraz anlatmak sana, çocukken nasıldım
Dükkândan çaldığımız harika şekerlemeleri…”

Biz o şekerleri değil, zamanı alıyorduk.
Şimdi geriye dönüp baktığımda anlıyorum:
O günlerde yediğimiz her tatlı, bugün içimizi burkan bir gülümsemenin sebebi.

🪞 Ayna Adam’la Bir Bankta

Ayna Adam omzuma dokundu:

“Şimdi o dükkâna girsek,” dedi,
“Raflarda hâlâ aynı şekerler mi olurdu,
yoksa sadece biz mi değişmiş olurduk?”

Ben sustum.
Çünkü bazı sorular cevaplanmaz.
Yalnızca yutkunulur.

🎠 Geçmişin Kahkahaları

“Et entendre ton rire qui lézarde les murs
Qui sait surtout guérir mes blessures…”
“Ve senin kahkahalarını duymak, duvarları çatlatan
Ama esasen yaralarımı iyileştiren…”

Bir çocuğun kahkahası, en kırık duvarları onarır.
Renaud bunu biliyordu.
Bu yüzden kızına, kendisinin asla geri dönemeyeceği bir ülkeyi tarif etti:

Çocukluğunu.
Ben de bugün size bu yazıyı bir tür mektup olarak bırakıyorum.

İçinde bir parça şeker saklı,
ve biraz da rüzgâr…

💬 Birlikte Hatırlayalım

“Bir çocuğa anlatılan her hatıra, büyümenin değil, hatırlamanın başka bir yoludur.”

📍Peki ya sen, hangi şekerin tadında sakladın çocukluğunu?

🧷 Bonus: Şarkıyı dinlemek istersen, buraya bırakıyorum:

🎧 Renaud – Mistral Gagnant (YouTube)

Gözlerini Kapat,
Ve bir bankta sadece beş dakika oturduğunu hayal et…
Yanında çocukluğun,
önünde geçmişin.

📎 Dipnot: Mistral Gagnant Nedir?

Mistral Gagnant, 1960 ve 1970’li yıllarda Marsilya’daki Lorette Şekerleme Fabrikası tarafından üretilen bir toz şekerdir.
Kağıt bir pakette sunulur, içine meyan kökü (liköris) kamışı yerleştirilirdi.
Bu kamışla ağıza çekilen aromalı toz, dilin üzerinde kabarcıklar oluşturarak köpürür ve çocuklar arasında hem lezzetiyle hem de sürpriz etkisiyle çok sevilirdi.

Şarkının adı da bu unutulmuş şekerlemeye bir selamdır:
Kaybolmuş ama hafızalarda hâlâ tatlı bir iz bırakan çocukluk anılarına…

Read More

31 May Yolun Kendisi: Oruç Aruoba’ya

“Bir yerden bir yere gidemezsin —
çünkü olduğun yerdesindir.”
— Oruç Aruoba

Bugün 31 Mayıs.
Bir gün.
Senede bir gün.
Ama öyle bir gün ki,
bir filozofun sessizliğini yankı yapar.
Düşüncenin gölgede kalmış en kırılgan yerlerine ışık düşürür.
Oruç Aruoba, beş yıl önce bugün gitti.
Ya da belki, yalnızca bir parantez kapandı.
Çünkü onun cümleleri hâlâ sürüyor.

Ayna Adam yaklaşır, gözleri dolu:
— Oruç’u ilk kez eline aldığında ne hissettin?
Ben cevap veremem hemen.
Çünkü Oruç’un kelimeleri, cevap değil, yankıdır.
Cümlelerinin içinde dolanırsın.
Bir çıkmaz sokakta yürür gibi.
Her dönemeçte bir başka benlik,
her durakta biraz daha eksik ama biraz daha sahici bir sen.

Düşünmek Yürümektir, Sessizce

Oruç Aruoba’nun düşüncesi, raflarda değil yolların taşlarında büyüdü.
“Yürümek düşünmektir.” derken,
bir felsefi bildiride değil,
bir sabah yürüyüşünde bulursun kendini.

Kitapları — İle, Uzak, Yakın, Yürümé, De ki İşte
hepsi birer yön değil, bir durak gibidir.
Belki de onun metinleri bir “yol haritası” değil,
yolun kendisidir.

Ayna Adam fısıldar:
— Oruç’u okurken yürümeyi öğrendim ben.
Susarak.
Bir adım, bir tümce kadar derin olabilir çünkü.

Çıkmazlarda Büyüyen Bir Anlam

Anlamı varışta aramak, yolun kendisini harcamaktır.
Oruç, tam da bunu reddederdi:
“Yaşamının yolu yok.” der.
Ama yönsüzlüğün içindeki derinliği anlatır bize.
Yaşam, yönünü kaybederek bulur bazen kendini.

“Çıkmaz sokaklara çıkmakla geçecek.” der Aruoba.
Ve ekler:
“Son gireceğin çıkmaz da, hiç çıkamayacağın çıkmaz olacak.”

Anıl Şakrak Çıkmazı’nın tabelasındaki son vida mıydı bu — belki de. Ama belki de, her çıkmazın göğsünde taşıdığı adsız bir imzanın sahibi oydu: bir düşüncenin duvarda unutulmuş yankısı gibi. Kim bilir, belki o çıkmazı sırf biz orada biraz daha kalalım diye düşündü…

Özlem: Katlanabilen Bilinç

Oruç Aruoba, özlemi felsefenin alt katmanlarına yerleştirdi.
Onun için özlem, bir boşluk değil, bir bilincin dayanıklılığıydı.
“Özlem, katlanan bilinçtir.” derken,
acıya direnmekten değil,
acıyla birlikte yürümekten bahseder.

Ayna Adam sorar:
— Özlediğin zaman ne yaparsın?
— Konuşmam. Sadece beklerim.
Çünkü Aruoba der ki:
“Bir insanı anlamak, bazen sadece onunla susmaktır.”

Her Yaşanan: Bir Ölüm, Her Ölüm: Bir Anlam

Oruç’un “ölüm” üzerine düşünceleri,
yaşamın içini oyan bir oyma ustalığı gibidir.

“Yaşam belirsizdir; oysa ölüm,
belirgin ve keskindir.”

Bu cümleyi okuduğumda,
yaşadığım onca şeyin aslında öldürdüğüm şeyler olduğunu fark ettim.
“Yaşadıklarımız, öldürdüklerimizdir.”
O hâlde ölüm, bir son değil —
bir karşılaşmadır.
Yaşamın kendisiyle.
Kendinle.

Oruç, ölümün anlamı inşa eden tek gerçek olduğunu söyler:
“Ölümsüz yaşam, anlamsızdır.”
Ve bu yüzden,
anlam, yalnızca ölüme bakan bir yaşamın yörüngesinde belirir.

O, ‘ile’ydi: Ne Şair Ne Filozof

Aruoba, “ile” olmayı seçti.
Yani ne tam bir şairdi, ne de bütünüyle filozof.
Bir bağlaç gibiydi.
İki düşünce arasında bir dokunuş,
iki insan arasında bir susuş,
iki yalnızlık arasında bir fısıltı…

Kitaplarının isimleri bile konuşmazdı —
dinlerdi.
İle, De ki İşte, Tümceler…
Hepsi birer geçit,
birer eşikti.

Ayna Adam yine belirir.
Usulca konuşur:
— Belki de en güzel yürüyüş,
susarak yürüdüğündür.

Sen Gittin, Ama…

Oruç Aruoba, sen gittin ama
seninle yürüyenler hâlâ burada.
Bir sözün peşinde,
bir sessizliğin içinde,
bir çıkmazda bile yürümeye devam ediyoruz.

Bugün kütüphaneden “De ki İşte”yi aldım.
Senin kelimelerine dokundum.
Ve fark ettim ki:
Bazı kitaplar okunmaz.
Yalnızca tutulur.
Sımsıkı.


Çünkü bazıları ölmez.
Yalnızca bir üç nokta bırakır.
Ve biz, o cümleyi sessizce yürürüz…

Read More

10 May Yarının Düne Unutmayı Öğrettiği Bir Gün

(ve Ayna Adam’la yürüyen ikinci bir zihin)

9 Mayıs akşamı yaşadıklarım beni ertesi sabah, daha önce yazdığım o yazıya götürdü.
Bir bağlantının izini sürer gibi, zihnimin tozlu raflarından bir cümle yükseldi:
ve sabah, tarayıcıda açık unutulmuş eski bir sekme gibi karşıma çıktı:

“Yarının düne ihtiyacı var mı?”

Yıllar önce yazmışım. Belki de yazmamış, sadece sormuşum.
Sormakla yazmak arasında hep ince bir sis vardı bende.

Ayna Adam sandalyesini gıcırtıyla yaklaştırdı.
“Bu soruyu neden sormuştun hatırlıyor musun?” dedi.
Biraz başımı eğdim. Cevap mı arıyordum, yoksa
cevaplardan kaçmak için mi bu sorulara tutunuyordum, bilmiyorum.

İlk yazımda zamanın yönünü kurcalamıştım:
Gelecek geçmişe ne kadar bağlıydı?
Şimdi ise yeni bir soru fısıldıyor içimden:
O geçmişi ne kadar bırakmalıyım ki, yeniye yer açılsın?


Unlearning: Bildiklerini Unutmak da Bir Tür Hafızadır

Bazı bilgiler vardır, zihne değil, omuza yük olur.
Sana ait olmayan ezberler, başkalarının korkularından devraldığın cümleler…
Unlearning, tam da burada başlar:
Kendine ait olmayanı ayırmakla.
Bir tür düşünsel detoks gibi.

Frederic Vester, “Düşünmek, Öğrenmek ve Unutmak” adlı kitabında, öğrenmenin sadece bilgi biriktirmek değil, eski bilgileri yeniden değerlendirmekle mümkün olduğunu söyler.

Vester’e göre, zihin; sadece kayıt yapan bir aygıt değil, aynı zamanda yanlış bilgiyi ayıklayarak doğrusuna yer açan canlı bir sistemdir. Öğrenmenin verimli olabilmesi için, gereksiz veya işlevsiz hale gelmiş bilgilerin unutulması gerekir. Aksi halde zihinsel tıkanıklık kaçınılmazdır.

Vester, öğrenmenin üç katmanı olduğunu belirtir: ilk öğrenme, yeniden öğrenme ve öğrenilmişi unutma. İşte unlearning bu üçüncüsüdür; fark etmeden ezberlediğimiz kalıpları sorgulamak ve gerektiğinde zihinsel yazılımı silip yeniden kurmak.

Unlearning Üzerine: Zihnin Budama Mevsimi

Unlearning, bazen bir ağacın sonbaharda yapraklarını dökmesi gibidir.
O yapraklar, bir zamanlar ağacın canıydı.
Ama şimdi, onların dökülmesi gerekiyor ki,
yeni tomurcuklara yer açılsın.

Zihin de aynıdır:
Bilgiyi, düşünceyi, alışkanlığı…
Her şeyi tutmak, zihin ormanında yabani otlar büyütür.

“Kuşkularımız, inançlarımızdan daha dürüsttür.”

Çünkü kuşku, unlearning’in ilk kapısıdır.

Frederic Vester’in sistem düşüncesine göre;
bir sistemi geliştirmek istiyorsan önce sınırlarını silmen gerekir.
Unlearning, işte bu sınır çizgilerini belirsizleştirerek
zihne yeni hareket alanları kazandırır.

Ve Ayna Adam, gözlerini uzak bir noktaya dikip şöyle der:

“Sen bazen aynı şeyleri düşünmeyi sadakat sanıyorsun.
Oysa bazı fikirlerden ayrılmak da bir vefa biçimidir.”

Zihnin Haritası: Unlearning’in Coğrafyası

Zihin, kâh labirent, kâh bozkır gibi.
Bazı yolları o kadar çok yürümüşüz ki,
artık orada yürümek düşünmek değil, sadece alışkanlık.

Unlearning, işte bu eski yolların haritadan silinmesidir.
Kimi zaman bir dağın yamacından yeni bir patika çizmek,
kimi zaman bataklık sanılan bir alanda
suya değmeden yürümeyi öğrenmek…

Second Brain bu haritanın dijital atlası olabilir.
Ama unutma, asıl mesele haritayla değil,
çizeceğin yeni rotayla ilgilidir.

Ayna Adam bir çubukla tozlu bir masaya bir çizim yapar:

“Burası senin eski fikrin…
Ve işte burası, hiç bilmediğin bir vadinin başlangıcı.”


Second Brain: Hafızanı Hafifleten Sistem

Tiago Forte’nin “Second Brain” fikriyle tanışınca,
anladım ki zihnim sürekli “tut” komutunda kilitlenmiş.
Her fikir, her cümle, her görüntü — sakla, unutma, lazım olur.
Ama hafıza, depolama alanı değil;
bir tür yaratım laboratuvarı olmalıydı.

İkinci bir beyin…
Yani zihnin dışsal bir uzantısı: not defteri, dijital araçlar,
belki bir arşiv duvarı…
Ama gerçek mesele şu:
İkinci bir beyin yaratmadan önce,
ilk beyinde neyin gereksiz olduğunu bilmen gerek.

Ayna Adam:

“Sen her şeyi yazıyorsun ama hiçbir şeyi damıtmıyorsun.
Bilgi değil, sezgi eksik sende.”


Entelektüel ve Ukala: Cümleyle Görünenle, Sessizlikte Derinleşen

Entelektüel, soruyu sever.
Ukala, cevaba âşıktır.

Entelektüel kelimeleri sorar,
ukala ise onları hükmeder.
Aralarındaki fark,
zihnin ne kadar sustuğunda gizli.

Ayna Adam bazen susuyor uzun uzun.
Çünkü onun bilgisi kitap sayfalarından değil,
duvarlarda yankılanan sessizlikten geliyor.

Ve belki de asıl erdem,
her şeyin söylenecek bir zamanı olduğunu bilmektir.
Ama asıl yücelik,
her şeyin susulacak bir zamanı da olduğunu bilmektir.

Çünkü susmak,
bazen bir cümlenin yapamadığını yapar:
karşıya değil, derine konuşur.

Bir bilgelik biçimidir suskunluk;
bilginin değil, anlamın yedeğinde yürür.


Şimdi, Sıra Yine Sende

İlk yazındaki o soruya, yıllar sonra bir başka soruyla karşılık veriyorsun.
Bu kez daha çok şey biliyorsun, ama daha az şeyle yaşamak istiyorsun.
Bilgi seni taşısın istiyorsun, sırtında yük olmasın.

Ve belki de en çok şu yüzden:
Artık bazı cevapların, bazı soruları susturmadığını biliyorsun.


Peki ya sen?

Zihninden neyi silmeye razı olursan,
kimliğinde neyi yeniden yazarsın?

Ve eğer eski haritanın izlerini görmek istersen,
bir zamanlar şu satırlarda sormuştum kendime:
Yarının düne ihtiyacı var mı?
Belki de orasıydı bu yolculuğun ilk kıvrımı.

Read More

05 May Hayat Adil mi?

"Adil olmak, kazandırmaz çoğu zaman; ama kaybettiğinde, kaybetmediğini fısıldar: kendini."

Hayır. Değil.

En sonda yazmam gerekeni en başa yazsam, bu yazı burada biterdi belki. Ama niyetim o değil.
Hayatın adil olmadığını anlamak için bir ömür yetiyor bazen.
Nedenini sormuyorum artık, nasıl yaşanır bu adaletsizlikle, onu düşünüyorum.

Ve çocuklarımız…
Sırça fanuslarda, kırılgan hayallerle büyüttüğümüz o narin kalpler…
Bu yazı, onları hayatın acıtan yüzüne hazırlamanın yollarını arayan bir ağıt belki de.

Zaten biliyorum cevabını sorunun. Hep biliyordum. Ama bir olay, bazen bir telefon sesiyle düşe dönüşür.

Bu yazıya aslında yıllar önce başlamıştım, yıllandıkça olgunlaştı, ama sirkede olmadan bitirmek lazım dedim kendime. Çünkü hayat, mayasını acıdan kursa da, tadını umuttan almalıydı.

Derin lise üçüncü sınıftaydı. Bir biyoloji projesi için günlerce çalışmış, uykularını bölmüş, gözlerindeki ışığı büyütmüştü. Sunum günü geldiğinde, elleri titreyerek, kelimeleri birbirine dolarken anlatmıştı çalışmasını. Ama sonuçlar açıklandığında… Onun adı yoktu listede.

Küçük bir çocuğun hayal kırıklığı, dünyanın en büyük sessizliklerinden biridir. Çünkü o sessizlikte sadece bir kayıp yoktur; adaletin ilk defa sorgulandığı an vardır.

“Hayat adil değildir,” dedim ona.

Çünkü doğruydu. Çünkü bunu bilmeliydi. Ama o an gözlerindeki hüznü görünce, kendime başka bir soru sordum:

Eğer hayat adil değilse, biz neden adil olmaya çalışıyoruz?

Ayna Adam belirdi o an, her zamanki gibi. Bir kolu pencereye dayanmış, dışarı bakan o tanıdık hâliyle:

“Aptallık mı bu?” dedi, alaycı bir tebessümle.

“Hayır,” dedim. “Erdem.”

Çünkü adil olmak, dünyanın düzenini değil, İnsanın özünü değiştirir. Adalet, dışarıya değil, içerimize tutulmuş bir aynadır bazen.
Kaos içinde bir düzen kurmaya çalışan yorgun yüreklerin son sığınağıdır.

O gün, zehri kalbime damlatan bu hikâyeyle, bir gece önceki keyifli rakı sohbetini hatırladım. Yakup Abi aradı, keyfin kritiğini yapmak için. Ama önce içimdeki yangını döktüm önüne. Dinledi. Sonra YouTube’dan bir video gönderdi. İşte o an doğdu bu yazı ama dedim ya, olgunlaşması zaman aldı.

Hayat bir yarışsa eğer, bazıları o yarışa birkaç adım önden başlıyor. Hiçbir çaba harcamadan, sadece doğduğu yerin, ailenin, imkânların hediyesiyle.
Tıpkı izlediğim o videoda olduğu gibi, seçmeden doğduğumuz bir kaderin içindeyiz.
Hayatın adaletsizliği, doğarken çalınmış eşitliklerin yankısıdır.

Ve hayat zordur…
Ama biliyoruz ki, hayatın zor olduğunu kabul ettiğimizde, zorluk biraz olsun şekil değiştiriyor.

Tıpkı adaletsizliği kabullendiğimiz gibi.
Bu kabulleniş, bir vazgeçiş değil;
Bir başlangıç.

Çünkü hak ettiğimizi değil, müzakere ettiğimizi alıyoruz çoğu zaman ya da bir şey alamıyoruz.

Ama biri — sadece doğru olduğu için — doğruyu seçerse, yerdeki teraziyi alır, tozunu siler, ve yeniden kurar adaletin terazisini.

Ayna Adam iç çekti:

“Ama kazananlar hile yapıyor. Kurallara uyanlar kaybediyor. O zaman ne anlamı kalıyor bu çabanın?”

Haklıydı.

Ama adalet bir oyun değil ki, kazanana ödül verilen.
Adil olmak, kendimize verdiğimiz en sessiz, en kutsal sözdür.

Ödülü bir madalya değil, içimizde yankılanan o sessiz onurdur.
Kimse duymasa da, biz duyarız.

Belki Derin o gün ne dediğimi tam anlamadı.
Ama bir gün, birinin başına haksızlık geldiğinde, onun yanında durduğunda, hatırlayacak.
Ve anlayacak: adalet bir kural değil yalnızca, içimizde yanan bir ışıktır.

Çünkü insan, hayatın sirkesinde boğulmadan olgunlaşmayı öğrenmek zorundadır.

Ve belki de gerçek erdem, karşılık beklemeden doğru olanı seçmektir.

Vicdan bir yargıç değil, bir pusula.
Sesini kısmak mümkündür, ama susturmak mümkün değildir.
O, içimizdeki tanrının fısıltısıdır.
Dışarıdaki adaletsizliği, içimizdeki vicdanla dengelemeliyiz.

Hayatın adil olmaması, bizim adaleti terk edeceğimiz anlamına gelmez.

Çünkü çoğunluğun yaptığı yanlış, doğru sayılmaz.

Ayna Adam bu kez döndü, gözlerimin tam içine baktı:

“Vicdanı olan kaybetmez, değil mi?”

“Hayır,” dedim.
“Vicdanı olan, kaybettiğiyle büyür. Ama kendini kaybetmez.”

Hayat adil değil. Ama biz… İnsan kalabiliriz.


Peki ya sen?
Hayatın terazisi bozulduğunda, adaletin terazisini eline alıp yeniden kurar mısın?

Read More

02 May Ateşe Koşanlar ve Sabırla Yürüyenler: Hırs ile Azim Arasında İnce Bir Yol

Bazı yollar, acele edince kısalmaz; yalnızca manzarasını kaybedersin.

Hırs ve azim…

İki kelime. Aynı toprağın farklı köklerinden filizlenmiş gibi. Birinde tutku var, ötekinde direnç.
Birinde varmak için yakıp yıkmak, diğerinde durup düşünmek, yeniden denemek…
Her ikisi de yürütür insanı ama yürüyüşün şekli farklıdır; biri aceleci bir maratona benzer, diğeri içli bir hac yolculuğuna.

“Ayna Adam,” dedim, “sence hangisi bizi daha çok insana yaklaştırır?”
“Sen hâlâ insan olmaya mı çalışıyorsun?” diye sırıttı.
“Ya sen?”
“Ben çoktan vazgeçtim olmaktan. Şimdi sadece içindeki yolları izliyorum. Ve bu yollardan bazıları, seni kendine düşman ediyor.”

Hırs…

Kendi içine çökmeden önceki son parlaklık. Işıldayan ama yakıcı. Zirveye ulaşmayı ister, ama ne pahasına olduğunu sormaz.
Doymak bilmez çünkü doyduğunda artık kendisi olmaz. Hırs, başkalarının alkışını arar; iç sesi değil, dış sesin yankısıyla yön bulur.
Tıpkı ateşe kanat çırpan bir kelebek gibi, farkında olmadan kendini yok eder.

Azim ise…

Sessizdir. Gürültüsüzdür. Gösterişsiz ama derin. Her düşüşü kabul eder, her kalkışı kutsar.
Kimseden onay beklemez, çünkü kendi içindeki ışığı yeterlidir ona. Sabırlıdır; çünkü bilir ki bazı çiçekler yalnızca gece açar.
Azim, kendini aşma sanatıdır; başkasını geçme ihtirası değil.

“Ama hırs olmasa nasıl ilerleriz?” dedim Ayna Adam’a.
“Sorun ilerlemek değil,” dedi, “nereye ve kim olarak ilerlediğindir.”

Felsefeciler de ayırmış bu ikisini.
Nietzsche, hırsı irade-i güç olarak tanımlar; ama ölçüsüz olursa, insanı yutacağını söyler.
Adler ise bireyin aşağılık kompleksinden doğan hırsla, kendini gerçekleştirme çabası olan azimi birbirinden ayırır.
Maslow’un ihtiyaçlar piramidinde bile bu ayrım saklıdır: Hırs alt basamakların gürültüsüdür, azim en tepede, kendini aşmanın sessizliğinde yankılanır.

Bir zamanlar bir adam vardı; her sabah güneşi beklemeden yola koyulurdu.
Başarı onun için bir varış noktasıydı, yol değil.
Hırsla büyüttüğü her başarı, içindeki boşluğu daha da derinleştirirdi.
Sonunda o kadar yükseldi ki, kimseyi göremez oldu.
Ve bir gün, yalnızlığının gürültüsü çökünce omuzlarına, anladı: Hırs, insanı yükseltirken insandan uzaklaştırır.

Oysa başka biri, defalarca düştü. Her seferinde daha sessiz kalktı.
Her reddedilişte, biraz daha özüyle barıştı.
Kimse alkışlamadı onu. Ama o, alkış beklemeden devam etti.
Bir sabah, farkında bile olmadan kendi Everest’ine varmıştı.
Zirvede yalnız değildi, çünkü kalbini taşıyan herkes oradaydı.
Bu, azmin zaferiydi.

Bir mola anıydı. Bir yolculuğun tam ortası. Yaş kırk.
Bir yorgunluk vardı üzerinde, ama isimsiz bir direniş de.
Bir sırt çantasına birkaç tişört, biraz kitap, bir de Murakami’nin cümlelerini sıkıştırmıştın.
“Koşmasaydım yazamazdım” diyordu adam. Sen de düşündün: Koşmasaydın belki unuturdun.
Koşmasaydın, belki yazmazdın, belki hatırlamazdın bile o eski kelimeleri.

Haruki Murakami her gün sabah beşte uyanır, birkaç saat yazar ve sonra koşuya çıkar. Bu tekrar, ne bir rekor kırma arzusu ne de hırslı bir hedef uğruna yapılan bir maraton değildir.
Bu, bir ritüeldir. İç disiplinin, kendi içindeki gürültüyü susturmanın bir yolu. “Koşmasaydım yazamazdım” der Murakami.
Çünkü bazı cümleler yalnızca terledikten sonra gelir.
Bu, azmin sesidir. Sessiz, ama ısrarlı.
Her gün biraz daha içe akan bir yolculuğun melodisi.

“Ama ya yol görünmezse?” dedi Ayna Adam.
“Gözümü kapatırım.”“Neden gözün kapalı yürüyorsun?”
“Bütün yolları ezberledim.”
“Ama düşebilirsin!”
“Bütün düşüşleri de ezberledim.”

Ve şimdi…
Yol ayrımındasın belki.
İki kelime arasında.
İki iç ses arasında.

Ayna’ya bak. Kendine sor.
“Koşmalı mıyım, yoksa yürümeli mi?”

Sonra kendi cevabını duyacaksın:
“Koşarsan ulaşabilirsin… ama yürürsen, görürsün.”

 

Yazıya dair kısa notlar:

Murakami'nin "Koşmasaydım Yazamazdım" kitabı 40. yaşgünümde Meksika ve Küba'da bana eşlik etti.

"Bütün düşüşleri ezberleme" mevzusu da Björk'ün oynadığı "Dancer in the Dark" filminden sevdiğim bir replik

Read More

26 Nis Beklemek : Zamanın Kıyısında Kurulan Sessiz Bir Çadır

Ve biz, belki gelir diye, yokluğuna sandalyeler ayırdık…

Zamanın ortasına kurulmuş bir iskemlede otururuz bazen. Ne ileri gideriz, ne geri…
Bir boşluk olur gövdemizde, neyle dolacağını bilmeden büyütürüz onu. İşte bu hâle “beklemek” derler.

Ama nedir beklemek?
Bir mektubun postacıya emanet ettiği kalp mi?
Bir otobüs durağında sonsuzca bakan göz mü?
Yoksa Godot’yu bekleyen iki adam gibi, gelmeyeceğini bildiğimiz halde direnişin adı mı?

Beklemek çoğu zaman bir inanıştır.
Umutla sarılan bir sabır;
Ümit etmekle yanılmak arasında incecik bir ip.
Ve bazen, sırf beklemekle var olur insan.

Beklemek bazen şöyle fısıldar içimizde:

Belki gelmez. Belki zaten hiç olmamıştır. Ama biz beklemesek, neye inanırız sonra?

Beklemek Bir Dua Gibidir

Kimi zaman, göğe bakarken kurulan en sessiz dualardan biridir beklemek.
Çünkü birini ya da bir şeyi beklemek; onu olmuş gibi sevmektir.

Bir annenin, uykusuz gecelerde
çocuğunun ateşinin düşmesini beklemesi gibi.
Bir işçinin, vardiyası bitince
evine dönerken taşıdığı yorgunluk gibi.
Bir âşığın, cevapsız mesajlar arasında
“belki bugün döner” diye düşündüğü akşam saatleri gibi.

Ve bazen, beklemek bir çocuğun yakasına asılı kalmış bir elveda olur. İsmail Abi’nin deniz kenarında çocukluğunun hayalini beklemesi gibi:

Gelcem dedi çünkü. Gelmem deseydi beklemezdim.
Niye gelcem desin ki gelmeyecek olsa…

Bir kuru yük gemisi gelir mi bilinmez. Ama birinin onu beklemesi, zamana tutulmuş bir sözün en insan halidir.

Beklemek çoğu zaman görünmezdir.
Ama içimizdeki en kalabalık duygudur.

Ve Beklenen…

Peki ya geldiğinde?
Her zaman beklediğimize değer mi?

Değmezse de güzeldir beklerken kalbini tutuşa tutuşa yaşamak.
Önemli olan kimin için beklediğin değil, nasıl beklediğindir.

Çünkü bazen, beklediğin gelir ama seni sende bulamaz.
Sen çoktan başka bir zamanın yolcusu olmuşundur.
Ve gelenin adı gecikmiş olur.

Ve bazen beklemek, gelmeyecek birini unutmamaktır. Tıpkı Ali gibi.

Yirmi dört yıldır aynı durakta bekledi Ebru’yu. Bir zamanlar bir aşk ritüeli olan bu durak, zamanla bir anma alanına dönüştü. Otobüsler geldi, yolcular geçti. Ama Ali hep oradaydı. Bir bankta, sevdiği kadının hatırasının bekçiliğini yapıyordu.

Bir zamanlar aşkın durağı olan yer, şimdi anının nöbet yeri olmuştu.

Ve belki de Ali, beklerken sadece Ebru’yu değil, birlikte bakacakları göğü de bekliyordu. Turgut Uyar’la aynı durağta oturur gibiydi bazen.

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al da
Şu yosun ellerimi şu telaşımı al da
Bir bakışla iyileştir
Göğe bakalım…

Godot Hiç Gelmeyebilir

Samuel Beckett’in “Godot’yu Beklerken” adlı oyununda, iki adam Godot adında birini bekler.
Ama Godot hiç gelmez.
Ve biz izleyenler, bir süre sonra şunu fark ederiz:
Oyun, gelenle değil; bekleyenle ilgilidir.

Çünkü beklemek bir eylem değil, bir varoluş biçimidir.
Beklerken düşünürüz.
Beklerken düş kurarız.
Beklerken büyürüz.
Ve bazen sadece beklerken kendimiz oluruz.

Son Söz Yerine:

Belki de beklemek,
Hiç gelmeyecek bir şeyin bizde bıraktığı en güzel izdir.

Belki Godot hiç gelmeyecek.
Ama onun geleceğine inandığımız o an,
kalbimizde yankılanan en gerçek zaman olacaktır

Ve şimdi sana sormak isterim:

Hangi durakta unuttun en son bakılmamış bir göğü,
hangi geminin gelişine adadın uykusuz bekleyişlerini?

 

Read More

23 Nis 23 Nisan Sabahı Kuşadası

“Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.”
– Mustafa Kemal Atatürk


Sabah erkenden adaya geldim. Amcamın kırkı için lokma dökülecek. Sessizlikle örtülü bir sabah… Ama bir anda çocuk sesleriyle yankılandı sokaklar. 23 Nisan kortejine denk geldim. Renkli balonlar, bayraklar ve minik adımların ciddiyetle yürüdüğü yollar… Aklıma çocukluğum geldi. Kendimi birden Sağlık Caddesi’nin girişinde, Lider Kuaför’ün önünde otururken buldum. Zaman, önüme düşler serdi. Her şey bir sabah gibi taze, her şey bir hatıra gibi buğulu.

Evdeyiz. Ama Neredeyiz?

Korona zamanı 100. Yılı 23 Nisanın evdeyiz.
Ev dediğimiz yer, bazen dört duvar, bazen bir hafıza tüneli.
Babam, ilkokul yıllarımdan kalma bir 23 Nisan fotoğrafı paylaştı benimle.
Baktım uzun uzun.
Küçük bir çocuk, yüzünde ciddiyetle gülümsemeye çalışan bir zaman.

“Ayna Adam,” dedim içimden, “bu fotoğrafa kim baktı, ben mi, sen mi?”
“İkimiz de,” dedi. “Ama biri anladı, diğeri hatırladı.”

Bayram Nedir? Ve Neden Çocuklara?

1920’nin 23 Nisan’ı bir tarih değil, bir ses.
Bir milletin kendiyle konuşmaya başladığı an.
Meclisin kuruluşu, sadece bir siyasi başlangıç değil,
bir halkın kendine “Ben varım,” deyişidir.
Ve bu “ben varım,” sesi çocuklara hediye edilmiştir.

1924’te bayram oldu bu gün.
1929’da Atatürk onu çocuklara armağan etti.
Çünkü bir lider, geleceği inşa etmek için geçmişi değil,
geleceği anlayan gözlere bakar.

“Ayna Adam,” dedim, “neden çocuklara bayram armağan edilir ki?”
“Çünkü en temiz yüreklerde büyür umudun tohumları,” dedi.

Kuşadası ve Saçlı Zamanlar

Benim 23 Nisan’larım, Kuşadası’nda başlar.
Statta kutlanırdı bayram.
O stat, şimdi bir otopark.
Yıllar önce Teoman, “Cennet Plajı otopark oldu,” demişti,
ve şimdi ben, çocukluğumun statları için aynı hüznü taşıyorum.

İlkokul 1. sınıfta Milli Takım forması hayaliyle çıktık yola.
Ama Bayrak Kanunu dedi ki: “Olmaz.”
Ay-yıldızlı beyaz tişörtle yetindik.
Fotoğrafa bakınca görüyorum: Biraz tombulum,
ama esas dikkat çeken, saçlarım.
Şimdi olmayan şeyin hatırası da kalıyor insanda.
5.sınıfta bir şiir okumuştum. Ayşe Hocam, “Bağır,” demişti, “mikrofona ihtiyacın olmasın.” Sesim değilse de içim bağırmıştı belki o gün.

Harmandalı, Otobüs Yolculukları ve Yırtılan Pantolonlar

Her bayram bir gösteri, her gösteri bir heyecan.
Atabarı oynadım, Harmandalı oynadım.
Ama fotoğraflar yok—şükür.

Ortaokulda Göztepe’ye giderdik prova için.
Alsancak’tan otobüsle.
Otobüsün camında, çocukluğumun elleri vardı.
Ve bir 23 Nisan balosu vardı…
Dans etmeyi planladığım kızı hatırlamıyorum,
ama pantolonumun yırtıldığını unutmadım.
Bazı utançlar hiç silinmez.

TRT, Halit Kıvanç ve Koordine Tribünler

TRT’de izlediğim 23 Nisan şenlikleri…
Dünyanın çocukları aynı sahnede.
Farklı diller, aynı umut.
Ve Halit Kıvanç’ın sesi.
Hâlâ kulağımda:
“Hoş geldiniz çocuklar!”

Tribün gösterileri vardı bir de.
Milim milim işlenmiş sabır.
Renk renk insan mozaikleri.
Ve her seferinde, “Şimdi ne yapacaklar?”
Merakla, hayranlıkla, gururla.

100. Yılın Balkonları

Pandemi yılıydı.
Balkonlara çıktık, komşularla İstiklal Marşı söyledik.
İlk kez selamlaştığım insanlar, o akşam dost gibiydi.
Bir ulus, balkonlardan haykırdı birlikte:
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!”

“Ayna Adam,” dedim, “Atatürk’ü hiç anmadım mı bu yazıda?”
“Hayır,” dedi,
“Sen onun hissini anlattın.
Ve bazen bir yüzü görmekten daha kıymetlidir bir hissi yaşatmak.”

Ve Sonuç:

Belki de bayramlar, yalnızca kutlamak için değildir.
Hatırlamak, bağ kurmak ve büyümek içindir.
Çünkü bazı günler, sadece bir gün değildir.
Bazı günler, biziz.

“Çocukken sevinçti, büyüyünce sorumluluk oldu 23 Nisan.
Ama her yaşta bir umut:
Yarın, bugün sevdiklerimizle daha güzel olabilir.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


 

Read More

09 Nis Sisifos Mutlu muydu?

Albert Camus, Sisifos Söyleni‘nde bizlere meydan okur: Sisifos’un sonsuz mücadelesini bir trajedi olarak değil, bir başkaldırı olarak görmemizi ister. “Onu mutlu olarak tasarlamak gerekir.” Çünkü Sisifos, taşını yukarı iterken kendi yazgısını kabul etmiştir. Ama kabul etmek ile boyun eğmek arasındaki farkı da anlamak gerekir. Kabul etmek, Sisifos gibi kaderini görüp ona rağmen mücadele etmektir; boyun eğmekse, Prometheus gibi zincirlerine alışmak ve onları sorgulamamaktır. Bu fark, insanın varoluşla kurduğu ilişkiyi belirler. Kabul etmek, boşluğu fark edip ona rağmen taşını itmeye devam etmektir. Boyun eğmekse, taşın düşmesini bile beklemeden kenara çekilmektir.

Goethe’ye sormuşlar: “Mutlu bir hayat yaşadın mı?”
O ise şöyle yanıt vermiş:

Çok mutlu bir hayat yaşadım ama tek bir mutlu olduğum hafta hatırlamıyorum. Gerçek mutluluk üzüntülerin, sorunların üstesinden gelmektir. Asıl kabus ardı arkası kesilmeyen güneşli günlerdir.

Goethe’ye atfedilen bir başka anekdotta ise, “Mutlu insanlar tanıdım, bunlar sadece ne iseler o oldukları için mutluydular.” dediği söylenir. Bu söz, mutluluğun insanın kendi varoluşuna kök salmasından doğduğunu fısıldar. Tıpkı rüzgâra karşı eğilmeyen bir ağaç gibi, insan da mutluluğu dış koşullardan değil, köklerinin toprağa nasıl tutunduğundan alır. Ona göre, mutluluk anlık zevklerin peşinde savrulmak değil, kendi gölgesinde huzur bulabilmektir.

İşte Sisifos’un durumu da budur. Mutluluk gelip geçicidir, belki taşın zirveye ulaşması kadar kısadır. Ama gerçek mutluluk, taşın düşeceğini bile bile onu yeniden yukarı itmeye devam etmektir. Çünkü bu mücadelede, Sisifos kaderine boyun eğmez, aksine onu sahiplenir ve taşını iterken kendi varoluşunu yeniden inşa eder. Çünkü Sisifos, anlam aramak yerine anlam yaratmayı seçmiştir.

Ne demişti Özdemir Asaf, diye atıldı Ayna Adam;

Yenileceğini bile bile niye deniyorsun?  diye sorana
Öleceğini bile bile niye yaşıyorsun? diyemedim.

Mutluluk: Hedonik mi, Ödenik mi?

Mutluluk üzerine yapılan araştırmalarda genellikle iki tür mutluluktan bahsedilir:

  • Hedonik mutluluk: Zevk almak, acıdan kaçmak, anlık tatminler… Güzel bir yemek, bir dost sohbeti, bir başarının getirdiği gurur… Kısadır ama yoğundur.
  • Ödenik mutluluk: Daha uzun vadeli, derin ve anlamlı bir tatmin duygusudur. Zorluklar, mücadeleler ve fedakârlık içerir ama insanın varoluşunu sağlamlaştırır.

Sisifos için ilk bakışta hedonik bir mutluluk yok gibidir. Her gün aynı kayayı itmek, her defasında onun düşmesini izlemek nasıl mutluluk getirebilir? Ama işte burada ödenik mutluluk devreye girer. Çünkü Sisifos’un mutluluğu, mücadelenin kendisindedir. O, taşı iterken kendi isyanında özgürdür.

Ayna Adam, içimdeki sorgulayan ses, eğilip kulağıma fısıldıyor:
“Belki de asıl trajedi, taşın hiç düşmemesi olurdu. Çünkü mücadele yoksa, anlam da yoktur.”

Hayatın Rutinliğinin Farkına Varmak: Absürde Uyanış

Sabah gözlerimizi açıyoruz, uykunun ağırlığını atmak için bir fincan kahveye sarılıyoruz. Aynı yolları adımlıyor, aynı yüzlere selam veriyoruz. Gün boyu zihnimiz bir ritüelin içinde kayboluyor, akşam ise yorgun argın yatağa uzanıyoruz. Ve ertesi gün, tıpkı dün gibi başlıyor. Sonra ertesi gün aynı döngü yeniden başlıyor.

Tıpkı Groundhog Day (Dün Aslında Bugündü) filmindeki gibi, sürekli kendini tekrarlayan bir döngünün içindeyiz. Ancak bizim döngümüz filmdeki kadar belirgin değil; farkına varmamız zaman alıyor. Bir gün ansızın durup düşünüyoruz: “Bu döngünün anlamı ne?”

Camus’ye göre, işte bu an absürde uyanış anıdır. Rutinlerin farkına varırız, hayatın döngüselliğini hissederiz ve içimizi anlamsızlık korkusu kaplar. Ama burada iki yol vardır:

  1. Anlamı dışarıda aramak: Din, ideoloji, başarı, statü gibi kavramlara sarılmak.
  2. Anlamı kendimiz yaratmak: Hayata rağmen, saçmalığını bilerek, onu yaşamak.

Sisifos ikinci yolu seçer. O taşın düşeceğini bilir ama yine de onu iter. Sisifos için zirve, bir son değil, döngünün bir parçasıdır. Taş her seferinde düşecek, o ise her seferinde onu itecek. Çünkü anlam, taşın zirveye ulaşmasında değil, onu iterken yaşanan farkındalıktadır.

Anlam Aramak mı, Anlam Yaratmak mı?

Bazıları hayatın anlamını dışarıda arar: Bir inançta, bir kariyerde, bir başarıda… Ama Sisifos’un yaptığı anlamı yaratmaktır. Çünkü dışarıdan gelen anlamlar geçicidir, ama kendi yarattıklarımız bizimdir.

Bu noktada, Delfi Tapınağı’nın kapısında yazan sözün önemi ortaya çıkar:

Kendini bil.

Sisifos belki o kayanın altında ezileceğini biliyordu. Ama önemli olan ezilmek değil, başkaldırırken ne hissettiğimizdir.

Ve belki de en büyük özgürlük, hayatın anlamını aramaktan vazgeçip, onu kendimiz yaratmaktır. Belki de bu yüzden “kendini bilmek” için “kendimizi bulmamız” gerekir. Çünkü anlam yaratmak, ancak kendini bilmekle başlar. Bunun içinse, insanın kendi karanlığına bakma ve orada parlayan küçük bir ışığı fark etme cesaretini göstermesi gerekir. O yolculuğa çıkabilmeli…

Peki, sen kendi taşını nasıl taşıyorsun? Onu bir yük olarak mı görüyorsun, yoksa kendi varoluşunun bir parçası olarak mı kabul ediyorsun?


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Read More

17 Mar Ölümün Eşiğinde, Hatıraların Kıyısında

Ölüm, her seferinde başka bir yerden yakalıyor insanı. Bazen ansızın bir telefonla, bazen hastane koridorlarında, bazen de eski bir fotoğrafın içindeki gülüşle… Bu kez bir cuma günü geldi. Ardında yılların yorgunluğunu, sesini, bakışlarını bırakarak…

Babam aradı, “Haberler kötü,” dedi. “Amcanı kaybettik.” Hangi amcamı, diye sordum şaşkınlıkla. O kadar yakıştıramamıştım ölümü ona. Sanki bazı insanlar ölmezdi. Sanki bazı insanlar, zamanı avuçlarında tutan birer çınar gibi hep dimdik dururdu. Ama hayat, insana bir kez daha öğretiyor: Çınarlar da devrilir.

Aslında Sisifos Söyleni ve hayatın absürdlüğü üzerine bir yazı yazmış ve yayınlamayı planlarken, hayat yine bir absürtlük yaptı. Tam da varoluşun anlamsızlığını sorgularken, ölüm bir kez daha geldi ve bana, anlamı en çok sorgulayanların bile bazen kelimesiz kaldığını hatırlattı. O an, Sisifos’un kayasını yukarı yuvarlamasının sadece bir mit olmadığını, her insanın kendi kayasını sırtında taşıdığını fark ettim. Ve ne garip ki, bazen o kaya, bir kayıpla daha da ağırlaşıyor.

HATIRALAR VE KAYIPLAR

Amca… Bu kelimenin içinde çocukluğum var. Alsancak Sevinç Pastanesi sokağındaki evde, her hafta sonu yapılan o kalabalık aile toplanışları var. Yılbaşı geceleri var, bayram sabahları var, kahkahalarla anlatılan onlarca hikâye var…

Her ailede bir amca vardır; kimi serttir, kimi neşeli, kimi suskun, kimi hayatın içinde kaybolmuş… Ama her biri, bizim hikâyemizde birer sayfa gibi durur. Ve o sayfalardan biri eksildiğinde, hikâyemiz biraz daha yarım kalır.

CENAZE GÜNÜ VE AYNALAR

Cenaze günü… Siyah beyaz bir film gibi. Herkes biraz eksik, biraz yorgun, biraz da kaybolmuş. Dualar edilip toprak atıldığında, insan anlıyor ki ölüm dediğin sadece bir kayıp değil. Aynı zamanda geride kalanlar için bir sorgulama, bir hesaplaşma, bir ayna…

Sen, aynaya bakıyorsun. Ve Ayna Adam usulca konuşuyor:

“Sahi, ne kadar yer kaplıyoruz şu dünyada? Bir avuç toprak, birkaç damla gözyaşı, ardından gelen birkaç güzel cümle… Hepsi bu mu?”

Bazı insanlar 20’sinde ölür ama 70’inde gömülür, demiş bir yazar—şimdi kim söylemiş hatırlayamadım.

Ama amcam için öyle olmadı. O, sonuna kadar yaşadı. Ne de iyi yaptı. Ömrünü boşluklara harcamadı. Ve şimdi, her cenazede olduğu gibi, zaman durdu, dünya biraz daha boşaldı.

BİR MİRAS VE SORUMLULUK

Cenaze günü, herkes babama ve amcama dair güzel anılarını anlatma telaşındaydı o kısacık zaman dilimlerinde. O zaman daha net gördüm; amcamın ve babamın bize ne büyük bir miras bıraktıklarını ve de ne büyük bir sorumluluk yüklediklerini…

2024 yılında Türkiye’de günde 1694 kişi ölmüş. İstatistik olarak bakıldığında sıradanlaşan bir yaşam döngüsü… Ama gel bunu babama anlat, yengeme anlat, amcaoğluma anlat.

Ölümle ilk defa göz göze gelmiyordum; Naduşum var, Atınç’ım var, Nuri Abi var, Berkan Abi var, birer yıldız gibi kayıp giden. Ama amcamın vedası, içimde başka dalgalar kaldırdı, başka fırtınalar kopardı.

Ölüm, hayatın gölgesidir; varlığını bilirsin ama dokunamazsın. Bir gün gelip de karşına dikildiğinde, kelimeler eksilir, zaman bükülür. Her ölüm erkendir, çünkü her giden, ardında tamamlanmamış cümleler bırakır. Eksik söylenmiş cümleler, bir türlü edilmemiş teşekkürler, daha fazla vakit geçirilebilecekken ertelenen ziyaretler…

Ama amcamın ardından yalnızca sessizlik kalmadı. Hafif bir rüzgâr gibi esen anılar var, geçmişin tozunu kaldıran, hatıraların kuytularında yankılanan…

Ölüm sadece gidenin değil, geride kalanların da içini yakan bir rüzgâr gibi esiyor.

İnsan gerçekten ne zaman ölür? İsmi unutulduğunda mı, yoksa ona dair son hikâye de anlatıldığında mı?

Şimdi bize düşen, kelimelerle bir köprü kurmak zamana. Onu bir kez daha yaşatmak, hatıraların ince çizgisinde, sesi hâlâ kulaklarımızda çınlarken…


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


 

Read More

12 Mar Ubor-Metenga

Beklenenin Gölgesinde Titreyen Korku

Şu an yalnızım. Bilinmezliğin eşiğinde, bir kapının önünde, çektiğim koltuğa büzüşmüş halde bekliyorum. Kaç saat, kaç gün, belki de kaç ömür geçti bilmiyorum. Zaman burada farklı işliyor, ya da belki hiç işlemiyor.

Kapının ardında ne olduğunu merak ediyorum, ama açmaya cesaret edemiyorum.

Ya beklediğim şey beni beklemiyorsa?

Ya korktuğum şey aslında içimdeyse?

Fısıltılar… Zihnimde dolaşan, anlamını bilmediğim kelimeler… Kendi içimde yankılanan bir ses mi, yoksa kapının ardındaki bilinmezlik mi bana sesleniyor? Henüz buradayım, henüz yalnızım ama içimde bir gölge hissediyorum, bir varlık… ya da sadece bir düşüncenin, bir korkunun yankısı…
Belki de asıl korku, beklemekten doğuyor. Ve o an, karanlığın içinden süzülen bir fısıltı gibi, Ayna Adam beliriyor.

— Sen de mi buradasın?

— Elbette. Zaten hep buradaydım.

— Ne yapacağız?

— Karar senin. Kapıyı açacak mısın?

— Ya ardında beni bekleyen bir felaket varsa?

— Ya ardında sadece boşluk varsa?

Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” hikâyesindeki adam gibi, biz de bilinmezliğin koyu sisinde kaybolmuş durumdayız. O, kapısının ardındaki korkudan kaçarken aslında korkunun tam göğsünde soluk alıyordu. Tıpkı bizim gibi. Korku, bazen dört duvarın arasında değil, zihnimizin karanlık dehlizlerinde yankılanan fısıltılardan doğar. Bir gölge gibi süzülür içimize, önce ayaklarımızı bağlar, sonra dilimizi mühürler. Ve belki de en korkuncu, içimizde büyüyen bu sessizliktir.

Dışarıda yağmur başlamış. Sokağın ıssızlığı, gökyüzünün gri sessizliğiyle birleşiyor. Belki de bu sessizlik, kapının ardındaki şey kadar korkutucu. Oysa içimizde fırtınalar kopuyor. İnsan zihni bazen gerçeklikten daha karmaşıktır. Bir labirent gibi kıvrılır, her köşesinde yeni bir çıkmaz saklar. Düşünceler, bir nehir gibi akması gerekirken, bazen girdaplarda sıkışır ve olduğu yerde döner durur.

İçimizdeki karanlık, dış dünyanın belirsizliğinden daha derindir; çünkü dışarıdaki bilinmezliği görebiliriz, ama içimizde dolaşan gölgeler her zaman görünmezdir. Kendi zihnimizde yankılanan fısıltılar, bazen en karanlık gece kadar sonsuz ve dipsizdir.

— Ama ya mektup?

— Mektup diye bir şey yok. Bunu sen de biliyorsun.

— Peki ya gerçekten varsa?

— O zaman aç ve gerçeği öğren. Ama unutma, bazen bilmemek, bilmekten daha güvenlidir.

Mektup… Gerçek miydi, yoksa sadece bir yanılsama mı?

Hepimizin hayatında bir mektup var; açmaya cesaret edemediğimiz, içinde ne yazdığını öğrenmeye korktuğumuz bir mektup. Bazen bilinmezliğin içinde kalmak, gerçeğin ağırlığını taşımaktan daha kolaydır. Çünkü gerçeği öğrendiğinde, onu değiştirme şansın ortadan kalkar.

Beklemek… Beklemek bazen bir tercih, bazen de bir zorunluluktur. Peki insan gerçekten neyi bekler? Kendi korkularıyla yüzleşmeye cesareti olana kadar mı? Yoksa belki de korkunun, kaçınılmaz olduğunu anlayana kadar?

— O halde ne yapacağız?

— Korkuyu beklemeye devam mı edeceksin, yoksa kapıyı açıp onunla yüzleşecek misin?

Büzüşerek sindiğim koltuktan bir anlığına sıyrıldım. Bir gölge gibi usulca yükseldim, ayaklarım titrek ama kararlıydı. Sessizlik içinde kapının eşiğine yürüdüm. Günlerdir orada öylece duran, zamanın ve belki de korkunun ağırlığı altında ezilmiş mektuba uzandım. Parmaklarım kağıdın üzerinde tereddütle gezindi, sanki harfler derimden içeri sızıp ruhuma dokunacakmış gibi. Derin bir nefes aldım, sonra mektubu açtım. İçinde şu kelimeler yazılıydı:

Morde ratesden,
Esur tinda serg! Teslarom portog tis ugor anleter, fer to tagan ugotahenc metoy-doscent zist. Norgunk!
UBOR-METENGA.

Bilinmez harfler, rastgele sıralanmış kelimeler… Sanki kağıdın üzerine değil de zihnin en karanlık köşelerine kazınmış bir şifre gibi. Bir anlam var mıydı, yoksa anlam arayan biz miydik? Ubor-Metenga… Belki de yalnızca bir yanılsama, belki de gerçeğin, insan aklına oynadığı ince bir oyun. Harfler, gözlerimizin önünde titreşiyor, kimi zaman kayboluyor, kimi zaman keskinleşiyor. Kağıt, gölgelerle dalgalanıyor.

Belki de korkunun en güçlü yanı, var olup olmadığına bizim karar vermemizdir. Çünkü bir kez ona bir isim verdiğimizde, o artık içimizde yaşamaya başlar.

Ayna Adam gülümseyerek ekler:

“Tavşan korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar. Belki de korku, hareketin durduğu yerde büyür. Tıpkı rüzgârsız bir denizde kabaran dalgalar gibi, içimizde şekilsiz ama devasa bir kütleye dönüşür. Kim bilir, belki de biz cesaret etmediğimiz için değil, cesaret etmeyi unuttuğumuz için korkarız. Unutulan her adım, atılmayan her karar, korkunun gölgesinde kaybolur. Ve belki de en büyük yanılgımız, korkunun peşimizden geldiğini sanmamızdır. Oysa biz durduğumuzda, o büyür ve önümüzde yükselir.”

Dışarıdan bir ses duyuluyor. Belki de yağmur damlalarının penceredeki yankısıdır. Belki de postacı kapıyı çalmıştır. Titreyen ellerimle mektubu sıkıca kavradım. Gözlerim, harfler arasında bir anlam arıyordu ama bulamıyordum. Belki de anlam, sadece benim korkumla var oluyordu. Belki de ben ona bir anlam yükledikçe, o büyüyor, şekilleniyor ve kaçınılmaz hale geliyordu.

Zaman geçiyor. Bekleyiş devam ediyor. Kapı açılmıyor.

Belki de asıl gerçek, hiçbir zaman öğrenilmeyecek.

Bir kapı, bir mektup, bir adam ve onun korkusu…

Hepimizin hikâyesi bu.

Ama korku nedir gerçekten? İçimize işleyen, bizi olduğumuz yerde çivileyen bir zincir mi, yoksa aslında hiç var olmayan bir hayal mi?

Beklemek, bir sonu olmayan yolları yürümek gibidir bazen; ileriye adım atamazsın ama geri dönmek de artık mümkün değildir.

Belki de insan en çok, neyin daha ağır olduğunu bilmediğinde yorulur: Adım atmak mı, yoksa sonsuz bir bekleyişin içinde kaybolmak mı?

Kapının ardında bir şey var mı, yok mu? Belki de hiç önemli değil. Asıl mesele, bizim o kapının ardına ne koyduğumuzdur. Kendi zihnimizde yarattığımız gölgeler, gerçeklikten daha ağır değil mi zaten? Ve belki de en büyük tuzak, korkunun bizden bir adım önde değil, tam içimizde olmasıdır.

Unutma: Beklemek, bazen korkunun kendisinden daha ağırdır. Ama bazen de beklemek, korkunun kendisi olur.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” Hikayesi düştü aklıma sonra yolculuk beni buraya getirdi. İlk buluşmamız değildi (Tutunamayanlar 2.0 )son da olmayacak.

 

Read More

07 Mar Dolu Dolu Boşluk

Bir Kitap, Bir Yansıma, Bir Boşluk

Kitap rafların arasında kaybolduğum bir gündü. Sanki kitaplar beni seçsin istiyordum, ben de birinin kapağını aralarken değil, o bana dokunduğunda başlasın hikâye… Dolu Dolu Boşluk tam da böyle geldi elime. Yakın zamanda Annemin Plaklarında duyduğum Enso Çemberi’ni gördüm önce kapağında. Sanki çölde doğru zamanda karşıma çıkmış bir kuyu gibiydi. Herkesin hayatında bir yolculuk vardır; kimi keşfetmek için, kimi kaçmak için yola çıkar. Benim yolculuğum ise, kendimi bulma çabasıydı.

İçimde bir boşluk mu vardı? Yoksa boşluğun doluluğuna mı ihtiyacım vardı? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, kapağına takılı kalan gözlerimin, farkında olmadan anlam arayışımın haritalarını çizmeye başladığıydı. Şu sessizlik anı var ya, hani göğüs kafesinin tam ortasına saplanan bir hüznün eşlik ettiği…
İşte orada tanıdım bu sesi. Baktım, müzik ve kelimeler birbirine sarılmış, yıllarca aynı yolda yürümüş gibiydi.

Yaşam Bir Sanattır

“Yaşamak bir sanattır ve sırrı da bir kazananı ya da kaybedeni olmamasındadır.”

Hayat, kazanmaktan ve kaybetmekten ibaret değildir. Hayat özünde, kazanmayı amaçlamak, kaybetmekten korkmak, yaşamayı arzulamak, ölüm karşısında endişe duymak gibi sınırlandırıcı ve sabitleyici duygular içermez. Bunlar tamamen yaşarken bizlerin geliştirdiği zihinsel bloklardır.

İnsan ölümden korkar, çünkü yaşamın ne olduğundan habersizdir. Bu durumda korku doğaldır, çünkü ölüm bizi bu fiziki varoluş dünyasından çekip alacaktır. Ve siz henüz yaşamamışsınızdır. Ne olduğunu bilmeden bu hayatı nasıl yaşarsınız ki? Çünkü hep yarına ertelemişsinizdir ama ya yarın yoksa? İşte o zaman korku başlar.

Goethe şöyle der:

“Yüce olan her şey yalındır.”

Ayna Adam: “Bir kitabı nasıl seçersin? Onun seni bulmasına izin vererek mi, yoksa fark etmeden köşesine sığındığın bir cümleyle mi?”

Ben de bilmiyorum Ayna Adam. Ama bilmediğim soruların peşinden gitmeyi seviyorum.


Sayfaların arasında dolaşırken, sanki bir yankı duyuyorum. Dolu Dolu Boşluk sadece bir varoluş sorgulaması değil, aynı zamanda insanın iç dünyasında gezinen bir felsefi harita gibi. Alpay Asar, kelimeleri birer kapı gibi kullanıyor; her kapıyı açtığında seni başka bir gerçekle yüzleştiriyor. Boşluğun anlamını, insanın kendine çizdiği sınırları ve bu sınırların nasıl aşılabileceğini sorguluyor. Bazen bir kelimenin ağırlığı altında eziliyorsun, bazen bir cümle seni hiç beklemediğin bir köşeye savuruyor.

Boşluk, sadece bir yokluk değil; aynı zamanda varlığın en saf halidir. Kitap boyunca, boşluğun kendisiyle yüzleşirken, kelimeler, içimizde açılan yaraları sarmaya çalışan ince iplikler gibi örülüyor. Boşluk, bazen içinden çıkamadığın bir labirent, bazen de sonsuzluğa uzanan bir kapıdır. Taozime göre boşluk -XU- nesnelerin var olabilmesi için zorunlu olandır. Mevlana ise şöyle der:

“Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen bir HİÇ ol. Menzilin yokluk olsun.”

“Söylesene, sen boşluğun neresinde duruyorsun?”

Ayna Adam: “Durmuyorum. Boşluğun içinden geçiyorum. Onunla yürüyorum. Kendimi, kaybolarak buluyorum. Sen ne yapıyorsun?

Yapabileceğim tek şey, derin bir nefes alıp cümlelerin içine dalmak.

“Labirentte yaşayınca uzun zaman, çıkışı bulmaktan korkuyor insan.”

Bir labirent düşün. Sağlı sollu duvarlarla örülü. Her kapının ardında bir sürü yarım bırakılmış hikâye. Hangisi seni dışarı çıkaracak, hangisi daha derine itecek bilmiyorsun. İşte boşluk dediğimiz, tam da bu bence. Dolusunu da, yoksunluğunu da kabul etmek.

Kimse bizim için yürüyemez, yürüyüşümüzde bize yardım edemez. Yolun kendisi hedef olmalı, süreçler bizim rehberimizdir. Yol yürüdükçe kendini açar. Mevlana şöyle der:

“Sen yürümeye başlayınca yol kendiliğinden görünür.”

Son Söz

Bazı kitaplar okurunu seçer. Bazı kelimeler aklınızda çığ düşürür, bazıları ise bir melodinin peşinden çıkar karşınıza. İşte bu kitap, benim için bir ezginin izini süre süre vardığım bir boşluğun sesi oldu.

Unutma, bazen en dolu anların, en boş hissettiğin zamanlarda saklıdır. Boşluk, düşündüğünden daha fazla anlam taşır. Bazen içindeki sessizlik, yankılanan en güçlü sestir. Kendini bulmak için önce kaybolmayı göze almalısın.

“İçindeki boşluk seni ürkütmesin, bazen ruh en çok orada genişler.”

Belki de arayışımız, kaybolmanın kendisinde saklıdır. Özgürlük, bazen yanılgılarla dolu uzun bir yoldur. Ve boşluk, onu fark ettiğinde seni kendine çağıran bir aynadır. Kaybolmak da bir varoluş biçimidir; çünkü bilirsin ki, bir gün kendini yeniden bulacaksın.

“İnsan yolunu kaybetmeden kendini bulamaz.”

Boşluğun içinde bir yankı var, kendini hatırlatan. O boşlukta kalmak bazen huzurun ta kendisi olur.

“Bir yerlerde, çok uzakta, içimde bir dünya var ve ben ona ulaşmaya çalışıyorum.” diyor Pessoa.

Belki de hepimiz o dünyaya ulaşmanın peşindeyiz. Kendi içimizde, bir labirentin ortasında, bir ışık arıyoruz.

Ayna Adam tekrar fısıldıyor: “Peki ya ışığa ulaşırsan? Yolun biterse?”

Belki de yolun kendisi, o ışığın parçasıdır. Ve belki de asıl mesele, varacağımız yer değil, yürüdüğümüz yolun bizi nasıl dönüştürdüğüdür.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


 

Read More

03 Mar Umutsuzlar Parkında Ayna Adamla Bir Gece

Binlerce ama binlerce yıldır yaşıyorum.
Bunu göklerden anlıyorum, kendimden anlıyorum biraz.
İnsan, insan, insandan… Ne iyi ne de kötü.
Kolumu  sallıyorum yürürken, kötüysem yüzümü buruşturuyorum
Çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum.

Ayna Adam yanı başımda. Gözleri kapalı, dinliyor. Biliyorum, o da aynı parkın içinde.

Bu park bizim. Bu park herkesin. Bu park, yalnızlığın en kalabalık hali.

“Ne demek binlerce yıldır yaşıyorum?”diyor.
“Belki de her insan kendi geçmişinin toplamıdır,” diyorum.
“Ya geleceği?”
“Gelecek, değişmekle gelir. Ama değişmek mi gerçekten?”

Sessizlik.
Sonra şairin sesi içimizde yankılanıyor:

Biri mi öldü, biri mi sevindi, değişmek koyuyorlar adını

“Ölen kim?” diyor Ayna Adam.
“Bilmiyorum. Belki eski ben.”
“Yeniden doğan?”
“Yine ben. Ama tanıyamadığım halim.”

Ayna Adam sigarasını derin bir nefesle söndürüyor.
Göğe bakıyor, yıldızlar çok uzakta. Bir şey söyleyecek gibi oluyor, ama susuyor.

Oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan
Ve geçilmiyor ki benim
Duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan.

Yapılmışlık. Bir kalıba dökülmek, bir şekle girmek…
Ve sonra o şekilden çıkmaya çalışırken kaybolmak.

“Değişmek dediğin nedir ki?” diyorum.
“Kimine göre unutmak, kimine göre erimek.”
“Ya sana göre?”
“Bana göre kendimi ayırmak,” diyor Ayna Adam. “Yapayalnız olmaktaki kendimi.”

Bunu onlardan anlıyorum biraz.
Erimek, bir olmak ve unutulmak içindeki onlardan.
Ya da bir başkaca şey…

Masa, İnsan ve Yalnızlık

Edip Cansever’in masasını bilirsin. Hani şu her şeyin üzerine konduğu masa. İnsanların, eşyanın, düşüncelerin, yüklerin…
Ve sonunda, şairin alaycı sesiyle dile gelen şu cümle:

Masa da masaymış ha.

Bir masa kadar güçlü olabilir mi insan?
Onca ağırlığı taşıyabilir mi?
Belki de bütün mesele, taşıyıp taşıyamamak değil.
Bütün mesele, o masanın üzerine ne koyduğun.

“Senin masan var mı?” diyor Ayna Adam.
“Var. Üzerinde eski defterler, kaybolmuş adresler, yarım kalmış yazılar…”
“İnsan da bazen masa gibi olur, değil mi?”
“İnsan en çok masa gibi olur. Bütün ağırlıkları taşır ama kendi için bir şey olamaz.”

Gülüyoruz.
Ama bu, neşeli bir gülüş değil.
Bir masanın altına saklanmış, yıllanmış bir gülüş.

Ve sonra, yok artık sıkılıyorum, diyorum.
Ne demek bu?
Bilmiyorum. Ama hissediyorum.

İçinden Doğru Sevdim Seni

Gece ilerliyor.
Parkın ışıkları yüzümüze düşüyor.
Ayna Adam oturduğu yerde hafifçe geriye yaslanıyor.

“Peki sevgi?”diyor.
“Ne olmuş sevgiye?”
“Sen hiç içinden doğru sevdin mi?”

Bir an duruyorum.
İçimde bir cümle yankılanıyor.

İçinden doğru sevdim seni.

“Belki de bir insanı en çok, ona hiç söyleyemediğin sevgiyle seversin.”
“Ama sevilmek için görünür olmak gerekir.”
“Peki ya sevmek?”

Gözlerini kapatıyor. Ağaçların arasından bir karanfil düşüyor.
Belki de Yerçekimli Karanfil bu.
Düşerken bile bir ağırlığı var.

“Her şeyin bir ağırlığı var,” diyorum.
“Ama bazı şeylerin ağırlığı görünmez.”
“Mesela?”
“Bir gülüşün, bir dokunuşun, bir kelimenin… Bir insanın eksikliğinin.”

Eksiklik en ağır yüktür.
Onu taşıyamazsın, yere bırakamazsın, adını bile koyamazsın.
Ama o hep seninle gelir.

Adsız Bir Çiçek Gibi

Sabaha karşı parkın rengi değişiyor. İnsanlar yavaş yavaş kayboluyor. Sanki gece boyunca burada sadece biz varmışız gibi.
Ayna Adam ayağa kalkıyor.

“Gidiyor musun?” diyorum.
“Gitmiyorum,” diyor. “Seninle beraber kalıyorum.”

Biliyorum ki doğru söylüyor.Çünkü o bir ses, benim iç sesim.

Şairin de dediği gibi:

Adsız bir çiçek gibi

Kimsesiz bir çiçek gibi. Büyür içimde yalnızlığım.

Ve yalnızlık, sanılanın aksine, bizi eksiltmiyor.
Bazen tam da yalnızlığımızda büyüyoruz.
Geriye sadece bir masa kalıyor.
Üzerinde birkaç sözcük, bir yazının kırıntıları…

Ve biz, Umutsuzlar Parkı’nda bir gece daha yaşıyoruz.

Binlerce ama binlerce yıldır olduğu gibi.


Edip Cansever’le ilk kez Umutsuzlar Parkı Bölüm 3’te tanıştım.
Cemal Süreya’nın, Dostoyevski’yi okuduğu günden beri huzurunun kaçtığını söylerler.
Benim de Edip Cansever’i okuduğumdan beri başka bir türlü bakar oldum her şeye.
Kelimelerin arasında gezinen yalnızlığın, parkların içine sinmiş umutsuzluğun, bir masaya yüklenen anlamın, bir çiçeğin taşıdığı ağırlığın farkına vardım.
Bazen bir şiir seni değiştirir. Ve bazen, bir şiirle değiştiğini fark ettiğinde, artık hiçbir şeye eskisi gibi bakamazsın.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Onca Edip Cansever şiirinden sadece dört tanesine dokunabildim.  (Umutsuzlar Parkı Bölüm 3, Adsız Bir Çiçek, İçinden Doğru Sevdim Seni ve Yerçekimli Karanfil) Oysa aklımda daha onca şiiri vardı onlarda belki başka bir yazıya kaldılar.
Şiire dair yazılarım ilk değildi bunlar da var;

İhtiyacı olanındır Şiir…
Şarkılardan Şiire
Sevda ile Sevgi

Son da olmayacak…

Read More

27 Şub Karışık Kaset

Güneşli ve soğuk bir şubat günü, kulaklıklarım kulağımda, vapura doğru yürüyorum. Ben Okurum’un bir bölümünü dinliyorum.
– Daha dinlemeye başlamadıysanız çok şey kaçırıyorsunuz. –

“Ayrılıkla da sevdaya dair” diyorlar, Atilla İlhan’ı konuşurken.
Ben, bunun şiir olduğunu önce şarkısını dinleyerek öğrendim. Vedat Sakman besteledi ve Zuhal Olcay söyledi. Şimdi aklıma geldi, ben Vedat Sakman’ın hiç bir solo konserine gitmedim.

“Hatırlıyor musun?” dedi Ayna Adam, usulca yanıma sokularak. “İlk dinlediğin şarkıyı?”

Gözlerimi kıstım, düşüncelere daldım. Aklımda binlerce anı varmış gibi geliyor ama yazmaya kalkınca hepsi öğretmenle göz göze gelmekten kaçan öğrenciler gibi silikleşiyor.
Evde bir 33’lük plak vardı, rahmetli Talih dayım getirmişti. Üzerinde nükleer patlamanın mantar dumanı… Albümün adı da, müziği de sisler içinde. Ama belki de bilinçli dinlediğim ilk albüm oydu.

“Ve Pink Floyd?” diye devam etti Ayna Adam, gülümseyerek. “O duvarları yıllar sonra fark ettin, değil mi?”

Evet… Evde The Wall 45’liği vardı, ama o zamanlar farkında değildim. Bazı şarkılar yıllar sonra anlam kazanıyor, tıpkı bazı anıların ancak belli bir yaşta içimize oturması gibi.

“Ya annenin toz aldırma marşı?” diye sordu, göz kırparak.

Gülümsedim. Enrico Macias’ın “Oriental” albümü… Annem, kız kardeşlerimi Fransızca şarkılarla motive ederek temizlik yaptırırdı. Şarkılar bazen bir evin içinde yankılanan geçmiş, bazen de yanlış anlaşılan bir hatıradır.
1988’de Fransa’ya gittiğimde, annem benden Enrico Macias’ın albümlerini istemişti. Ama dikkatsiz kulaklarım, müziğin değerini kaçırmıştı. Plağa vereceğim parayı yanlış harcamış, Glenn Medeiros’un “Nothing’s Gonna Change My Love for You” kasedini almıştım.

Ayna Adam başını iki yana salladı. “Kimi anılar pişmanlık gibi oturur insanın göğsüne, kimi ise gülümseyerek döner geçmişten. Ama hepsi bir şarkıyla mühürlenir.”

Barış Manço’nun Arkadaşım Eşşek’i ile büyüdüm, kızımı da onunla büyüttüm. Babaannem ise hep üzerine alınırdı Süper Babaanne şarkısını. Her şarkı bir kişiye, bir âna tutunurdu. Sezen Aksu’nun albümleri ortaokul yıllarımın duygusal fonuydu. Aşkın Nur Yengi’nin Sevgiliye’si aklımızı başımızdan aldı, Levent Yüksel ile med cezirlere kapıldık.

“Peki ya Capello geceleri…”

Nasıl unuturum? Yaşım yetmese de tanıdık kontenjanından içeri sızdığım o büyülü anları… Saatler ilerledikçe, disko ritimlerinin yerini yavaş yavaş slow parçalar alırdı. Çift olabilenler, “Because I Love You” ile birbirlerine sarılır, ardından “Kingston Town” melodisi ile köşede tek başına kalan mahsunlara nazire ederlerdi.

Sonra… Plaklar çöpe gitti, kasetler hüküm sürdü, ardından CD’ler tahtı devraldı. Nasıl içim yanıyor şimdi, o zamanlar hoyratça çöpe atılan plaklara,  kasetlere… Her biri bir hatıra, bir melodiydi; bilinçsizce fırlatılan, zamana yenik düşen ama içimde yankısı kalan. Nasıl da kandırıldık dijitalden gelen seslerin daha iyi olduğuna.

Babam ilk CD çalar aldığında evde hiç CD’miz yoktu. Yabancı bir slow karışık CD bulmuş, doğum günümde çalmıştım. Richard Marx’ın “Right Here Waiting” şarkısında gözlerimi kapatıp hayal kurmamı söylemişti Barbaros. Bir kelimesini bile anlamadan dinlemiştim ama duygusu içime işlemişti.

Zamanla hayatıma daha fazla anı, daha fazla şarkı girdi. Her biri, yaşanmışlığın birer yankısı gibi kulaklarımda çınlıyordu.

Bir gece Step Bar’da Kudusi’den Agora Meyhanesi’ni dinlerken, 18’li yaşların başında, rakının buruk tadını yeni yeni keşfederken düşündüm kendimi: Şarkılar aslında anıların ruhuydu.

Gecenin soğuğunda yürürken ellerimi cebime sokup içimden Ellerim Cebimde diye mırıldanmak…

Lise arkadaşlarımla her buluşmada, zamanın durduğu o anlarda, Ele Güne Karşı yükselirdi dillerimizden. Dünya bir yana, biz bir yana…

“Olmasa Mektubun” ile kadeh tokuşturmak, geçmişe selam çakmak…

“Geçse de gençlik çağım” diyerek Zilli’de henüz geçtiğini fark etmediğim günlerime seslenmek…

Bir marş gibi “Losing My Religion” söylemek ve yıllarca mod-a-mod tercümeye takılarak inancını kaybetmeyi dini kaybetmek olarak anlamak…

Ankara’dayken “Ankara’da Aşık Olmak zor” demek, İstanbul’a giderken “Bekle Bizi İstanbul” diye mırıldanmak…

Sabahları okula giderken Modern Sabahlar’da güne “Perfect Day” ile başlamak…

İlhan İrem, Aznavour, Leonard Cohen, Dire Straits, Sting…

Sonra içime bir merak düştü, acaba kaç şarkı vardır diye, üşenmedim araştırdım. Elle tutulur tek veri olan Spotify arşivinin sonucu bile beni şaşırtmaya yetti; 2020 yılında arşivinde 60 milyon şarkı varmış ve her dakika 20 yeni şarkı ekleniyormuş. O kadar şarkı var ki insan hangi birini hatırlasın…

“O kadar şarkı var ki hayatına dokunan,” dedi Ayna Adam, “ama neden bazıları unutulmaz?”

Duraksadım. “Çünkü şarkılar, anılara çapalanmadan sadece boşlukta savrulmuş notalardır. İnsan, duyduğu her ezgiyi değil, hissettiği her ânı hatırlar.”

Ayna Adam gözlerini kapattı, başını hafifçe salladı. “Tıpkı bir koku gibi, bir dokunuş gibi… Şarkılar da anılarımızın içine işlemiş gizli mürekkeptir. Zaman geçer, her şey unutulur ama bir şarkı çaldığında her şey geri gelir. Çünkü biz onları sadece dinlemedik—yaşadık.”

Ve işte, bazı şarkılar unutulmaz. Çünkü bazı anlar sonsuzdur.

Ayna Adam derin bir nefes aldı ve gözlerini bana dikti. “Peki, söyle bana,” dedi, “nereye gidiyoruz?”

Bilmiyordum. Gerçekten bilmiyordum.

Ayna Adam gülümsedi, uzaklara bakarak mırıldandı:

Gün çoktan döndü buralarda
Ve ben simsiyah bir gecenin koynunda yapayalnız bekliyorum
Duyuyorum, görüyorum
Bir gün gelecek dönence, biliyorum

Peki, sizin karışık kasetin hangi şarkılarla dolu?


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Eve Götürmelik Bilgi: Dönence şarkısı çok sever ama anlam yükleyemezdim. Yazarken aklıma düştü ve araştırdım. Bir söyleşide şöyle demiş Usta;

Dönence dünyanın iki ayrı kutbundaki enlemlerdir ve hiçbir zaman birlikte olamazlar. İnsanın doğasında da iki zıt kutup vardır. Bu kendisinde olmayanı arama içgüdüsüdür. Burada insanlardaki tatminsizliği ve olmayanı arama duygusunu açıklamaya çalıştım. Devamlı gelecekte olacakları umut ederek yaşayan insanları yani.

Sinemamuzik e-dergisinin bir haberine göre 2020’in Mart ayında 147 müzikseverin seçtiği 10 şarkı üzerinden yapılan listede Dönence birinci sırayı almış. Diğer Şarkılar da sırasıyla Bir Derdim Var – Mor ve Ötesi , Tamirci Çırağı – Cem Karaca, Ele Güne Karşı – MFÖ, Afili Yalnızlık – Emre Aydın, Senden Daha Güzel – Duman, Paramparça – Teoman, Bir Kadın Çizeceksin – Manga, Sil Baştan – Şebnem Ferah, Sözlerimi Geri Alamam – Bulutsuzluk Özlemi. Haberin linki 

Read More

25 Şub Deli Bir Çocuğun Peşinde

Bir Kitap, Bir Yolculuk, Bir Hayat…

Ayna Adam yine karşımda. Gözlerini üzerime dikmiş, bekliyor. Sessizce, kıpırdamadan… Biliyorum, bana sormadan duramayacak. Ama bekliyor.

Ona dönmeden, zihnimde bir harita oluşturuyorum: 2014’ün buzlu sabahlarından başlayan bir yolculuk; İsviçre’nin soğuk, resmiyet kokan toplantı salonlarından, Paris’in soğuk bekleme salonlarına, oradan Cancun’un sıcağında altın sarısı kumsallarına, Havana’nın dar sokaklarına, devrim kokan duvarlarına kadar uzanan bir serüven.

Ve yanımda bir kitap: Deli Çocuğun Güncesi.’

Bu kitap, yanımda taşımadığımda eksik hissettiğim, her kelimesine ruhumla bağlandığım, yerinde duramadığım bir yol arkadaşıydı. Ve şimdi, Ayna Adam’ın gözleriyle karşı karşıya, her bir satırını içimde yeniden yaşıyorum.

“Kitapları neden yanına alırsın ki?” diye soruyor Ayna Adam, sesinde her zamanki gibi bilindik bir ironi.

“Bazı kitaplar sadece okunmaz,” diyorum, “yaşanır.”

Bazı cümleler insanın içine işler, düşüncelerini sarar, yayılan bir çatlak gibi göğüne yükselen bir duman olur. Özgür Bacaksız’ın kelimeleri de tam öyleydi. Otel odalarında, havaalanı bekleme salonlarında, denizin kıyıya vuran dalgalarını izlerken, bile bile kaybettiğim soruların cevabı gibi.
O cevabın peşinden gittiğim her an, bir parça kendimi bulduğum bir yolculuktu.

Bavulumda yer yoktu ama ruhumda geniş bir alan açıldı ona. Çünkü bazı kelimeler, sadece gözlerinle değil, adımlarınla da okunur. Bazı cümleler, pasaportlardan bağımsızdır; onlar, insanın yüreğine damga basar. Ve bazı kitaplar, insanın içinde taşınır, tıpkı bir parça melankoli gibi, tıpkı bir parça özgürlük gibi…

Deliliğe Tutunmak

“Bir tutam delilikti benimkisi, tüm yaşanmışlıklara inat,’“diyor yazar.

Ayna Adam gülümseyerek başını sallıyor. “Senin deliliklerin neden sadece lafta kalıyor, Anıl?”

“Bilmiyorum. Belki deliliğimi matematikle gömdüm. Formüllere, hesaplara, kesin sonuçlara…”

Odtü’nün arka kapısında bir çıkış yolu vardı sandım. Ama öğrendim ki bazen, sen çıksan da içindeki şeyler çıkamıyor. O defterleri bir türlü kapatamadım, Ayna Adam. Bazen sırtındaki yüklerin, geçmişin, hâlâ peşinden gelir. Biriktirdiğin acı, gözlerindeki derin çizgiler gibi seni bulur, sen her ne kadar onlardan kaçmaya çalışsan da…

Bazı şeyler hala sırtımda, her adımda biraz daha ağırlaşıyor.

Denizin kıyıya taşıdığı dalgalar gibi, ben de içimde unuttuğum hayallerin kıyıya vurmasını bekliyordum.

“Çocukken hayallerimiz vardı. Sonra büyüdük. Ve hayallerimizi gerçekleştirmek yerine, onları unuttuk.”

Bir noktada, hepimiz vazgeçtik mi, Ayna Adam? Çocukken değiştireceğimize inandığımız dünyayı, büyüdüğümüzde olduğu gibi mi kabul ettik?

“Deli dediler bana. Beni anlamayanlar… Oysa delilik, bazen aklın sınırlarını aşmak değil midir?”

Bir insan gerçekten iyileşmek ister mi, Ayna Adam? Yoksa deliliği muhafaza etmek, sıradanlığa teslim olmaktan daha mı anlamlıdır? Belki de asıl mesele, içinde taşıdığın çılgınlığı, başkalarının rasyonelliğine teslim etmemektir.

Gerçekleri görmek için gözlerini kapatmak, düşlerin peşinden gitmek…Beni hasta edeceklerini biliyorlardı. Çünkü iyileşmemi istemiyorlardı. Ama ben onlardan daha deliydim. İyileşmeyi hiç düşünmedim.

Mantığı Cebe Koymak

“Öyle ideal, amaç, hedef geç onları evlat geç. Önce ezileceksin, hırslarının kurbanı olacaksın, kıskançlık, doyumsuzluk derken başkalarını ezeceksin. Yani anlıyor musun evlat, işte insan budur…”

Ayna Adam kahkahasını zor tutuyor. “Hadi, sok mantığı cebine.”

“Mantık iş yerinde geçerli mi, sence?” diye soruyorum. Cevabını bilerek.

O an, her şeyin bir oyun olduğunu, insanın anlam arayışında kaybolduğunu fark ediyorum. Mantık, insanı hayatta tutmaya çalışan bir sistem, ama ruhunun katmanlarında gezinmek, mantığa meydan okumak, en derin gerçekleri görmek… İşte asıl mesele bu.

Alışmak ve Bağışıklık

Özgür Bacaksız, bir gerçeği fısıldıyor sayfalardan: “Çocuklukta içimizde oluşan mutluluk yerini zamanla karamsarlık ve düşünceyle çekilen sancıya bırakır.”

“Bunu hep mi böyle hissetmek zorundayız?” diyorum,  “Alışmak bir hastalık mı, yoksa tedavi mi?”

“Bağışıklık kazanıyoruz. Bunu biliyorsun,'” diyor Ayna Adam.

Bağışıklık kazanmak, bir çocuğun saf bakışından sıyrılıp hayata ve olaylara her geçen gün daha bir tedirgin bakmak demek. Bir anlamda unutmaktır, belki de bir tür hastalık. Zamanla, unuttukça insan kendini kaybeder mi? Bazen ağrıyı unuttum sanırım, ama acı, yavaşça her anın içine yerleşiyor.

Ruhun Hep Geride Kalır

“Sürekli koşuşturuyorum ama ruhum hep geride kalıyor,” diye not düşmüşüm sayfalara.

“Bunu hissettiğinde ne yapmalı?” diye soruyor Ayna Adam.

“Bilmiyorum. Bir istasyona gidip, siktir olup gitmeli belki. Daha acı çekeceğim bir yere, ya da daha huzurlu olacağım bir yere…”

Ama gitmek her zaman bir çözüm mü? Gerçekten bir yerden bir yere gitmek, içerideki boşluğu doldurur mu? Belki de soruyu değiştirmek, ruhu bulmak için bir başka yol aramak gerekiyor. Ama bazen gidişler de bir anlam ifade etmiyor. İnsan sadece durarak, her şeyi bir anlığına olduğu gibi kabullenerek de bir yerlere varabilir.

Ve Son Sahne?

Özgür Bacaksız söylüyor: “Her şey devam ederken delirebilirsin, sitem edebilirsin, varoluşuna bela okuyabilirsin… Ama son sahnede her şeyi geride bırakmalı insan, sokağa çıkmalı ve yoluna bakmalı.”

“Son sahne ne zaman, Anıl?'” diyor Ayna Adam.

Bilmiyorum. Belki de hiçbirimiz bilmiyoruz.

Ama bildiğim bir şey var: En sevdiğin şarkıyı mırıldan, aynaya bak ve kendine gülümse. Çay demleniyorsa, hâlâ umut var demektir.
Bu hayat, bazen ne kadar karmaşık olursa olsun, her anında bir umut, bir anlam taşır. Zihnimizdeki karmaşadan sıyrılmak, küçük bir anın içindeki huzuru bulmak…

Yolculuğum sona erdiğinde, kitabın kapağını kapattım ama içimde bir şeyler sonsuza dek değişmişti. Küba’dan ayrılmadan önce, bir duvar yazısı dikkatimi çekti: “Devrim, sadece bir başlangıçtır.”
Sahi, her yolculuk, her okunan kitap, her yaşanan an, içimizde bir devrimi başlatmaz mı, Ayna Adam?

Bazı kitaplar sadece okunmaz, yaşanır. Bazı yolculuklar, insanın iç dünyasını da değiştirir.
Deli Çocuğun Güncesi de benim için öyleydi. Sayfaların arasında, bir kitap değil, bir ben buldum. Her okuduğumda biraz daha derinlemesine sızan, her satırında farklı bir kendime ulaşarak daha da şekillendiren bir yolculuktu. Gerçekten, bazen bir kitap, bir hayat kadar büyük olabiliyor. Her sayfası, her satırı başka bir dünyayı hatırlatıyor insana. Bu kitaptan aldığım yalnızca kelimeler değil, bir de onun peşinden gitme cesaretiydi.

Ve bir şey daha öğrendim: Yolculuk sadece gittiğimiz mesafelerle değil, insanın içsel dönüşümüyle de ölçülür. Bu yolculuk, dışarıda bir yere varmak değil, içindeki sonsuz dünyaları keşfetmektir.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Meksika-Küba Seyahatinin detaylarını merak edenler için; buyrun yazının bağlantısını  Siz 40 Yaşınıza Nerede Girdiniz?

Read More

23 Şub Genç Bir Mühendise Yeni Öğütler

Bazıları geceleri rüyalara dalar, ben gündüz düşlerinde kaybolurum ve bazen, o düşleri mürekkebe bulayıp kağıda dökerim. Artık bunu biliyorsunuz diye düşünüyorum. 2024’ün mevsimleri şaşırmış bir Aralık gününde, Makina Mühendisleri Odası meslekte 25 yılımı geride bıraktığımı hatırlattı bana; sade ama anlamlı bir törenle. Bir çeyrek asır boyunca, bu düşlerin ve gerçeklerin arasında yürüdüm. Bana mühendis dediler, ben ise ‘ışıkla gölge arasında bir köprü’ olmaya çalıştım. Mühendislik benim için yalnızca bir meslek değil, bir düşünce biçimi, bir dünya görüşüydü. Her karşılaştığım problem, çözümün peşine düşmem için bir davetti. Makinaları, süreçleri anladıkça, insan zihninin sınırlarını da zorlamaya başladım, düşündüm.
Ayna Adam, omzumda bir fısıltı gibi belirdi:

“Yıllar geçti, peki ya şimdi? Hâlâ aynı köprünün bekçisi misin? Yoksa inşa ettiğin köprüde durup arkana mı bakıyorsun?”

Uzun yıllar boyunca fark ettim ki, bir mühendis öğrenirken de, tasarlarken de, hatta yanılırken bile inşa eder. Hatta buna dair yaşanmışlıklarımı bundan beş yıl önce bir yazıyla kayıtlara almıştım. Yarım asırlık yaşım ve çeyrek asırlık mühendislik yolculuğumun bana verdiği yetkiye dayanarak bu yazıyı yeniden yazmaya cüret ettim.

“Bakalım kahramanımızı bu süreçte ne tür maceralar bekliyor?” diye ekledi Ayna Adam, bir dış ses edasıyla.

“Bilmez misin Ayna Adam; sonunu düşünen kahraman olamaz!”

Mühendislik diploması olan herkes mühendis midir? Sanmam. Bu nedenle kendi içimde bir sınıflandırma yapmıştım ve hâlâ yaptığımın arkasındayım:
• Mühendislik diploması olanlar,
• Mühendislik yapanlar,
• Mühendisliği yaşayanlar.
Sonuncusu bir lütuf mu, bir lanet mi, bilmiyorum. Ama bilmediğim bir şeyi sorgulamadan kabul edemem.

“Sanki bildiklerini bile sorgulamıyorsun?” dedi Ayna Adam.

“Sorgulanmamış yaşam yaşanmamıştır.” diye susturdum onu, benden daha geveze olmaya başladığının farkındaydım.

Orhan Kemal, “Güçlü bir hafıza, ağır bir cezadır.” der. Hafızanız güçlü mü? Değilse yalan söylemeyin, dürüst olun ya da sonsuza kadar o yalanın yükünü taşıyın. Seçim sizin. Ama unutursanız, başlangıçta rahat edersiniz belki, ancak gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkma gibi kötü bir huyu vardır. Hayatım boyunca yalanı hep azaltmaya çalıştım. Söylediğim zamanlarda da bedelini ödemekten kaçmadım. Hafızamın gücüne değil, içimdeki huzura güvendim.

Yatarak bir şey yapabilen bildiğim mahluklardan biri tavuktur – ve birkaçını daha sayabilirim ama onlar bana kalsın. O yüzden harekete geçin ve deneyin. “Çıraklığını bilmediğiniz işte usta olamazsınız.” Sahaya inmeden, elinizi kirletmeden öğrenemezsiniz.

Tecrübe, hata yapmama sanatıdır; ancak bu sanata ulaşmanın tek yolu, bolca hata yapmaktır. Çelişki gibi mi görünüyor? Hayatın doğasında var. “Erken başarısız olun” (Fail Early) bunu mottonuz yapın.

Yolun Sonunda Yanlış Duvara Dayanmış Bir Merdiven Olmasın

Hedeflerin hep olacak. Hedefsiz insan, rüzgâra teslim olmuş bir yelkenlidir; nereye savrulacağını bilmez. Ama lokal hedeflere takılıp bütünü gözden kaçırma. Kutunun içinden baktığın kadar, dışından da bak. Hatta bazen kutunun hiç olmadığı senaryoları düşün. Bu bana hep ormanda az seçilen yolu seçmeyi hatırlatır. Bacaklarına dikenler batar, ayakların çamura bulanır belki ama sonunda ulaştığın manzara buna değer. Ancak bir hedefin peşinden körü körüne gitme. “Peyniri arada bir kokla.” Hâlâ taze mi, yoksa artık çürüdü mü, anlamaya çalış. Eski peyniri unutma cesaretini göster. Ancak bu şekilde yeni peynirleri bulabilirsin.

Ve en önemlisi, hayatının amacı olarak gördüğün duvarın en tepesine vardığında yanlış duvara merdiven dayadığını fark edersen, yeniden başlamaktan korkma! Aynı şarkıda takılı kalanlar utansın, yeni bir melodiye cesaret edenler değil.

İnsan ve Makine Arasında Bir Yerde

Her gün, bir önceki günden farklı olsun. Bunu anlatan en güzel mısra yine Nazım Baba’dan gelir:

“Doğmamış çocuğumdan geri, ölmüş babamdan ileriyim.”

Bilgi işlem teknolojisinin önemini ilk kez vurguladığımda, dünya bambaşka bir yerdi. O zamanlar dijitalleşme konuşulurdu, şimdi ise EYAY (AI) hayatımızın her yerinde. Bazen hayranlık uyandırıyor, bazen korkutuyor, bazen de insanı düşündürüyor: Makinaların olmadığı bir çalışma ortamı kalmayacak, peki ya insanın olmadığı bir çalışma ortamında insanlar için nasıl çalışacağız? Bu da başka bir yazının konusu olacak artık.
Geçenlerde denk geldiğim bir söz, bu kaygılarımı yönetmemde bana rehber oldu ve Nazım Baba’yı bir kez daha haklı çıkardı:

“Gelecek, daha fazla beceri öğrenen ve bunları yaratıcı yollarla birleştirenlere aittir.” – Robert Green

Ne yaştan, ne akademik başarıdan ne de coğrafyadan bahsetmiş. Beceriler ve onları bir araya getirme sanatı… İşte geleceği inşa eden mühendislik de tam olarak bu değil mi?
İnsanlara güvenin. Güven olmadan ne bir proje inşa edilebilir ne de bir hayat. Ama kazık yediğinizde, sizi hayal kırıklığına uğrattıklarında bunun acısını tüm çevrenizden çıkarmayın. Sonuçta, Voltaire’in Candide’de dediği gibi, “Bu dünya, bütün kötülüklerine rağmen mümkün olan dünyaların en iyisidir.”

Yetki mi, Ünvan mı?

Yetki, her zaman ünvanın önündedir. Ünvan almaya değil, yetki almaya odaklan. Gerisi zaten kendiliğinden gelir. Eğer gelmiyorsa, unutma: Hak ettiğini değil, müzakere ettiğini alırsın. Çalışma hayatı yazılı ve yazılı olmayan, farklı sertlikte kurallar zincirlerine sahiptir. Prosedürler, işlerin tutarlılığını sağlar. Ama unutulmamalıdır ki prosedürler de bir zamanlar bizim gibi insanlar tarafından yazılmıştır. Gerektiğinde değişime açık olmak gerekir.Kuralları bilirsen, onları en iyi sen ihlal edersin. Ayna Adam gülümsedi:

“Kurallar, onları koyanlar kadar esnektir. Katılaşan her şey kırılmaya mahkûmdur.”

Çalışma Anayasası

Çalışma anayasam sürekli güncelleniyor ama bu yazının ilk vücut bulduğu gün gibi ilk maddesi hâlâ değişmedi:

Herakleitos’un ünlü sözü: “Mutluyken söz, üzgünken karar ve sinirliyken cevap verme.”

Ve son olarak;

“Çalışmak güzel bir şey olsaydı, üzerine para vermezlerdi.”

Maalesef bu gerçeği unutamayız. Çalışmak zorundayız. Sevdiğiniz işi yapamıyorsanız, yaptığınız işi sevin demeyeceğim. Ama her işin içinde keşfedilecek bir anlam olduğunu da inkâr edemem. Bir ucu boklu değneğin bir tarafını kaldırdığınızda, diğer ucu da havalanır. Ben bardağın dolu tarafına bakmayı seçiyorum. Ve işte bu yüzden hala:

“Çalışıyor olsaydım, çalışmazdım.”


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Yazının ilk bölümünün linkini de paylaşayım “Genç Bir Mühendise Öğütler – 4 Ekim 2020 “

 

Read More

19 Şub Ertelenmiş Cümleler Mezarlığında


Ayna Adam yine karşımda; alaycı bir gülümsemeyle, sabırsız gözlerle beni izliyor.

Kalemin ucunda bekleyen kelimelere bakıyor; zamana yenik düşmüş, sayfalara dökülememiş, sonsuzca ertelenmiş cümlelere…

“Yine mi?” diyor.

“Yine mi yazmak için mükemmel anı bekliyorsun? O anın asla gelmeyeceğini kaç kez anlatmam gerek?”

İçimi çekiyorum. Haklı. Hep haklı. Bir süredir bloguma tek kelime yazmadım. Önce bir süre meşguldüm, sonra yorgun, sonra ise sadece bekledim. Üzerime yapışan erteleme hastalığıyla, günlerin içinden geçip giden ama hiçbirine tam olarak dokunamayan bir hayalet gibi dolanıyorum.

“Aslında yazmaya başlasam…” diyorum, fakat cümlem havada asılı kalıyor.

“Evet, işte tam da bu!” diye atılıyor Ayna Adam.
” ‘Başlasam’ kelimesi! O kelime senin lanetin! Hep ‘başlasam’, hiç ‘başladım’ değil. Hadi, anlat bana, bahanelerini duymayı özledim. Bugün neden yazmadın?”

Masanın üzerindeki okunmamış kitaplara ve gelişigüzel notlara bakıyorum. İşte buradayım, fakat yazı hâlâ yok.

“Mükemmel bir başlangıç yapmalıyım diye düşündüm,” diyorum neredeyse fısıldayarak.

Ayna Adam kahkaha patlatıyor.

“Ah, şu mükemmellik illüzyonu! Eğer onu yakalarsan, bana da haber ver. Onu görebilen kimse olmadı. Yazıyı mükemmel olana kadar erteliyorsun, oysa mükemmel olan yalnızca yazılmış olandır. Tıpkı hiç pişirilmemiş bir yemek gibi; malzemeleri bir araya getirmeden, kokusunu, tadını bilemezsin.”

İçimde ağır bir yük oturuyor, sanki içten içe bastırılmış bir kaygı, derinlere gömülmüş bir huzursuzluk her nefesimde kendini hissettiriyor.

Albert Camus’nun Veba kitabındaki Joseph Grand gibi hissediyorum. Grand, büyük bir roman yazacağına emindir ama mükemmel ilk cümleyi bir türlü bulamaz. Sürekli değiştirir, defalarca dener ama asla ilerleyemez. Ben de öyle değil miyim? Sanki ilk cümleyi becerebilirsem, şahane şeyler gelecek, büyük işler başaracağım. Bu yüzden her şey askıda kalıyor.
Bir defterim var. İlk sayfası bomboş, ama geri kalan sayfalar karalamalarla dolu. Başlangıç cümleleri, bitmemiş paragraflar, tek başına kalmış kelimeler… Hepsi bir araya gelmek için sabırsızlanıyor ama bir türlü sıralanıp yol bulamıyorlar. Çünkü ben hâlâ mükemmel bir başlangıç bekliyorum.

“Eğer ertelemenin bir sanatı olsaydı, sen onun Picasso’su olurdun,” diyor Ayna Adam. “Ama ne yazık ki bu sanatın sergilendiği bir müze yok. Sadece yok olup giden saatler var.”

Gözlerimi deviriyorum. “Peki ya sen? Sen ne biliyorsun ki?”

“Ben mi? Ben senin yankından başka neyim ki?” diyor, bir anlığına ciddileşerek.

“Ama şunu biliyorum: Bir yazı, ilk cümlesini bulduğu anda var olmaya başlar. Sen o ilk cümleyi asla beğenmeyeceksin. Ama o cümle var olmazsa, diğerleri de asla gelmeyecek.”

Derin bir nefes alıyorum. Masanın köşesinde duran defteri açıyorum. Kalemi elime alıp ilk cümleyi yazıyorum:

“Bugün bir kurbağa yedim…”

Ayna Adam gülümsüyor. “Bak, işte şimdi bir şeyler oldu. Devam et. Sözcükler seni bekliyor.”

Evet, biliyorum. Artık yazmaya başlamanın zamanı geldi. Çünkü ertelenmiş cümleler bir süre sonra bir mezarlığa dönüşür ve ben, ben o mezarlığın bekçisi olmak istemiyorum.

Fakat hikâye burada son bulmuyor. Bir cümle, bir paragraf, bir sayfa… Hepsi birbirine eklemlenirken zaman kaymasını hissediyorum. Önce yazmanın verdiği rahatlık omuzlarıma çöküyor, ardından garip bir tedirginlik sarıyor beni. Ya bir daha yazamazsam? Ya bu akış bir yanılsamadan ibaretse?
Saatime bakıyorum. Vakit ilerlemiş. “Belki de biraz ara versem?”

“Sakın ha,” diyor Ayna Adam.
“Biliyorum seni. Ara vereceksin, sonra günler geçecek, sonra haftalar… Ve tekrar buraya döneceksin. Tekrar aynı döngüye. O labirente girersen çıkamazsın. Şimdi devam et. Bir kelime daha yaz. Sonra bir kelime daha. Bir de bakmışsın, yazıyorsun.
Sen sadece yaz. Geçmiş yazıların seni kurtarmayacak. Gelecekte yazacakların da değil. Önemli olan şu an. Kalemin hareket ettikçe korkuların küçülüyor.”

İçimde bir kıpırtı. Kalemim kağıdın üzerinde hızlanıyor. Cümleler, kelimeler, düşünceler birbirine dolanıyor. Evet, belki tam istediğim gibi olmayacak. Belki mükemmel olmayacak. Ama gerçeğe dönüşecek. Çünkü yazılan her cümle, ertelenen bir ömrün önüne çekilen bir set gibidir.
Ve ben artık o seti kurmaya başlıyorum.

Ama yazmak sadece kelimeleri sıralamak değil; aynı zamanda içsel bir hesaplaşma, düşüncelerin ve hislerin sayfalara dökülme süreci.
Yazmak, içimdeki o derin, bastırılmış duygularla yüzleşmek.
Kalemi elime aldıkça, yıllardır içimde büyüttüğüm korkular sayfalara dökülüyor.

Bu yazı sadece bir yazı değil; geçmişin, geleceğin ve şimdi’nin birleştiği bir nokta.

Ayna Adam arkasına yaslanıyor. “Hah,” diyor. “Şimdi konuşuyoruz işte. Bak, kelimelerin var artık. Onları serbest bırak.
Çünkü kelimeler, var oldukça sen de varsın.”

Gülümsüyorum. Ve yazmaya devam ediyorum.

Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola,
Hadi Eyvallah…

Read More