Hayat Dersleri arşivleri - Anıl Şakrak Çıkmazı
151
archive,tag,tag-hayat-dersleri,tag-151,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-theme-ver-9.1.3,wpb-js-composer js-comp-ver-4.11.2.1,vc_responsive

Hayat Dersleri Tag

05 Mar Maverick: Özgürlüğün Fabrika Ayarları

Bir şirket düşünün: İçeride makineler gürültüyle çalışıyor, bilgisayar ekranları mavi ışıklarını titreştiriyor, yönetim katındaki odalar kapalı. Bir şirket düşünün: İnsanlar sabahları ağır adımlarla geliyor, akşam çıkarken derin bir nefes alıyor. Bir şirket düşünün: Pazartesi sendrom, cuma ise kurtuluş günü.

Ve sonra bir adam düşünün: Ricardo Semler.

Babasından devraldığı bu şirketin içinde yürürken, her şeyin yanlış olduğunu hissediyor. Tıpkı bir saat gibi işleyen bu sistem, her şeyi planlı, programlı, ölçülebilir ama ruhsuz kılıyor. İnsanlar emir alıyor, maaşlarını bekliyor, ömürlerinden sekiz saatlik dilimleri satıyor.

Peki ya saat tersine dönse? Peki ya iş hayatı sadece hayatta kalmak değil, yaşamak için bir alan olsa?

Ricardo Semler işte tam da bunu yaptı. Bir çarkın dişlisi olmayı reddetti ve çarkın kendisini söktü.

Kuralları Boz, Fabrikayı Özgür Bırak

Maverick bir iş kitabı değil. Bir isyan manifestosu. Bürokrasiye, hiyerarşiye, katı prosedürlere meydan okuyan bir düşünce biçimi.

Semler, kravatları gevşetti. Çalışanlara yöneticilerini seçme hakkı verdi. Kararları yukarıdan aşağıya dikte eden modeli yıktı. Bir sabah toplantısında, tüm çalışanlara dönüp şu soruyu sordu:

“Patron olsaydınız, bu şirketi nasıl yönetirdiniz?”

Önce sessizlik oldu. Çünkü insanlar konuşmayı unutmuştu. Yıllarca dinlemeye, susmaya, onaylamaya programlanmışlardı. Ama sonra bir kıvılcım yandı. İnsanlar düşünmeye, fikir üretmeye, yaratmaya başladılar. Ve işte o zaman Semco gerçek anlamda bir şirketten fazlası oldu: Bir organizasyon değil, bir organizma.

Semco, EFQM ve Sürdürülebilir Gelecek

Semco’nun hikâyesi, modern iş dünyasında iki büyük paradigmayla örtüşüyor: EFQM Mükemmellik Modeli ve BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (SKH).

EFQM modeli, organizasyonların sadece kâr değil, insan odaklı sürdürülebilir başarı peşinde koşmasını önerir. BM’nin SKH’leri ise şirketlerin ekonomik büyümenin yanı sıra sosyal ve çevresel sorumluluk almasını zorunlu kılar.

Semco’nun radikal dönüşümü, bu iki sistemin en saf halini temsil eder. Çünkü bir şirketin gerçekten “mükemmel” olabilmesi için önce insan olabilmesi gerekir.

1. İnsan Onuruna Yaraşır İş (SKH 8) & EFQM’de Çalışan Merkezlilik

• Semco, “çalışanlar için değil, çalışanlarla birlikte yönetilen” bir organizasyon kurdu.

•İnsanlar, şirketin parçası olmaktan öte, şirketin kendisi oldular.

•Esnek çalışma saatleri, özgür maaş politikası, katılımcı yönetim… Bunlar sadece yönetim teknikleri değil, insan onurunu yeniden inşa etmenin yollarıydı.

2. Eşitsizliklerin Azaltılması (SKH 10) & EFQM’de Adalet

•Maaş şeffaflığı sağlandı, ücretler arasındaki uçurum kapatıldı.

•Kararlar sadece CEO’ların değil, tüm çalışanların katıldığı oylamalarla alındı.

•Hiyerarşi çözüldü, insanlar ilk kez emir almak yerine karar vermeye başladı.

3. Yenilikçilik ve Altyapı (SKH 9) & EFQM’de Sürekli İyileştirme

•Şirketin yönetimi katı kurallar değil, esnek ilkeler üzerine kuruldu.

Hata yapma özgürlüğü, inovasyonu tetikleyen en büyük güç oldu.

Yalnızca makineler değil, fikirler de üretildi.

4. Sorumlu Üretim ve Tüketim (SKH 12) & EFQM’de Sürdürülebilirlik

• Şirket büyüdü, ancak insanları ve gezegeni sömürmeden büyüdü.

• Sürdürülebilir iş modelleriyle kârın, sadece ekonomik bir terim olmaktan çıkıp sosyal bir değer haline gelmesi sağlandı.

Maverick’in Yankıları: İş Dünyasında Devrim Mümkün mü?

Semco bir efsane oldu. Ama bu efsane, uzak bir masal değil; bugün şirketin temelini oluşturan bir modelin başlangıcıydı.

Tabii ki eleştiriler de geldi. “Bu model her şirkette uygulanamaz.”

Ama asıl soru şu: Bu model uygulanamaz mı, yoksa uygulamaya cesaretimiz mi yok?

Ancak gerçek şu ki, değişim yalnızca bir yönetim felsefesiyle değil, cesur insanların kararlarıyla başlar.

Sonuç: Çalışmak Özgürlüğün Karşıtı Olmak Zorunda Değil

Ricardo Semler, bir sabah uyandı ve oyunun kurallarını değiştirdi. Gücü paylaşarak, insanlara güvenerek, şirketin bir hapishane değil, bir topluluk olabileceğini gösterdi.

Ama en önemli soru şu: Bunu yapmaya cesaretimiz var mı?


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Rahmetli Genel Müdürüm Nuri, kütüphanesinden çıkarıp vermişti bu kitabı okumam için. Yazıyı yaratırken kitabı elime yeniden aldığımda fark ettim; okuyalı bir 15 yıl, onu sonsuzluğa uğurlayalı da 7 yılı geçmiş bile. Yazarken Nuri abiyi ve Berkan abiyi andım; iyi bir ekibin parçası olmak büyük bir ayrıcalıkmış daha iyi anladım.

 

Read More

01 Mar Ne İçin Varsan , Onun İçin Yaşa

Bir Kitap, Bir Rastlantı, Bir Yön

Zaman zaman insan kendini yorgun, amaçsız, belki de sadece biraz bıkkın hisseder. Gözlerin, gördüğü her şeye alışmış gibi donuktur. Rutinler birer zincire dönüşür, sokaklar aynı hikâyeleri anlatır, günler birbirini tekrar eder. İşte tam da böyle bir günde, 2021 yılında, Karşıyaka’da Pan Kitabevi’ne nefes almak için girdim. Sanki sokaklar daralmış, gökyüzü alçalmıştı. İçeri girer girmez derin bir nefes çektim içime, kitapların kokusu sinmişti havaya. Bu, kelimelerin arasında soluklanma ihtiyacı duyduğum nadir anlardan biriydi.

Tam o anda Ayna Adam beliriverdi yanımda. Hafif alaycı bir ses tonuyla fısıldadı:

“Burada mı nefes alıyorsun?”

Başımı çevirdim, gözlerim kitap raflarının arasında kaybolmuştu.

“Bilmiyorum,” dedim. “Belki de burada, kelimelerin arasında nefes almak daha kolaydır.”

“Belki de burada nefes almak yerine, nefes olmalısın,” dedi Ayna Adam. “Kendine bir yol açmalısın, sadece oksijen tüketerek yaşamak yetmez. Unutma, yol, yola çıkana görünür.”

“Peki nasıl?” dedim ona, hafif bir merakla.

“İlk adımı atarak. Bir şeyi gerçekten istersen, yollar açılır. Ama sen ilk adımı atmadan, yol sana görünmez.”

Yeni çıkan kitaplara göz gezdirirken bir başlık dikkatimi çekti: Ne İçin Varsan, Onun İçin Yaşa. Yazarın adına baktım: Hikmet Anıl Öztekin. Bir an duraksadım. “Adaşız!” dedim kendi kendime ve belki de sırf bu yüzden kitabı elime aldım. İlk baskıydı.
Henüz pek kimse tarafından keşfedilmemiş, raflardaki sessiz duruşuyla benim alınmamı bekliyordu sanki. Bu, yazarın ilk kitabı değildi ama benim için onunla ilk buluşmaydı.

Daha sonra öğrendiğime göre, Hikmet Anıl Öztekin de benim gibi mühendislik eğitimi almıştı. Benzer bir jenerasyondan geliyorduk, benzer yollardan geçmiş, belki de benzer sorulara takılmıştık. O, kelimeleriyle bir yön bulmuştu; peki ya ben? Aramızda görünmez bir bağ var gibiydi. Belki de bu kitap, onun yolculuğunun satırlara dökülmüş hâliydi ve ben de kendi yolumu ararken onun kelimeleriyle yankılanacaktım.

Kelimenin Kalbine Dokunan Kitap

Hikmet Anıl Öztekin’in kitabı, bir kılavuz gibi değil, bir dost gibi konuşuyordu. Her satırında, insanın ne için yaşadığını sorgulatan, içini titreten cümleler vardı. Zorluklardan, hayallerden, inançtan bahsediyordu. Hayatı sadece bir akış olarak değil, anlamı keşfetme yolculuğu olarak görmem gerektiğini fısıldıyordu bana.

Kitabı okudukça, içimde bir şeylerin kıpırdadığını fark ettim. Hepimizin bir amacı vardı, ama kaçımız gerçekten onun için yaşıyordu? Günlük telaşlar, belirsizlikler ve korkular içinde, iç sesimizi ne zaman duymuştuk en son? Sahi, ne için vardım ben?

Ayna Adam yanıma sokuldu:

“Sadece nefes almak için mi varsın? Yoksa nefes olmak için mi?”

Nefes olmak mı?” diye tekrarladım.

“Bir amacın yoksa, nefes almak zamanın içinde kaybolmaktan farksızdır. Ama bir anlamın varsa, işte o zaman nefes senin yolun olur. Söyle, sen ne için varsın?”

Boğazım düğümlendi. Kitaptan bir satır düştü aklıma o an:

“Hayallerin kadar güçlü, duaların kadar umutlusun.” Gerçekten öyle miydi? Hayallerime ne kadar tutunuyordum? Dualarım ne kadar içtendi?

“Hayallerin için ne kadar savaşıyorsun?” dedi Ayna Adam. “Yoksa sadece bekliyor musun? Bekleyenler hiçbir yere varamaz. Yolda olanlar ise hep bir adım öndedir.”

Benim Rastlantım, Benim Cevabım

İnsan bazı kitapları okur, bazı kitaplar ise insanı okur. Ne İçin Varsan, Onun İçin Yaşa benim için ikincisiydi. Onu ilk elime aldığımda sadece bir isim benzerliğiydi belki de ilgimi çeken, fakat sayfalar ilerledikçe, kitabın benimle gerçekten konuştuğunu hissettim. Benim yaşadıklarımı, benim arayışımı, benim sorduğum ama cevabını bulamadığım soruları anlatıyordu.

“Hâlâ düşünüyorsun,” dedi Ayna Adam.

“Evet, çünkü kendime ne için var olduğumu sormaya korkuyorum. Ya yanlış bir cevap bulursam? Ya cevabım yetersizse?”

“Yanlış cevap yoktur,” dedi. “Yalnızca yolunu arayanlar vardır. Ve unutma, yol, yola çıkana görünür.”

Kitapta bir cümle daha çarptı gözüme: “Bir şeyi gerçekten istersen, yollar açılır. Ama sen ilk adımı atmadan, yol sana görünmez.”

“Öylece durup beklemek, hayallerini elinden kaçırmana neden olur,” dedi Ayna Adam. “Eğer yürümeye cesaretin yoksa, varmak da mümkün değildir.”

Derin bir nefes aldım. Gerçekten de öyleydi. Beklemek, bir şeylerin olmasını ummak yerine, adım atmak gerekiyordu. “İlk adımı atmazsan yol hep uzak kalır.” diye yazıyordu kitapta. O gün, o kitabevinde, ben de kendi yoluma ilk adımı atmaya karar verdim.

Kitabı alıp kasaya yönelirken, Ayna Adam arkadan seslendi:

“Unutma, bazı kitaplar sadece okunmaz. Onlar, ruhunun aynasıdır. Ve ruhunu tanımayan, yolunu bulamaz.”

Eğer bir gün yolunuz bir kitapçıya düşerse ve rastgele bir kitabı elinize alırsanız, belki de o kitap sizin için oradadır. Tıpkı benim için olduğu gibi… Çünkü bazen bir isim benzerliği bile, insanı kendi gerçeğine götüren bir işarettir.

Peki ya siz?

Ne için varsın ve onun için mi yaşıyorsun?


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Kitabı okurken bir şey daha öğrendim ve çok hoşuma gitti: 2007 yılında Berlin’de, 60 ülkeden 2.500 kelimenin katıldığı bir yarışmada, ay ışığının suya yansımasını anlatan “Yakamoz” kelimesi, dünyanın en güzel sözcüğü seçilmiş. Anlamın ve estetiğin kesiştiği bu kelime, denizin üzerine düşen ay ışığı gibi insan ruhuna da dokunuyor… Bir kelimenin, kültürün derinliklerinden süzülerek böyle bir anlam taşıması ne kadar büyüleyici!

Read More

27 Şub Karışık Kaset

Güneşli ve soğuk bir şubat günü, kulaklıklarım kulağımda, vapura doğru yürüyorum. Ben Okurum’un bir bölümünü dinliyorum.
– Daha dinlemeye başlamadıysanız çok şey kaçırıyorsunuz. –

“Ayrılıkla da sevdaya dair” diyorlar, Atilla İlhan’ı konuşurken.
Ben, bunun şiir olduğunu önce şarkısını dinleyerek öğrendim. Vedat Sakman besteledi ve Zuhal Olcay söyledi. Şimdi aklıma geldi, ben Vedat Sakman’ın hiç bir solo konserine gitmedim.

“Hatırlıyor musun?” dedi Ayna Adam, usulca yanıma sokularak. “İlk dinlediğin şarkıyı?”

Gözlerimi kıstım, düşüncelere daldım. Aklımda binlerce anı varmış gibi geliyor ama yazmaya kalkınca hepsi öğretmenle göz göze gelmekten kaçan öğrenciler gibi silikleşiyor.
Evde bir 33’lük plak vardı, rahmetli Talih dayım getirmişti. Üzerinde nükleer patlamanın mantar dumanı… Albümün adı da, müziği de sisler içinde. Ama belki de bilinçli dinlediğim ilk albüm oydu.

“Ve Pink Floyd?” diye devam etti Ayna Adam, gülümseyerek. “O duvarları yıllar sonra fark ettin, değil mi?”

Evet… Evde The Wall 45’liği vardı, ama o zamanlar farkında değildim. Bazı şarkılar yıllar sonra anlam kazanıyor, tıpkı bazı anıların ancak belli bir yaşta içimize oturması gibi.

“Ya annenin toz aldırma marşı?” diye sordu, göz kırparak.

Gülümsedim. Enrico Macias’ın “Oriental” albümü… Annem, kız kardeşlerimi Fransızca şarkılarla motive ederek temizlik yaptırırdı. Şarkılar bazen bir evin içinde yankılanan geçmiş, bazen de yanlış anlaşılan bir hatıradır.
1988’de Fransa’ya gittiğimde, annem benden Enrico Macias’ın albümlerini istemişti. Ama dikkatsiz kulaklarım, müziğin değerini kaçırmıştı. Plağa vereceğim parayı yanlış harcamış, Glenn Medeiros’un “Nothing’s Gonna Change My Love for You” kasedini almıştım.

Ayna Adam başını iki yana salladı. “Kimi anılar pişmanlık gibi oturur insanın göğsüne, kimi ise gülümseyerek döner geçmişten. Ama hepsi bir şarkıyla mühürlenir.”

Barış Manço’nun Arkadaşım Eşşek’i ile büyüdüm, kızımı da onunla büyüttüm. Babaannem ise hep üzerine alınırdı Süper Babaanne şarkısını. Her şarkı bir kişiye, bir âna tutunurdu. Sezen Aksu’nun albümleri ortaokul yıllarımın duygusal fonuydu. Aşkın Nur Yengi’nin Sevgiliye’si aklımızı başımızdan aldı, Levent Yüksel ile med cezirlere kapıldık.

“Peki ya Capello geceleri…”

Nasıl unuturum? Yaşım yetmese de tanıdık kontenjanından içeri sızdığım o büyülü anları… Saatler ilerledikçe, disko ritimlerinin yerini yavaş yavaş slow parçalar alırdı. Çift olabilenler, “Because I Love You” ile birbirlerine sarılır, ardından “Kingston Town” melodisi ile köşede tek başına kalan mahsunlara nazire ederlerdi.

Sonra… Plaklar çöpe gitti, kasetler hüküm sürdü, ardından CD’ler tahtı devraldı. Nasıl içim yanıyor şimdi, o zamanlar hoyratça çöpe atılan plaklara,  kasetlere… Her biri bir hatıra, bir melodiydi; bilinçsizce fırlatılan, zamana yenik düşen ama içimde yankısı kalan. Nasıl da kandırıldık dijitalden gelen seslerin daha iyi olduğuna.

Babam ilk CD çalar aldığında evde hiç CD’miz yoktu. Yabancı bir slow karışık CD bulmuş, doğum günümde çalmıştım. Richard Marx’ın “Right Here Waiting” şarkısında gözlerimi kapatıp hayal kurmamı söylemişti Barbaros. Bir kelimesini bile anlamadan dinlemiştim ama duygusu içime işlemişti.

Zamanla hayatıma daha fazla anı, daha fazla şarkı girdi. Her biri, yaşanmışlığın birer yankısı gibi kulaklarımda çınlıyordu.

Bir gece Step Bar’da Kudusi’den Agora Meyhanesi’ni dinlerken, 18’li yaşların başında, rakının buruk tadını yeni yeni keşfederken düşündüm kendimi: Şarkılar aslında anıların ruhuydu.

Gecenin soğuğunda yürürken ellerimi cebime sokup içimden Ellerim Cebimde diye mırıldanmak…

Lise arkadaşlarımla her buluşmada, zamanın durduğu o anlarda, Ele Güne Karşı yükselirdi dillerimizden. Dünya bir yana, biz bir yana…

“Olmasa Mektubun” ile kadeh tokuşturmak, geçmişe selam çakmak…

“Geçse de gençlik çağım” diyerek Zilli’de henüz geçtiğini fark etmediğim günlerime seslenmek…

Bir marş gibi “Losing My Religion” söylemek ve yıllarca mod-a-mod tercümeye takılarak inancını kaybetmeyi dini kaybetmek olarak anlamak…

Ankara’dayken “Ankara’da Aşık Olmak zor” demek, İstanbul’a giderken “Bekle Bizi İstanbul” diye mırıldanmak…

Sabahları okula giderken Modern Sabahlar’da güne “Perfect Day” ile başlamak…

İlhan İrem, Aznavour, Leonard Cohen, Dire Straits, Sting…

Sonra içime bir merak düştü, acaba kaç şarkı vardır diye, üşenmedim araştırdım. Elle tutulur tek veri olan Spotify arşivinin sonucu bile beni şaşırtmaya yetti; 2020 yılında arşivinde 60 milyon şarkı varmış ve her dakika 20 yeni şarkı ekleniyormuş. O kadar şarkı var ki insan hangi birini hatırlasın…

“O kadar şarkı var ki hayatına dokunan,” dedi Ayna Adam, “ama neden bazıları unutulmaz?”

Duraksadım. “Çünkü şarkılar, anılara çapalanmadan sadece boşlukta savrulmuş notalardır. İnsan, duyduğu her ezgiyi değil, hissettiği her ânı hatırlar.”

Ayna Adam gözlerini kapattı, başını hafifçe salladı. “Tıpkı bir koku gibi, bir dokunuş gibi… Şarkılar da anılarımızın içine işlemiş gizli mürekkeptir. Zaman geçer, her şey unutulur ama bir şarkı çaldığında her şey geri gelir. Çünkü biz onları sadece dinlemedik—yaşadık.”

Ve işte, bazı şarkılar unutulmaz. Çünkü bazı anlar sonsuzdur.

Ayna Adam derin bir nefes aldı ve gözlerini bana dikti. “Peki, söyle bana,” dedi, “nereye gidiyoruz?”

Bilmiyordum. Gerçekten bilmiyordum.

Ayna Adam gülümsedi, uzaklara bakarak mırıldandı:

Gün çoktan döndü buralarda
Ve ben simsiyah bir gecenin koynunda yapayalnız bekliyorum
Duyuyorum, görüyorum
Bir gün gelecek dönence, biliyorum

Peki, sizin karışık kasetin hangi şarkılarla dolu?


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Eve Götürmelik Bilgi: Dönence şarkısı çok sever ama anlam yükleyemezdim. Yazarken aklıma düştü ve araştırdım. Bir söyleşide şöyle demiş Usta;

Dönence dünyanın iki ayrı kutbundaki enlemlerdir ve hiçbir zaman birlikte olamazlar. İnsanın doğasında da iki zıt kutup vardır. Bu kendisinde olmayanı arama içgüdüsüdür. Burada insanlardaki tatminsizliği ve olmayanı arama duygusunu açıklamaya çalıştım. Devamlı gelecekte olacakları umut ederek yaşayan insanları yani.

Sinemamuzik e-dergisinin bir haberine göre 2020’in Mart ayında 147 müzikseverin seçtiği 10 şarkı üzerinden yapılan listede Dönence birinci sırayı almış. Diğer Şarkılar da sırasıyla Bir Derdim Var – Mor ve Ötesi , Tamirci Çırağı – Cem Karaca, Ele Güne Karşı – MFÖ, Afili Yalnızlık – Emre Aydın, Senden Daha Güzel – Duman, Paramparça – Teoman, Bir Kadın Çizeceksin – Manga, Sil Baştan – Şebnem Ferah, Sözlerimi Geri Alamam – Bulutsuzluk Özlemi. Haberin linki 

Read More

23 Şub Genç Bir Mühendise Yeni Öğütler

Bazıları geceleri rüyalara dalar, ben gündüz düşlerinde kaybolurum ve bazen, o düşleri mürekkebe bulayıp kağıda dökerim. Artık bunu biliyorsunuz diye düşünüyorum. 2024’ün mevsimleri şaşırmış bir Aralık gününde, Makina Mühendisleri Odası meslekte 25 yılımı geride bıraktığımı hatırlattı bana; sade ama anlamlı bir törenle. Bir çeyrek asır boyunca, bu düşlerin ve gerçeklerin arasında yürüdüm. Bana mühendis dediler, ben ise ‘ışıkla gölge arasında bir köprü’ olmaya çalıştım. Mühendislik benim için yalnızca bir meslek değil, bir düşünce biçimi, bir dünya görüşüydü. Her karşılaştığım problem, çözümün peşine düşmem için bir davetti. Makinaları, süreçleri anladıkça, insan zihninin sınırlarını da zorlamaya başladım, düşündüm.
Ayna Adam, omzumda bir fısıltı gibi belirdi:

“Yıllar geçti, peki ya şimdi? Hâlâ aynı köprünün bekçisi misin? Yoksa inşa ettiğin köprüde durup arkana mı bakıyorsun?”

Uzun yıllar boyunca fark ettim ki, bir mühendis öğrenirken de, tasarlarken de, hatta yanılırken bile inşa eder. Hatta buna dair yaşanmışlıklarımı bundan beş yıl önce bir yazıyla kayıtlara almıştım. Yarım asırlık yaşım ve çeyrek asırlık mühendislik yolculuğumun bana verdiği yetkiye dayanarak bu yazıyı yeniden yazmaya cüret ettim.

“Bakalım kahramanımızı bu süreçte ne tür maceralar bekliyor?” diye ekledi Ayna Adam, bir dış ses edasıyla.

“Bilmez misin Ayna Adam; sonunu düşünen kahraman olamaz!”

Mühendislik diploması olan herkes mühendis midir? Sanmam. Bu nedenle kendi içimde bir sınıflandırma yapmıştım ve hâlâ yaptığımın arkasındayım:
• Mühendislik diploması olanlar,
• Mühendislik yapanlar,
• Mühendisliği yaşayanlar.
Sonuncusu bir lütuf mu, bir lanet mi, bilmiyorum. Ama bilmediğim bir şeyi sorgulamadan kabul edemem.

“Sanki bildiklerini bile sorgulamıyorsun?” dedi Ayna Adam.

“Sorgulanmamış yaşam yaşanmamıştır.” diye susturdum onu, benden daha geveze olmaya başladığının farkındaydım.

Orhan Kemal, “Güçlü bir hafıza, ağır bir cezadır.” der. Hafızanız güçlü mü? Değilse yalan söylemeyin, dürüst olun ya da sonsuza kadar o yalanın yükünü taşıyın. Seçim sizin. Ama unutursanız, başlangıçta rahat edersiniz belki, ancak gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkma gibi kötü bir huyu vardır. Hayatım boyunca yalanı hep azaltmaya çalıştım. Söylediğim zamanlarda da bedelini ödemekten kaçmadım. Hafızamın gücüne değil, içimdeki huzura güvendim.

Yatarak bir şey yapabilen bildiğim mahluklardan biri tavuktur – ve birkaçını daha sayabilirim ama onlar bana kalsın. O yüzden harekete geçin ve deneyin. “Çıraklığını bilmediğiniz işte usta olamazsınız.” Sahaya inmeden, elinizi kirletmeden öğrenemezsiniz.

Tecrübe, hata yapmama sanatıdır; ancak bu sanata ulaşmanın tek yolu, bolca hata yapmaktır. Çelişki gibi mi görünüyor? Hayatın doğasında var. “Erken başarısız olun” (Fail Early) bunu mottonuz yapın.

Yolun Sonunda Yanlış Duvara Dayanmış Bir Merdiven Olmasın

Hedeflerin hep olacak. Hedefsiz insan, rüzgâra teslim olmuş bir yelkenlidir; nereye savrulacağını bilmez. Ama lokal hedeflere takılıp bütünü gözden kaçırma. Kutunun içinden baktığın kadar, dışından da bak. Hatta bazen kutunun hiç olmadığı senaryoları düşün. Bu bana hep ormanda az seçilen yolu seçmeyi hatırlatır. Bacaklarına dikenler batar, ayakların çamura bulanır belki ama sonunda ulaştığın manzara buna değer. Ancak bir hedefin peşinden körü körüne gitme. “Peyniri arada bir kokla.” Hâlâ taze mi, yoksa artık çürüdü mü, anlamaya çalış. Eski peyniri unutma cesaretini göster. Ancak bu şekilde yeni peynirleri bulabilirsin.

Ve en önemlisi, hayatının amacı olarak gördüğün duvarın en tepesine vardığında yanlış duvara merdiven dayadığını fark edersen, yeniden başlamaktan korkma! Aynı şarkıda takılı kalanlar utansın, yeni bir melodiye cesaret edenler değil.

İnsan ve Makine Arasında Bir Yerde

Her gün, bir önceki günden farklı olsun. Bunu anlatan en güzel mısra yine Nazım Baba’dan gelir:

“Doğmamış çocuğumdan geri, ölmüş babamdan ileriyim.”

Bilgi işlem teknolojisinin önemini ilk kez vurguladığımda, dünya bambaşka bir yerdi. O zamanlar dijitalleşme konuşulurdu, şimdi ise EYAY (AI) hayatımızın her yerinde. Bazen hayranlık uyandırıyor, bazen korkutuyor, bazen de insanı düşündürüyor: Makinaların olmadığı bir çalışma ortamı kalmayacak, peki ya insanın olmadığı bir çalışma ortamında insanlar için nasıl çalışacağız? Bu da başka bir yazının konusu olacak artık.
Geçenlerde denk geldiğim bir söz, bu kaygılarımı yönetmemde bana rehber oldu ve Nazım Baba’yı bir kez daha haklı çıkardı:

“Gelecek, daha fazla beceri öğrenen ve bunları yaratıcı yollarla birleştirenlere aittir.” – Robert Green

Ne yaştan, ne akademik başarıdan ne de coğrafyadan bahsetmiş. Beceriler ve onları bir araya getirme sanatı… İşte geleceği inşa eden mühendislik de tam olarak bu değil mi?
İnsanlara güvenin. Güven olmadan ne bir proje inşa edilebilir ne de bir hayat. Ama kazık yediğinizde, sizi hayal kırıklığına uğrattıklarında bunun acısını tüm çevrenizden çıkarmayın. Sonuçta, Voltaire’in Candide’de dediği gibi, “Bu dünya, bütün kötülüklerine rağmen mümkün olan dünyaların en iyisidir.”

Yetki mi, Ünvan mı?

Yetki, her zaman ünvanın önündedir. Ünvan almaya değil, yetki almaya odaklan. Gerisi zaten kendiliğinden gelir. Eğer gelmiyorsa, unutma: Hak ettiğini değil, müzakere ettiğini alırsın. Çalışma hayatı yazılı ve yazılı olmayan, farklı sertlikte kurallar zincirlerine sahiptir. Prosedürler, işlerin tutarlılığını sağlar. Ama unutulmamalıdır ki prosedürler de bir zamanlar bizim gibi insanlar tarafından yazılmıştır. Gerektiğinde değişime açık olmak gerekir.Kuralları bilirsen, onları en iyi sen ihlal edersin. Ayna Adam gülümsedi:

“Kurallar, onları koyanlar kadar esnektir. Katılaşan her şey kırılmaya mahkûmdur.”

Çalışma Anayasası

Çalışma anayasam sürekli güncelleniyor ama bu yazının ilk vücut bulduğu gün gibi ilk maddesi hâlâ değişmedi:

Herakleitos’un ünlü sözü: “Mutluyken söz, üzgünken karar ve sinirliyken cevap verme.”

Ve son olarak;

“Çalışmak güzel bir şey olsaydı, üzerine para vermezlerdi.”

Maalesef bu gerçeği unutamayız. Çalışmak zorundayız. Sevdiğiniz işi yapamıyorsanız, yaptığınız işi sevin demeyeceğim. Ama her işin içinde keşfedilecek bir anlam olduğunu da inkâr edemem. Bir ucu boklu değneğin bir tarafını kaldırdığınızda, diğer ucu da havalanır. Ben bardağın dolu tarafına bakmayı seçiyorum. Ve işte bu yüzden hala:

“Çalışıyor olsaydım, çalışmazdım.”


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Yazının ilk bölümünün linkini de paylaşayım “Genç Bir Mühendise Öğütler – 4 Ekim 2020 “

 

Read More