Motivasyon arşivleri - Anıl Şakrak Çıkmazı
144
archive,tag,tag-motivasyon,tag-144,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-theme-ver-9.1.3,wpb-js-composer js-comp-ver-4.11.2.1,vc_responsive

Motivasyon Tag

07 Mar Dolu Dolu Boşluk

Bir Kitap, Bir Yansıma, Bir Boşluk

Kitap rafların arasında kaybolduğum bir gündü. Sanki kitaplar beni seçsin istiyordum, ben de birinin kapağını aralarken değil, o bana dokunduğunda başlasın hikâye… Dolu Dolu Boşluk tam da böyle geldi elime. Yakın zamanda Annemin Plaklarında duyduğum Enso Çemberi’ni gördüm önce kapağında. Sanki çölde doğru zamanda karşıma çıkmış bir kuyu gibiydi. Herkesin hayatında bir yolculuk vardır; kimi keşfetmek için, kimi kaçmak için yola çıkar. Benim yolculuğum ise, kendimi bulma çabasıydı.

İçimde bir boşluk mu vardı? Yoksa boşluğun doluluğuna mı ihtiyacım vardı? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, kapağına takılı kalan gözlerimin, farkında olmadan anlam arayışımın haritalarını çizmeye başladığıydı. Şu sessizlik anı var ya, hani göğüs kafesinin tam ortasına saplanan bir hüznün eşlik ettiği…
İşte orada tanıdım bu sesi. Baktım, müzik ve kelimeler birbirine sarılmış, yıllarca aynı yolda yürümüş gibiydi.

Yaşam Bir Sanattır

“Yaşamak bir sanattır ve sırrı da bir kazananı ya da kaybedeni olmamasındadır.”

Hayat, kazanmaktan ve kaybetmekten ibaret değildir. Hayat özünde, kazanmayı amaçlamak, kaybetmekten korkmak, yaşamayı arzulamak, ölüm karşısında endişe duymak gibi sınırlandırıcı ve sabitleyici duygular içermez. Bunlar tamamen yaşarken bizlerin geliştirdiği zihinsel bloklardır.

İnsan ölümden korkar, çünkü yaşamın ne olduğundan habersizdir. Bu durumda korku doğaldır, çünkü ölüm bizi bu fiziki varoluş dünyasından çekip alacaktır. Ve siz henüz yaşamamışsınızdır. Ne olduğunu bilmeden bu hayatı nasıl yaşarsınız ki? Çünkü hep yarına ertelemişsinizdir ama ya yarın yoksa? İşte o zaman korku başlar.

Goethe şöyle der:

“Yüce olan her şey yalındır.”

Ayna Adam: “Bir kitabı nasıl seçersin? Onun seni bulmasına izin vererek mi, yoksa fark etmeden köşesine sığındığın bir cümleyle mi?”

Ben de bilmiyorum Ayna Adam. Ama bilmediğim soruların peşinden gitmeyi seviyorum.


Sayfaların arasında dolaşırken, sanki bir yankı duyuyorum. Dolu Dolu Boşluk sadece bir varoluş sorgulaması değil, aynı zamanda insanın iç dünyasında gezinen bir felsefi harita gibi. Alpay Asar, kelimeleri birer kapı gibi kullanıyor; her kapıyı açtığında seni başka bir gerçekle yüzleştiriyor. Boşluğun anlamını, insanın kendine çizdiği sınırları ve bu sınırların nasıl aşılabileceğini sorguluyor. Bazen bir kelimenin ağırlığı altında eziliyorsun, bazen bir cümle seni hiç beklemediğin bir köşeye savuruyor.

Boşluk, sadece bir yokluk değil; aynı zamanda varlığın en saf halidir. Kitap boyunca, boşluğun kendisiyle yüzleşirken, kelimeler, içimizde açılan yaraları sarmaya çalışan ince iplikler gibi örülüyor. Boşluk, bazen içinden çıkamadığın bir labirent, bazen de sonsuzluğa uzanan bir kapıdır. Taozime göre boşluk -XU- nesnelerin var olabilmesi için zorunlu olandır. Mevlana ise şöyle der:

“Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen bir HİÇ ol. Menzilin yokluk olsun.”

“Söylesene, sen boşluğun neresinde duruyorsun?”

Ayna Adam: “Durmuyorum. Boşluğun içinden geçiyorum. Onunla yürüyorum. Kendimi, kaybolarak buluyorum. Sen ne yapıyorsun?

Yapabileceğim tek şey, derin bir nefes alıp cümlelerin içine dalmak.

“Labirentte yaşayınca uzun zaman, çıkışı bulmaktan korkuyor insan.”

Bir labirent düşün. Sağlı sollu duvarlarla örülü. Her kapının ardında bir sürü yarım bırakılmış hikâye. Hangisi seni dışarı çıkaracak, hangisi daha derine itecek bilmiyorsun. İşte boşluk dediğimiz, tam da bu bence. Dolusunu da, yoksunluğunu da kabul etmek.

Kimse bizim için yürüyemez, yürüyüşümüzde bize yardım edemez. Yolun kendisi hedef olmalı, süreçler bizim rehberimizdir. Yol yürüdükçe kendini açar. Mevlana şöyle der:

“Sen yürümeye başlayınca yol kendiliğinden görünür.”

Son Söz

Bazı kitaplar okurunu seçer. Bazı kelimeler aklınızda çığ düşürür, bazıları ise bir melodinin peşinden çıkar karşınıza. İşte bu kitap, benim için bir ezginin izini süre süre vardığım bir boşluğun sesi oldu.

Unutma, bazen en dolu anların, en boş hissettiğin zamanlarda saklıdır. Boşluk, düşündüğünden daha fazla anlam taşır. Bazen içindeki sessizlik, yankılanan en güçlü sestir. Kendini bulmak için önce kaybolmayı göze almalısın.

“İçindeki boşluk seni ürkütmesin, bazen ruh en çok orada genişler.”

Belki de arayışımız, kaybolmanın kendisinde saklıdır. Özgürlük, bazen yanılgılarla dolu uzun bir yoldur. Ve boşluk, onu fark ettiğinde seni kendine çağıran bir aynadır. Kaybolmak da bir varoluş biçimidir; çünkü bilirsin ki, bir gün kendini yeniden bulacaksın.

“İnsan yolunu kaybetmeden kendini bulamaz.”

Boşluğun içinde bir yankı var, kendini hatırlatan. O boşlukta kalmak bazen huzurun ta kendisi olur.

“Bir yerlerde, çok uzakta, içimde bir dünya var ve ben ona ulaşmaya çalışıyorum.” diyor Pessoa.

Belki de hepimiz o dünyaya ulaşmanın peşindeyiz. Kendi içimizde, bir labirentin ortasında, bir ışık arıyoruz.

Ayna Adam tekrar fısıldıyor: “Peki ya ışığa ulaşırsan? Yolun biterse?”

Belki de yolun kendisi, o ışığın parçasıdır. Ve belki de asıl mesele, varacağımız yer değil, yürüdüğümüz yolun bizi nasıl dönüştürdüğüdür.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


 

Read More

25 Şub Deli Bir Çocuğun Peşinde

Bir Kitap, Bir Yolculuk, Bir Hayat…

Ayna Adam yine karşımda. Gözlerini üzerime dikmiş, bekliyor. Sessizce, kıpırdamadan… Biliyorum, bana sormadan duramayacak. Ama bekliyor.

Ona dönmeden, zihnimde bir harita oluşturuyorum: 2014’ün buzlu sabahlarından başlayan bir yolculuk; İsviçre’nin soğuk, resmiyet kokan toplantı salonlarından, Paris’in soğuk bekleme salonlarına, oradan Cancun’un sıcağında altın sarısı kumsallarına, Havana’nın dar sokaklarına, devrim kokan duvarlarına kadar uzanan bir serüven.

Ve yanımda bir kitap: Deli Çocuğun Güncesi.’

Bu kitap, yanımda taşımadığımda eksik hissettiğim, her kelimesine ruhumla bağlandığım, yerinde duramadığım bir yol arkadaşıydı. Ve şimdi, Ayna Adam’ın gözleriyle karşı karşıya, her bir satırını içimde yeniden yaşıyorum.

“Kitapları neden yanına alırsın ki?” diye soruyor Ayna Adam, sesinde her zamanki gibi bilindik bir ironi.

“Bazı kitaplar sadece okunmaz,” diyorum, “yaşanır.”

Bazı cümleler insanın içine işler, düşüncelerini sarar, yayılan bir çatlak gibi göğüne yükselen bir duman olur. Özgür Bacaksız’ın kelimeleri de tam öyleydi. Otel odalarında, havaalanı bekleme salonlarında, denizin kıyıya vuran dalgalarını izlerken, bile bile kaybettiğim soruların cevabı gibi.
O cevabın peşinden gittiğim her an, bir parça kendimi bulduğum bir yolculuktu.

Bavulumda yer yoktu ama ruhumda geniş bir alan açıldı ona. Çünkü bazı kelimeler, sadece gözlerinle değil, adımlarınla da okunur. Bazı cümleler, pasaportlardan bağımsızdır; onlar, insanın yüreğine damga basar. Ve bazı kitaplar, insanın içinde taşınır, tıpkı bir parça melankoli gibi, tıpkı bir parça özgürlük gibi…

Deliliğe Tutunmak

“Bir tutam delilikti benimkisi, tüm yaşanmışlıklara inat,’“diyor yazar.

Ayna Adam gülümseyerek başını sallıyor. “Senin deliliklerin neden sadece lafta kalıyor, Anıl?”

“Bilmiyorum. Belki deliliğimi matematikle gömdüm. Formüllere, hesaplara, kesin sonuçlara…”

Odtü’nün arka kapısında bir çıkış yolu vardı sandım. Ama öğrendim ki bazen, sen çıksan da içindeki şeyler çıkamıyor. O defterleri bir türlü kapatamadım, Ayna Adam. Bazen sırtındaki yüklerin, geçmişin, hâlâ peşinden gelir. Biriktirdiğin acı, gözlerindeki derin çizgiler gibi seni bulur, sen her ne kadar onlardan kaçmaya çalışsan da…

Bazı şeyler hala sırtımda, her adımda biraz daha ağırlaşıyor.

Denizin kıyıya taşıdığı dalgalar gibi, ben de içimde unuttuğum hayallerin kıyıya vurmasını bekliyordum.

“Çocukken hayallerimiz vardı. Sonra büyüdük. Ve hayallerimizi gerçekleştirmek yerine, onları unuttuk.”

Bir noktada, hepimiz vazgeçtik mi, Ayna Adam? Çocukken değiştireceğimize inandığımız dünyayı, büyüdüğümüzde olduğu gibi mi kabul ettik?

“Deli dediler bana. Beni anlamayanlar… Oysa delilik, bazen aklın sınırlarını aşmak değil midir?”

Bir insan gerçekten iyileşmek ister mi, Ayna Adam? Yoksa deliliği muhafaza etmek, sıradanlığa teslim olmaktan daha mı anlamlıdır? Belki de asıl mesele, içinde taşıdığın çılgınlığı, başkalarının rasyonelliğine teslim etmemektir.

Gerçekleri görmek için gözlerini kapatmak, düşlerin peşinden gitmek…Beni hasta edeceklerini biliyorlardı. Çünkü iyileşmemi istemiyorlardı. Ama ben onlardan daha deliydim. İyileşmeyi hiç düşünmedim.

Mantığı Cebe Koymak

“Öyle ideal, amaç, hedef geç onları evlat geç. Önce ezileceksin, hırslarının kurbanı olacaksın, kıskançlık, doyumsuzluk derken başkalarını ezeceksin. Yani anlıyor musun evlat, işte insan budur…”

Ayna Adam kahkahasını zor tutuyor. “Hadi, sok mantığı cebine.”

“Mantık iş yerinde geçerli mi, sence?” diye soruyorum. Cevabını bilerek.

O an, her şeyin bir oyun olduğunu, insanın anlam arayışında kaybolduğunu fark ediyorum. Mantık, insanı hayatta tutmaya çalışan bir sistem, ama ruhunun katmanlarında gezinmek, mantığa meydan okumak, en derin gerçekleri görmek… İşte asıl mesele bu.

Alışmak ve Bağışıklık

Özgür Bacaksız, bir gerçeği fısıldıyor sayfalardan: “Çocuklukta içimizde oluşan mutluluk yerini zamanla karamsarlık ve düşünceyle çekilen sancıya bırakır.”

“Bunu hep mi böyle hissetmek zorundayız?” diyorum,  “Alışmak bir hastalık mı, yoksa tedavi mi?”

“Bağışıklık kazanıyoruz. Bunu biliyorsun,'” diyor Ayna Adam.

Bağışıklık kazanmak, bir çocuğun saf bakışından sıyrılıp hayata ve olaylara her geçen gün daha bir tedirgin bakmak demek. Bir anlamda unutmaktır, belki de bir tür hastalık. Zamanla, unuttukça insan kendini kaybeder mi? Bazen ağrıyı unuttum sanırım, ama acı, yavaşça her anın içine yerleşiyor.

Ruhun Hep Geride Kalır

“Sürekli koşuşturuyorum ama ruhum hep geride kalıyor,” diye not düşmüşüm sayfalara.

“Bunu hissettiğinde ne yapmalı?” diye soruyor Ayna Adam.

“Bilmiyorum. Bir istasyona gidip, siktir olup gitmeli belki. Daha acı çekeceğim bir yere, ya da daha huzurlu olacağım bir yere…”

Ama gitmek her zaman bir çözüm mü? Gerçekten bir yerden bir yere gitmek, içerideki boşluğu doldurur mu? Belki de soruyu değiştirmek, ruhu bulmak için bir başka yol aramak gerekiyor. Ama bazen gidişler de bir anlam ifade etmiyor. İnsan sadece durarak, her şeyi bir anlığına olduğu gibi kabullenerek de bir yerlere varabilir.

Ve Son Sahne?

Özgür Bacaksız söylüyor: “Her şey devam ederken delirebilirsin, sitem edebilirsin, varoluşuna bela okuyabilirsin… Ama son sahnede her şeyi geride bırakmalı insan, sokağa çıkmalı ve yoluna bakmalı.”

“Son sahne ne zaman, Anıl?'” diyor Ayna Adam.

Bilmiyorum. Belki de hiçbirimiz bilmiyoruz.

Ama bildiğim bir şey var: En sevdiğin şarkıyı mırıldan, aynaya bak ve kendine gülümse. Çay demleniyorsa, hâlâ umut var demektir.
Bu hayat, bazen ne kadar karmaşık olursa olsun, her anında bir umut, bir anlam taşır. Zihnimizdeki karmaşadan sıyrılmak, küçük bir anın içindeki huzuru bulmak…

Yolculuğum sona erdiğinde, kitabın kapağını kapattım ama içimde bir şeyler sonsuza dek değişmişti. Küba’dan ayrılmadan önce, bir duvar yazısı dikkatimi çekti: “Devrim, sadece bir başlangıçtır.”
Sahi, her yolculuk, her okunan kitap, her yaşanan an, içimizde bir devrimi başlatmaz mı, Ayna Adam?

Bazı kitaplar sadece okunmaz, yaşanır. Bazı yolculuklar, insanın iç dünyasını da değiştirir.
Deli Çocuğun Güncesi de benim için öyleydi. Sayfaların arasında, bir kitap değil, bir ben buldum. Her okuduğumda biraz daha derinlemesine sızan, her satırında farklı bir kendime ulaşarak daha da şekillendiren bir yolculuktu. Gerçekten, bazen bir kitap, bir hayat kadar büyük olabiliyor. Her sayfası, her satırı başka bir dünyayı hatırlatıyor insana. Bu kitaptan aldığım yalnızca kelimeler değil, bir de onun peşinden gitme cesaretiydi.

Ve bir şey daha öğrendim: Yolculuk sadece gittiğimiz mesafelerle değil, insanın içsel dönüşümüyle de ölçülür. Bu yolculuk, dışarıda bir yere varmak değil, içindeki sonsuz dünyaları keşfetmektir.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Meksika-Küba Seyahatinin detaylarını merak edenler için; buyrun yazının bağlantısını  Siz 40 Yaşınıza Nerede Girdiniz?

Read More

19 Şub Ertelenmiş Cümleler Mezarlığında


Ayna Adam yine karşımda; alaycı bir gülümsemeyle, sabırsız gözlerle beni izliyor.

Kalemin ucunda bekleyen kelimelere bakıyor; zamana yenik düşmüş, sayfalara dökülememiş, sonsuzca ertelenmiş cümlelere…

“Yine mi?” diyor.

“Yine mi yazmak için mükemmel anı bekliyorsun? O anın asla gelmeyeceğini kaç kez anlatmam gerek?”

İçimi çekiyorum. Haklı. Hep haklı. Bir süredir bloguma tek kelime yazmadım. Önce bir süre meşguldüm, sonra yorgun, sonra ise sadece bekledim. Üzerime yapışan erteleme hastalığıyla, günlerin içinden geçip giden ama hiçbirine tam olarak dokunamayan bir hayalet gibi dolanıyorum.

“Aslında yazmaya başlasam…” diyorum, fakat cümlem havada asılı kalıyor.

“Evet, işte tam da bu!” diye atılıyor Ayna Adam.
” ‘Başlasam’ kelimesi! O kelime senin lanetin! Hep ‘başlasam’, hiç ‘başladım’ değil. Hadi, anlat bana, bahanelerini duymayı özledim. Bugün neden yazmadın?”

Masanın üzerindeki okunmamış kitaplara ve gelişigüzel notlara bakıyorum. İşte buradayım, fakat yazı hâlâ yok.

“Mükemmel bir başlangıç yapmalıyım diye düşündüm,” diyorum neredeyse fısıldayarak.

Ayna Adam kahkaha patlatıyor.

“Ah, şu mükemmellik illüzyonu! Eğer onu yakalarsan, bana da haber ver. Onu görebilen kimse olmadı. Yazıyı mükemmel olana kadar erteliyorsun, oysa mükemmel olan yalnızca yazılmış olandır. Tıpkı hiç pişirilmemiş bir yemek gibi; malzemeleri bir araya getirmeden, kokusunu, tadını bilemezsin.”

İçimde ağır bir yük oturuyor, sanki içten içe bastırılmış bir kaygı, derinlere gömülmüş bir huzursuzluk her nefesimde kendini hissettiriyor.

Albert Camus’nun Veba kitabındaki Joseph Grand gibi hissediyorum. Grand, büyük bir roman yazacağına emindir ama mükemmel ilk cümleyi bir türlü bulamaz. Sürekli değiştirir, defalarca dener ama asla ilerleyemez. Ben de öyle değil miyim? Sanki ilk cümleyi becerebilirsem, şahane şeyler gelecek, büyük işler başaracağım. Bu yüzden her şey askıda kalıyor.
Bir defterim var. İlk sayfası bomboş, ama geri kalan sayfalar karalamalarla dolu. Başlangıç cümleleri, bitmemiş paragraflar, tek başına kalmış kelimeler… Hepsi bir araya gelmek için sabırsızlanıyor ama bir türlü sıralanıp yol bulamıyorlar. Çünkü ben hâlâ mükemmel bir başlangıç bekliyorum.

“Eğer ertelemenin bir sanatı olsaydı, sen onun Picasso’su olurdun,” diyor Ayna Adam. “Ama ne yazık ki bu sanatın sergilendiği bir müze yok. Sadece yok olup giden saatler var.”

Gözlerimi deviriyorum. “Peki ya sen? Sen ne biliyorsun ki?”

“Ben mi? Ben senin yankından başka neyim ki?” diyor, bir anlığına ciddileşerek.

“Ama şunu biliyorum: Bir yazı, ilk cümlesini bulduğu anda var olmaya başlar. Sen o ilk cümleyi asla beğenmeyeceksin. Ama o cümle var olmazsa, diğerleri de asla gelmeyecek.”

Derin bir nefes alıyorum. Masanın köşesinde duran defteri açıyorum. Kalemi elime alıp ilk cümleyi yazıyorum:

“Bugün bir kurbağa yedim…”

Ayna Adam gülümsüyor. “Bak, işte şimdi bir şeyler oldu. Devam et. Sözcükler seni bekliyor.”

Evet, biliyorum. Artık yazmaya başlamanın zamanı geldi. Çünkü ertelenmiş cümleler bir süre sonra bir mezarlığa dönüşür ve ben, ben o mezarlığın bekçisi olmak istemiyorum.

Fakat hikâye burada son bulmuyor. Bir cümle, bir paragraf, bir sayfa… Hepsi birbirine eklemlenirken zaman kaymasını hissediyorum. Önce yazmanın verdiği rahatlık omuzlarıma çöküyor, ardından garip bir tedirginlik sarıyor beni. Ya bir daha yazamazsam? Ya bu akış bir yanılsamadan ibaretse?
Saatime bakıyorum. Vakit ilerlemiş. “Belki de biraz ara versem?”

“Sakın ha,” diyor Ayna Adam.
“Biliyorum seni. Ara vereceksin, sonra günler geçecek, sonra haftalar… Ve tekrar buraya döneceksin. Tekrar aynı döngüye. O labirente girersen çıkamazsın. Şimdi devam et. Bir kelime daha yaz. Sonra bir kelime daha. Bir de bakmışsın, yazıyorsun.
Sen sadece yaz. Geçmiş yazıların seni kurtarmayacak. Gelecekte yazacakların da değil. Önemli olan şu an. Kalemin hareket ettikçe korkuların küçülüyor.”

İçimde bir kıpırtı. Kalemim kağıdın üzerinde hızlanıyor. Cümleler, kelimeler, düşünceler birbirine dolanıyor. Evet, belki tam istediğim gibi olmayacak. Belki mükemmel olmayacak. Ama gerçeğe dönüşecek. Çünkü yazılan her cümle, ertelenen bir ömrün önüne çekilen bir set gibidir.
Ve ben artık o seti kurmaya başlıyorum.

Ama yazmak sadece kelimeleri sıralamak değil; aynı zamanda içsel bir hesaplaşma, düşüncelerin ve hislerin sayfalara dökülme süreci.
Yazmak, içimdeki o derin, bastırılmış duygularla yüzleşmek.
Kalemi elime aldıkça, yıllardır içimde büyüttüğüm korkular sayfalara dökülüyor.

Bu yazı sadece bir yazı değil; geçmişin, geleceğin ve şimdi’nin birleştiği bir nokta.

Ayna Adam arkasına yaslanıyor. “Hah,” diyor. “Şimdi konuşuyoruz işte. Bak, kelimelerin var artık. Onları serbest bırak.
Çünkü kelimeler, var oldukça sen de varsın.”

Gülümsüyorum. Ve yazmaya devam ediyorum.

Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola,
Hadi Eyvallah…

Read More