kitapözeti arşivleri - Anıl Şakrak Çıkmazı
153
archive,tag,tag-kitapozeti,tag-153,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-theme-ver-9.1.3,wpb-js-composer js-comp-ver-4.11.2.1,vc_responsive

kitapözeti Tag

07 Mar Dolu Dolu Boşluk

Bir Kitap, Bir Yansıma, Bir Boşluk

Kitap rafların arasında kaybolduğum bir gündü. Sanki kitaplar beni seçsin istiyordum, ben de birinin kapağını aralarken değil, o bana dokunduğunda başlasın hikâye… Dolu Dolu Boşluk tam da böyle geldi elime. Yakın zamanda Annemin Plaklarında duyduğum Enso Çemberi’ni gördüm önce kapağında. Sanki çölde doğru zamanda karşıma çıkmış bir kuyu gibiydi. Herkesin hayatında bir yolculuk vardır; kimi keşfetmek için, kimi kaçmak için yola çıkar. Benim yolculuğum ise, kendimi bulma çabasıydı.

İçimde bir boşluk mu vardı? Yoksa boşluğun doluluğuna mı ihtiyacım vardı? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, kapağına takılı kalan gözlerimin, farkında olmadan anlam arayışımın haritalarını çizmeye başladığıydı. Şu sessizlik anı var ya, hani göğüs kafesinin tam ortasına saplanan bir hüznün eşlik ettiği…
İşte orada tanıdım bu sesi. Baktım, müzik ve kelimeler birbirine sarılmış, yıllarca aynı yolda yürümüş gibiydi.

Yaşam Bir Sanattır

“Yaşamak bir sanattır ve sırrı da bir kazananı ya da kaybedeni olmamasındadır.”

Hayat, kazanmaktan ve kaybetmekten ibaret değildir. Hayat özünde, kazanmayı amaçlamak, kaybetmekten korkmak, yaşamayı arzulamak, ölüm karşısında endişe duymak gibi sınırlandırıcı ve sabitleyici duygular içermez. Bunlar tamamen yaşarken bizlerin geliştirdiği zihinsel bloklardır.

İnsan ölümden korkar, çünkü yaşamın ne olduğundan habersizdir. Bu durumda korku doğaldır, çünkü ölüm bizi bu fiziki varoluş dünyasından çekip alacaktır. Ve siz henüz yaşamamışsınızdır. Ne olduğunu bilmeden bu hayatı nasıl yaşarsınız ki? Çünkü hep yarına ertelemişsinizdir ama ya yarın yoksa? İşte o zaman korku başlar.

Goethe şöyle der:

“Yüce olan her şey yalındır.”

Ayna Adam: “Bir kitabı nasıl seçersin? Onun seni bulmasına izin vererek mi, yoksa fark etmeden köşesine sığındığın bir cümleyle mi?”

Ben de bilmiyorum Ayna Adam. Ama bilmediğim soruların peşinden gitmeyi seviyorum.


Sayfaların arasında dolaşırken, sanki bir yankı duyuyorum. Dolu Dolu Boşluk sadece bir varoluş sorgulaması değil, aynı zamanda insanın iç dünyasında gezinen bir felsefi harita gibi. Alpay Asar, kelimeleri birer kapı gibi kullanıyor; her kapıyı açtığında seni başka bir gerçekle yüzleştiriyor. Boşluğun anlamını, insanın kendine çizdiği sınırları ve bu sınırların nasıl aşılabileceğini sorguluyor. Bazen bir kelimenin ağırlığı altında eziliyorsun, bazen bir cümle seni hiç beklemediğin bir köşeye savuruyor.

Boşluk, sadece bir yokluk değil; aynı zamanda varlığın en saf halidir. Kitap boyunca, boşluğun kendisiyle yüzleşirken, kelimeler, içimizde açılan yaraları sarmaya çalışan ince iplikler gibi örülüyor. Boşluk, bazen içinden çıkamadığın bir labirent, bazen de sonsuzluğa uzanan bir kapıdır. Taozime göre boşluk -XU- nesnelerin var olabilmesi için zorunlu olandır. Mevlana ise şöyle der:

“Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen bir HİÇ ol. Menzilin yokluk olsun.”

“Söylesene, sen boşluğun neresinde duruyorsun?”

Ayna Adam: “Durmuyorum. Boşluğun içinden geçiyorum. Onunla yürüyorum. Kendimi, kaybolarak buluyorum. Sen ne yapıyorsun?

Yapabileceğim tek şey, derin bir nefes alıp cümlelerin içine dalmak.

“Labirentte yaşayınca uzun zaman, çıkışı bulmaktan korkuyor insan.”

Bir labirent düşün. Sağlı sollu duvarlarla örülü. Her kapının ardında bir sürü yarım bırakılmış hikâye. Hangisi seni dışarı çıkaracak, hangisi daha derine itecek bilmiyorsun. İşte boşluk dediğimiz, tam da bu bence. Dolusunu da, yoksunluğunu da kabul etmek.

Kimse bizim için yürüyemez, yürüyüşümüzde bize yardım edemez. Yolun kendisi hedef olmalı, süreçler bizim rehberimizdir. Yol yürüdükçe kendini açar. Mevlana şöyle der:

“Sen yürümeye başlayınca yol kendiliğinden görünür.”

Son Söz

Bazı kitaplar okurunu seçer. Bazı kelimeler aklınızda çığ düşürür, bazıları ise bir melodinin peşinden çıkar karşınıza. İşte bu kitap, benim için bir ezginin izini süre süre vardığım bir boşluğun sesi oldu.

Unutma, bazen en dolu anların, en boş hissettiğin zamanlarda saklıdır. Boşluk, düşündüğünden daha fazla anlam taşır. Bazen içindeki sessizlik, yankılanan en güçlü sestir. Kendini bulmak için önce kaybolmayı göze almalısın.

“İçindeki boşluk seni ürkütmesin, bazen ruh en çok orada genişler.”

Belki de arayışımız, kaybolmanın kendisinde saklıdır. Özgürlük, bazen yanılgılarla dolu uzun bir yoldur. Ve boşluk, onu fark ettiğinde seni kendine çağıran bir aynadır. Kaybolmak da bir varoluş biçimidir; çünkü bilirsin ki, bir gün kendini yeniden bulacaksın.

“İnsan yolunu kaybetmeden kendini bulamaz.”

Boşluğun içinde bir yankı var, kendini hatırlatan. O boşlukta kalmak bazen huzurun ta kendisi olur.

“Bir yerlerde, çok uzakta, içimde bir dünya var ve ben ona ulaşmaya çalışıyorum.” diyor Pessoa.

Belki de hepimiz o dünyaya ulaşmanın peşindeyiz. Kendi içimizde, bir labirentin ortasında, bir ışık arıyoruz.

Ayna Adam tekrar fısıldıyor: “Peki ya ışığa ulaşırsan? Yolun biterse?”

Belki de yolun kendisi, o ışığın parçasıdır. Ve belki de asıl mesele, varacağımız yer değil, yürüdüğümüz yolun bizi nasıl dönüştürdüğüdür.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


 

Read More

05 Mar Maverick: Özgürlüğün Fabrika Ayarları

Bir şirket düşünün: İçeride makineler gürültüyle çalışıyor, bilgisayar ekranları mavi ışıklarını titreştiriyor, yönetim katındaki odalar kapalı. Bir şirket düşünün: İnsanlar sabahları ağır adımlarla geliyor, akşam çıkarken derin bir nefes alıyor. Bir şirket düşünün: Pazartesi sendrom, cuma ise kurtuluş günü.

Ve sonra bir adam düşünün: Ricardo Semler.

Babasından devraldığı bu şirketin içinde yürürken, her şeyin yanlış olduğunu hissediyor. Tıpkı bir saat gibi işleyen bu sistem, her şeyi planlı, programlı, ölçülebilir ama ruhsuz kılıyor. İnsanlar emir alıyor, maaşlarını bekliyor, ömürlerinden sekiz saatlik dilimleri satıyor.

Peki ya saat tersine dönse? Peki ya iş hayatı sadece hayatta kalmak değil, yaşamak için bir alan olsa?

Ricardo Semler işte tam da bunu yaptı. Bir çarkın dişlisi olmayı reddetti ve çarkın kendisini söktü.

Kuralları Boz, Fabrikayı Özgür Bırak

Maverick bir iş kitabı değil. Bir isyan manifestosu. Bürokrasiye, hiyerarşiye, katı prosedürlere meydan okuyan bir düşünce biçimi.

Semler, kravatları gevşetti. Çalışanlara yöneticilerini seçme hakkı verdi. Kararları yukarıdan aşağıya dikte eden modeli yıktı. Bir sabah toplantısında, tüm çalışanlara dönüp şu soruyu sordu:

“Patron olsaydınız, bu şirketi nasıl yönetirdiniz?”

Önce sessizlik oldu. Çünkü insanlar konuşmayı unutmuştu. Yıllarca dinlemeye, susmaya, onaylamaya programlanmışlardı. Ama sonra bir kıvılcım yandı. İnsanlar düşünmeye, fikir üretmeye, yaratmaya başladılar. Ve işte o zaman Semco gerçek anlamda bir şirketten fazlası oldu: Bir organizasyon değil, bir organizma.

Semco, EFQM ve Sürdürülebilir Gelecek

Semco’nun hikâyesi, modern iş dünyasında iki büyük paradigmayla örtüşüyor: EFQM Mükemmellik Modeli ve BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (SKH).

EFQM modeli, organizasyonların sadece kâr değil, insan odaklı sürdürülebilir başarı peşinde koşmasını önerir. BM’nin SKH’leri ise şirketlerin ekonomik büyümenin yanı sıra sosyal ve çevresel sorumluluk almasını zorunlu kılar.

Semco’nun radikal dönüşümü, bu iki sistemin en saf halini temsil eder. Çünkü bir şirketin gerçekten “mükemmel” olabilmesi için önce insan olabilmesi gerekir.

1. İnsan Onuruna Yaraşır İş (SKH 8) & EFQM’de Çalışan Merkezlilik

• Semco, “çalışanlar için değil, çalışanlarla birlikte yönetilen” bir organizasyon kurdu.

•İnsanlar, şirketin parçası olmaktan öte, şirketin kendisi oldular.

•Esnek çalışma saatleri, özgür maaş politikası, katılımcı yönetim… Bunlar sadece yönetim teknikleri değil, insan onurunu yeniden inşa etmenin yollarıydı.

2. Eşitsizliklerin Azaltılması (SKH 10) & EFQM’de Adalet

•Maaş şeffaflığı sağlandı, ücretler arasındaki uçurum kapatıldı.

•Kararlar sadece CEO’ların değil, tüm çalışanların katıldığı oylamalarla alındı.

•Hiyerarşi çözüldü, insanlar ilk kez emir almak yerine karar vermeye başladı.

3. Yenilikçilik ve Altyapı (SKH 9) & EFQM’de Sürekli İyileştirme

•Şirketin yönetimi katı kurallar değil, esnek ilkeler üzerine kuruldu.

Hata yapma özgürlüğü, inovasyonu tetikleyen en büyük güç oldu.

Yalnızca makineler değil, fikirler de üretildi.

4. Sorumlu Üretim ve Tüketim (SKH 12) & EFQM’de Sürdürülebilirlik

• Şirket büyüdü, ancak insanları ve gezegeni sömürmeden büyüdü.

• Sürdürülebilir iş modelleriyle kârın, sadece ekonomik bir terim olmaktan çıkıp sosyal bir değer haline gelmesi sağlandı.

Maverick’in Yankıları: İş Dünyasında Devrim Mümkün mü?

Semco bir efsane oldu. Ama bu efsane, uzak bir masal değil; bugün şirketin temelini oluşturan bir modelin başlangıcıydı.

Tabii ki eleştiriler de geldi. “Bu model her şirkette uygulanamaz.”

Ama asıl soru şu: Bu model uygulanamaz mı, yoksa uygulamaya cesaretimiz mi yok?

Ancak gerçek şu ki, değişim yalnızca bir yönetim felsefesiyle değil, cesur insanların kararlarıyla başlar.

Sonuç: Çalışmak Özgürlüğün Karşıtı Olmak Zorunda Değil

Ricardo Semler, bir sabah uyandı ve oyunun kurallarını değiştirdi. Gücü paylaşarak, insanlara güvenerek, şirketin bir hapishane değil, bir topluluk olabileceğini gösterdi.

Ama en önemli soru şu: Bunu yapmaya cesaretimiz var mı?


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Rahmetli Genel Müdürüm Nuri, kütüphanesinden çıkarıp vermişti bu kitabı okumam için. Yazıyı yaratırken kitabı elime yeniden aldığımda fark ettim; okuyalı bir 15 yıl, onu sonsuzluğa uğurlayalı da 7 yılı geçmiş bile. Yazarken Nuri abiyi ve Berkan abiyi andım; iyi bir ekibin parçası olmak büyük bir ayrıcalıkmış daha iyi anladım.

 

Read More

01 Mar Ne İçin Varsan , Onun İçin Yaşa

Bir Kitap, Bir Rastlantı, Bir Yön

Zaman zaman insan kendini yorgun, amaçsız, belki de sadece biraz bıkkın hisseder. Gözlerin, gördüğü her şeye alışmış gibi donuktur. Rutinler birer zincire dönüşür, sokaklar aynı hikâyeleri anlatır, günler birbirini tekrar eder. İşte tam da böyle bir günde, 2021 yılında, Karşıyaka’da Pan Kitabevi’ne nefes almak için girdim. Sanki sokaklar daralmış, gökyüzü alçalmıştı. İçeri girer girmez derin bir nefes çektim içime, kitapların kokusu sinmişti havaya. Bu, kelimelerin arasında soluklanma ihtiyacı duyduğum nadir anlardan biriydi.

Tam o anda Ayna Adam beliriverdi yanımda. Hafif alaycı bir ses tonuyla fısıldadı:

“Burada mı nefes alıyorsun?”

Başımı çevirdim, gözlerim kitap raflarının arasında kaybolmuştu.

“Bilmiyorum,” dedim. “Belki de burada, kelimelerin arasında nefes almak daha kolaydır.”

“Belki de burada nefes almak yerine, nefes olmalısın,” dedi Ayna Adam. “Kendine bir yol açmalısın, sadece oksijen tüketerek yaşamak yetmez. Unutma, yol, yola çıkana görünür.”

“Peki nasıl?” dedim ona, hafif bir merakla.

“İlk adımı atarak. Bir şeyi gerçekten istersen, yollar açılır. Ama sen ilk adımı atmadan, yol sana görünmez.”

Yeni çıkan kitaplara göz gezdirirken bir başlık dikkatimi çekti: Ne İçin Varsan, Onun İçin Yaşa. Yazarın adına baktım: Hikmet Anıl Öztekin. Bir an duraksadım. “Adaşız!” dedim kendi kendime ve belki de sırf bu yüzden kitabı elime aldım. İlk baskıydı.
Henüz pek kimse tarafından keşfedilmemiş, raflardaki sessiz duruşuyla benim alınmamı bekliyordu sanki. Bu, yazarın ilk kitabı değildi ama benim için onunla ilk buluşmaydı.

Daha sonra öğrendiğime göre, Hikmet Anıl Öztekin de benim gibi mühendislik eğitimi almıştı. Benzer bir jenerasyondan geliyorduk, benzer yollardan geçmiş, belki de benzer sorulara takılmıştık. O, kelimeleriyle bir yön bulmuştu; peki ya ben? Aramızda görünmez bir bağ var gibiydi. Belki de bu kitap, onun yolculuğunun satırlara dökülmüş hâliydi ve ben de kendi yolumu ararken onun kelimeleriyle yankılanacaktım.

Kelimenin Kalbine Dokunan Kitap

Hikmet Anıl Öztekin’in kitabı, bir kılavuz gibi değil, bir dost gibi konuşuyordu. Her satırında, insanın ne için yaşadığını sorgulatan, içini titreten cümleler vardı. Zorluklardan, hayallerden, inançtan bahsediyordu. Hayatı sadece bir akış olarak değil, anlamı keşfetme yolculuğu olarak görmem gerektiğini fısıldıyordu bana.

Kitabı okudukça, içimde bir şeylerin kıpırdadığını fark ettim. Hepimizin bir amacı vardı, ama kaçımız gerçekten onun için yaşıyordu? Günlük telaşlar, belirsizlikler ve korkular içinde, iç sesimizi ne zaman duymuştuk en son? Sahi, ne için vardım ben?

Ayna Adam yanıma sokuldu:

“Sadece nefes almak için mi varsın? Yoksa nefes olmak için mi?”

Nefes olmak mı?” diye tekrarladım.

“Bir amacın yoksa, nefes almak zamanın içinde kaybolmaktan farksızdır. Ama bir anlamın varsa, işte o zaman nefes senin yolun olur. Söyle, sen ne için varsın?”

Boğazım düğümlendi. Kitaptan bir satır düştü aklıma o an:

“Hayallerin kadar güçlü, duaların kadar umutlusun.” Gerçekten öyle miydi? Hayallerime ne kadar tutunuyordum? Dualarım ne kadar içtendi?

“Hayallerin için ne kadar savaşıyorsun?” dedi Ayna Adam. “Yoksa sadece bekliyor musun? Bekleyenler hiçbir yere varamaz. Yolda olanlar ise hep bir adım öndedir.”

Benim Rastlantım, Benim Cevabım

İnsan bazı kitapları okur, bazı kitaplar ise insanı okur. Ne İçin Varsan, Onun İçin Yaşa benim için ikincisiydi. Onu ilk elime aldığımda sadece bir isim benzerliğiydi belki de ilgimi çeken, fakat sayfalar ilerledikçe, kitabın benimle gerçekten konuştuğunu hissettim. Benim yaşadıklarımı, benim arayışımı, benim sorduğum ama cevabını bulamadığım soruları anlatıyordu.

“Hâlâ düşünüyorsun,” dedi Ayna Adam.

“Evet, çünkü kendime ne için var olduğumu sormaya korkuyorum. Ya yanlış bir cevap bulursam? Ya cevabım yetersizse?”

“Yanlış cevap yoktur,” dedi. “Yalnızca yolunu arayanlar vardır. Ve unutma, yol, yola çıkana görünür.”

Kitapta bir cümle daha çarptı gözüme: “Bir şeyi gerçekten istersen, yollar açılır. Ama sen ilk adımı atmadan, yol sana görünmez.”

“Öylece durup beklemek, hayallerini elinden kaçırmana neden olur,” dedi Ayna Adam. “Eğer yürümeye cesaretin yoksa, varmak da mümkün değildir.”

Derin bir nefes aldım. Gerçekten de öyleydi. Beklemek, bir şeylerin olmasını ummak yerine, adım atmak gerekiyordu. “İlk adımı atmazsan yol hep uzak kalır.” diye yazıyordu kitapta. O gün, o kitabevinde, ben de kendi yoluma ilk adımı atmaya karar verdim.

Kitabı alıp kasaya yönelirken, Ayna Adam arkadan seslendi:

“Unutma, bazı kitaplar sadece okunmaz. Onlar, ruhunun aynasıdır. Ve ruhunu tanımayan, yolunu bulamaz.”

Eğer bir gün yolunuz bir kitapçıya düşerse ve rastgele bir kitabı elinize alırsanız, belki de o kitap sizin için oradadır. Tıpkı benim için olduğu gibi… Çünkü bazen bir isim benzerliği bile, insanı kendi gerçeğine götüren bir işarettir.

Peki ya siz?

Ne için varsın ve onun için mi yaşıyorsun?


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Kitabı okurken bir şey daha öğrendim ve çok hoşuma gitti: 2007 yılında Berlin’de, 60 ülkeden 2.500 kelimenin katıldığı bir yarışmada, ay ışığının suya yansımasını anlatan “Yakamoz” kelimesi, dünyanın en güzel sözcüğü seçilmiş. Anlamın ve estetiğin kesiştiği bu kelime, denizin üzerine düşen ay ışığı gibi insan ruhuna da dokunuyor… Bir kelimenin, kültürün derinliklerinden süzülerek böyle bir anlam taşıması ne kadar büyüleyici!

Read More

25 Şub Deli Bir Çocuğun Peşinde

Bir Kitap, Bir Yolculuk, Bir Hayat…

Ayna Adam yine karşımda. Gözlerini üzerime dikmiş, bekliyor. Sessizce, kıpırdamadan… Biliyorum, bana sormadan duramayacak. Ama bekliyor.

Ona dönmeden, zihnimde bir harita oluşturuyorum: 2014’ün buzlu sabahlarından başlayan bir yolculuk; İsviçre’nin soğuk, resmiyet kokan toplantı salonlarından, Paris’in soğuk bekleme salonlarına, oradan Cancun’un sıcağında altın sarısı kumsallarına, Havana’nın dar sokaklarına, devrim kokan duvarlarına kadar uzanan bir serüven.

Ve yanımda bir kitap: Deli Çocuğun Güncesi.’

Bu kitap, yanımda taşımadığımda eksik hissettiğim, her kelimesine ruhumla bağlandığım, yerinde duramadığım bir yol arkadaşıydı. Ve şimdi, Ayna Adam’ın gözleriyle karşı karşıya, her bir satırını içimde yeniden yaşıyorum.

“Kitapları neden yanına alırsın ki?” diye soruyor Ayna Adam, sesinde her zamanki gibi bilindik bir ironi.

“Bazı kitaplar sadece okunmaz,” diyorum, “yaşanır.”

Bazı cümleler insanın içine işler, düşüncelerini sarar, yayılan bir çatlak gibi göğüne yükselen bir duman olur. Özgür Bacaksız’ın kelimeleri de tam öyleydi. Otel odalarında, havaalanı bekleme salonlarında, denizin kıyıya vuran dalgalarını izlerken, bile bile kaybettiğim soruların cevabı gibi.
O cevabın peşinden gittiğim her an, bir parça kendimi bulduğum bir yolculuktu.

Bavulumda yer yoktu ama ruhumda geniş bir alan açıldı ona. Çünkü bazı kelimeler, sadece gözlerinle değil, adımlarınla da okunur. Bazı cümleler, pasaportlardan bağımsızdır; onlar, insanın yüreğine damga basar. Ve bazı kitaplar, insanın içinde taşınır, tıpkı bir parça melankoli gibi, tıpkı bir parça özgürlük gibi…

Deliliğe Tutunmak

“Bir tutam delilikti benimkisi, tüm yaşanmışlıklara inat,’“diyor yazar.

Ayna Adam gülümseyerek başını sallıyor. “Senin deliliklerin neden sadece lafta kalıyor, Anıl?”

“Bilmiyorum. Belki deliliğimi matematikle gömdüm. Formüllere, hesaplara, kesin sonuçlara…”

Odtü’nün arka kapısında bir çıkış yolu vardı sandım. Ama öğrendim ki bazen, sen çıksan da içindeki şeyler çıkamıyor. O defterleri bir türlü kapatamadım, Ayna Adam. Bazen sırtındaki yüklerin, geçmişin, hâlâ peşinden gelir. Biriktirdiğin acı, gözlerindeki derin çizgiler gibi seni bulur, sen her ne kadar onlardan kaçmaya çalışsan da…

Bazı şeyler hala sırtımda, her adımda biraz daha ağırlaşıyor.

Denizin kıyıya taşıdığı dalgalar gibi, ben de içimde unuttuğum hayallerin kıyıya vurmasını bekliyordum.

“Çocukken hayallerimiz vardı. Sonra büyüdük. Ve hayallerimizi gerçekleştirmek yerine, onları unuttuk.”

Bir noktada, hepimiz vazgeçtik mi, Ayna Adam? Çocukken değiştireceğimize inandığımız dünyayı, büyüdüğümüzde olduğu gibi mi kabul ettik?

“Deli dediler bana. Beni anlamayanlar… Oysa delilik, bazen aklın sınırlarını aşmak değil midir?”

Bir insan gerçekten iyileşmek ister mi, Ayna Adam? Yoksa deliliği muhafaza etmek, sıradanlığa teslim olmaktan daha mı anlamlıdır? Belki de asıl mesele, içinde taşıdığın çılgınlığı, başkalarının rasyonelliğine teslim etmemektir.

Gerçekleri görmek için gözlerini kapatmak, düşlerin peşinden gitmek…Beni hasta edeceklerini biliyorlardı. Çünkü iyileşmemi istemiyorlardı. Ama ben onlardan daha deliydim. İyileşmeyi hiç düşünmedim.

Mantığı Cebe Koymak

“Öyle ideal, amaç, hedef geç onları evlat geç. Önce ezileceksin, hırslarının kurbanı olacaksın, kıskançlık, doyumsuzluk derken başkalarını ezeceksin. Yani anlıyor musun evlat, işte insan budur…”

Ayna Adam kahkahasını zor tutuyor. “Hadi, sok mantığı cebine.”

“Mantık iş yerinde geçerli mi, sence?” diye soruyorum. Cevabını bilerek.

O an, her şeyin bir oyun olduğunu, insanın anlam arayışında kaybolduğunu fark ediyorum. Mantık, insanı hayatta tutmaya çalışan bir sistem, ama ruhunun katmanlarında gezinmek, mantığa meydan okumak, en derin gerçekleri görmek… İşte asıl mesele bu.

Alışmak ve Bağışıklık

Özgür Bacaksız, bir gerçeği fısıldıyor sayfalardan: “Çocuklukta içimizde oluşan mutluluk yerini zamanla karamsarlık ve düşünceyle çekilen sancıya bırakır.”

“Bunu hep mi böyle hissetmek zorundayız?” diyorum,  “Alışmak bir hastalık mı, yoksa tedavi mi?”

“Bağışıklık kazanıyoruz. Bunu biliyorsun,'” diyor Ayna Adam.

Bağışıklık kazanmak, bir çocuğun saf bakışından sıyrılıp hayata ve olaylara her geçen gün daha bir tedirgin bakmak demek. Bir anlamda unutmaktır, belki de bir tür hastalık. Zamanla, unuttukça insan kendini kaybeder mi? Bazen ağrıyı unuttum sanırım, ama acı, yavaşça her anın içine yerleşiyor.

Ruhun Hep Geride Kalır

“Sürekli koşuşturuyorum ama ruhum hep geride kalıyor,” diye not düşmüşüm sayfalara.

“Bunu hissettiğinde ne yapmalı?” diye soruyor Ayna Adam.

“Bilmiyorum. Bir istasyona gidip, siktir olup gitmeli belki. Daha acı çekeceğim bir yere, ya da daha huzurlu olacağım bir yere…”

Ama gitmek her zaman bir çözüm mü? Gerçekten bir yerden bir yere gitmek, içerideki boşluğu doldurur mu? Belki de soruyu değiştirmek, ruhu bulmak için bir başka yol aramak gerekiyor. Ama bazen gidişler de bir anlam ifade etmiyor. İnsan sadece durarak, her şeyi bir anlığına olduğu gibi kabullenerek de bir yerlere varabilir.

Ve Son Sahne?

Özgür Bacaksız söylüyor: “Her şey devam ederken delirebilirsin, sitem edebilirsin, varoluşuna bela okuyabilirsin… Ama son sahnede her şeyi geride bırakmalı insan, sokağa çıkmalı ve yoluna bakmalı.”

“Son sahne ne zaman, Anıl?'” diyor Ayna Adam.

Bilmiyorum. Belki de hiçbirimiz bilmiyoruz.

Ama bildiğim bir şey var: En sevdiğin şarkıyı mırıldan, aynaya bak ve kendine gülümse. Çay demleniyorsa, hâlâ umut var demektir.
Bu hayat, bazen ne kadar karmaşık olursa olsun, her anında bir umut, bir anlam taşır. Zihnimizdeki karmaşadan sıyrılmak, küçük bir anın içindeki huzuru bulmak…

Yolculuğum sona erdiğinde, kitabın kapağını kapattım ama içimde bir şeyler sonsuza dek değişmişti. Küba’dan ayrılmadan önce, bir duvar yazısı dikkatimi çekti: “Devrim, sadece bir başlangıçtır.”
Sahi, her yolculuk, her okunan kitap, her yaşanan an, içimizde bir devrimi başlatmaz mı, Ayna Adam?

Bazı kitaplar sadece okunmaz, yaşanır. Bazı yolculuklar, insanın iç dünyasını da değiştirir.
Deli Çocuğun Güncesi de benim için öyleydi. Sayfaların arasında, bir kitap değil, bir ben buldum. Her okuduğumda biraz daha derinlemesine sızan, her satırında farklı bir kendime ulaşarak daha da şekillendiren bir yolculuktu. Gerçekten, bazen bir kitap, bir hayat kadar büyük olabiliyor. Her sayfası, her satırı başka bir dünyayı hatırlatıyor insana. Bu kitaptan aldığım yalnızca kelimeler değil, bir de onun peşinden gitme cesaretiydi.

Ve bir şey daha öğrendim: Yolculuk sadece gittiğimiz mesafelerle değil, insanın içsel dönüşümüyle de ölçülür. Bu yolculuk, dışarıda bir yere varmak değil, içindeki sonsuz dünyaları keşfetmektir.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Meksika-Küba Seyahatinin detaylarını merak edenler için; buyrun yazının bağlantısını  Siz 40 Yaşınıza Nerede Girdiniz?

Read More