Erteleme arşivleri - Anıl Şakrak Çıkmazı
141
archive,tag,tag-erteleme,tag-141,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-theme-ver-9.1.3,wpb-js-composer js-comp-ver-4.11.2.1,vc_responsive

Erteleme Tag

27 Şub Karışık Kaset

Güneşli ve soğuk bir şubat günü, kulaklıklarım kulağımda, vapura doğru yürüyorum. Ben Okurum’un bir bölümünü dinliyorum.
– Daha dinlemeye başlamadıysanız çok şey kaçırıyorsunuz. –

“Ayrılıkla da sevdaya dair” diyorlar, Atilla İlhan’ı konuşurken.
Ben, bunun şiir olduğunu önce şarkısını dinleyerek öğrendim. Vedat Sakman besteledi ve Zuhal Olcay söyledi. Şimdi aklıma geldi, ben Vedat Sakman’ın hiç bir solo konserine gitmedim.

“Hatırlıyor musun?” dedi Ayna Adam, usulca yanıma sokularak. “İlk dinlediğin şarkıyı?”

Gözlerimi kıstım, düşüncelere daldım. Aklımda binlerce anı varmış gibi geliyor ama yazmaya kalkınca hepsi öğretmenle göz göze gelmekten kaçan öğrenciler gibi silikleşiyor.
Evde bir 33’lük plak vardı, rahmetli Talih dayım getirmişti. Üzerinde nükleer patlamanın mantar dumanı… Albümün adı da, müziği de sisler içinde. Ama belki de bilinçli dinlediğim ilk albüm oydu.

“Ve Pink Floyd?” diye devam etti Ayna Adam, gülümseyerek. “O duvarları yıllar sonra fark ettin, değil mi?”

Evet… Evde The Wall 45’liği vardı, ama o zamanlar farkında değildim. Bazı şarkılar yıllar sonra anlam kazanıyor, tıpkı bazı anıların ancak belli bir yaşta içimize oturması gibi.

“Ya annenin toz aldırma marşı?” diye sordu, göz kırparak.

Gülümsedim. Enrico Macias’ın “Oriental” albümü… Annem, kız kardeşlerimi Fransızca şarkılarla motive ederek temizlik yaptırırdı. Şarkılar bazen bir evin içinde yankılanan geçmiş, bazen de yanlış anlaşılan bir hatıradır.
1988’de Fransa’ya gittiğimde, annem benden Enrico Macias’ın albümlerini istemişti. Ama dikkatsiz kulaklarım, müziğin değerini kaçırmıştı. Plağa vereceğim parayı yanlış harcamış, Glenn Medeiros’un “Nothing’s Gonna Change My Love for You” kasedini almıştım.

Ayna Adam başını iki yana salladı. “Kimi anılar pişmanlık gibi oturur insanın göğsüne, kimi ise gülümseyerek döner geçmişten. Ama hepsi bir şarkıyla mühürlenir.”

Barış Manço’nun Arkadaşım Eşşek’i ile büyüdüm, kızımı da onunla büyüttüm. Babaannem ise hep üzerine alınırdı Süper Babaanne şarkısını. Her şarkı bir kişiye, bir âna tutunurdu. Sezen Aksu’nun albümleri ortaokul yıllarımın duygusal fonuydu. Aşkın Nur Yengi’nin Sevgiliye’si aklımızı başımızdan aldı, Levent Yüksel ile med cezirlere kapıldık.

“Peki ya Capello geceleri…”

Nasıl unuturum? Yaşım yetmese de tanıdık kontenjanından içeri sızdığım o büyülü anları… Saatler ilerledikçe, disko ritimlerinin yerini yavaş yavaş slow parçalar alırdı. Çift olabilenler, “Because I Love You” ile birbirlerine sarılır, ardından “Kingston Town” melodisi ile köşede tek başına kalan mahsunlara nazire ederlerdi.

Sonra… Plaklar çöpe gitti, kasetler hüküm sürdü, ardından CD’ler tahtı devraldı. Nasıl içim yanıyor şimdi, o zamanlar hoyratça çöpe atılan plaklara,  kasetlere… Her biri bir hatıra, bir melodiydi; bilinçsizce fırlatılan, zamana yenik düşen ama içimde yankısı kalan. Nasıl da kandırıldık dijitalden gelen seslerin daha iyi olduğuna.

Babam ilk CD çalar aldığında evde hiç CD’miz yoktu. Yabancı bir slow karışık CD bulmuş, doğum günümde çalmıştım. Richard Marx’ın “Right Here Waiting” şarkısında gözlerimi kapatıp hayal kurmamı söylemişti Barbaros. Bir kelimesini bile anlamadan dinlemiştim ama duygusu içime işlemişti.

Zamanla hayatıma daha fazla anı, daha fazla şarkı girdi. Her biri, yaşanmışlığın birer yankısı gibi kulaklarımda çınlıyordu.

Bir gece Step Bar’da Kudusi’den Agora Meyhanesi’ni dinlerken, 18’li yaşların başında, rakının buruk tadını yeni yeni keşfederken düşündüm kendimi: Şarkılar aslında anıların ruhuydu.

Gecenin soğuğunda yürürken ellerimi cebime sokup içimden Ellerim Cebimde diye mırıldanmak…

Lise arkadaşlarımla her buluşmada, zamanın durduğu o anlarda, Ele Güne Karşı yükselirdi dillerimizden. Dünya bir yana, biz bir yana…

“Olmasa Mektubun” ile kadeh tokuşturmak, geçmişe selam çakmak…

“Geçse de gençlik çağım” diyerek Zilli’de henüz geçtiğini fark etmediğim günlerime seslenmek…

Bir marş gibi “Losing My Religion” söylemek ve yıllarca mod-a-mod tercümeye takılarak inancını kaybetmeyi dini kaybetmek olarak anlamak…

Ankara’dayken “Ankara’da Aşık Olmak zor” demek, İstanbul’a giderken “Bekle Bizi İstanbul” diye mırıldanmak…

Sabahları okula giderken Modern Sabahlar’da güne “Perfect Day” ile başlamak…

İlhan İrem, Aznavour, Leonard Cohen, Dire Straits, Sting…

Sonra içime bir merak düştü, acaba kaç şarkı vardır diye, üşenmedim araştırdım. Elle tutulur tek veri olan Spotify arşivinin sonucu bile beni şaşırtmaya yetti; 2020 yılında arşivinde 60 milyon şarkı varmış ve her dakika 20 yeni şarkı ekleniyormuş. O kadar şarkı var ki insan hangi birini hatırlasın…

“O kadar şarkı var ki hayatına dokunan,” dedi Ayna Adam, “ama neden bazıları unutulmaz?”

Duraksadım. “Çünkü şarkılar, anılara çapalanmadan sadece boşlukta savrulmuş notalardır. İnsan, duyduğu her ezgiyi değil, hissettiği her ânı hatırlar.”

Ayna Adam gözlerini kapattı, başını hafifçe salladı. “Tıpkı bir koku gibi, bir dokunuş gibi… Şarkılar da anılarımızın içine işlemiş gizli mürekkeptir. Zaman geçer, her şey unutulur ama bir şarkı çaldığında her şey geri gelir. Çünkü biz onları sadece dinlemedik—yaşadık.”

Ve işte, bazı şarkılar unutulmaz. Çünkü bazı anlar sonsuzdur.

Ayna Adam derin bir nefes aldı ve gözlerini bana dikti. “Peki, söyle bana,” dedi, “nereye gidiyoruz?”

Bilmiyordum. Gerçekten bilmiyordum.

Ayna Adam gülümsedi, uzaklara bakarak mırıldandı:

Gün çoktan döndü buralarda
Ve ben simsiyah bir gecenin koynunda yapayalnız bekliyorum
Duyuyorum, görüyorum
Bir gün gelecek dönence, biliyorum

Peki, sizin karışık kasetin hangi şarkılarla dolu?


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Eve Götürmelik Bilgi: Dönence şarkısı çok sever ama anlam yükleyemezdim. Yazarken aklıma düştü ve araştırdım. Bir söyleşide şöyle demiş Usta;

Dönence dünyanın iki ayrı kutbundaki enlemlerdir ve hiçbir zaman birlikte olamazlar. İnsanın doğasında da iki zıt kutup vardır. Bu kendisinde olmayanı arama içgüdüsüdür. Burada insanlardaki tatminsizliği ve olmayanı arama duygusunu açıklamaya çalıştım. Devamlı gelecekte olacakları umut ederek yaşayan insanları yani.

Sinemamuzik e-dergisinin bir haberine göre 2020’in Mart ayında 147 müzikseverin seçtiği 10 şarkı üzerinden yapılan listede Dönence birinci sırayı almış. Diğer Şarkılar da sırasıyla Bir Derdim Var – Mor ve Ötesi , Tamirci Çırağı – Cem Karaca, Ele Güne Karşı – MFÖ, Afili Yalnızlık – Emre Aydın, Senden Daha Güzel – Duman, Paramparça – Teoman, Bir Kadın Çizeceksin – Manga, Sil Baştan – Şebnem Ferah, Sözlerimi Geri Alamam – Bulutsuzluk Özlemi. Haberin linki 

Read More

19 Şub Ertelenmiş Cümleler Mezarlığında


Ayna Adam yine karşımda; alaycı bir gülümsemeyle, sabırsız gözlerle beni izliyor.

Kalemin ucunda bekleyen kelimelere bakıyor; zamana yenik düşmüş, sayfalara dökülememiş, sonsuzca ertelenmiş cümlelere…

“Yine mi?” diyor.

“Yine mi yazmak için mükemmel anı bekliyorsun? O anın asla gelmeyeceğini kaç kez anlatmam gerek?”

İçimi çekiyorum. Haklı. Hep haklı. Bir süredir bloguma tek kelime yazmadım. Önce bir süre meşguldüm, sonra yorgun, sonra ise sadece bekledim. Üzerime yapışan erteleme hastalığıyla, günlerin içinden geçip giden ama hiçbirine tam olarak dokunamayan bir hayalet gibi dolanıyorum.

“Aslında yazmaya başlasam…” diyorum, fakat cümlem havada asılı kalıyor.

“Evet, işte tam da bu!” diye atılıyor Ayna Adam.
” ‘Başlasam’ kelimesi! O kelime senin lanetin! Hep ‘başlasam’, hiç ‘başladım’ değil. Hadi, anlat bana, bahanelerini duymayı özledim. Bugün neden yazmadın?”

Masanın üzerindeki okunmamış kitaplara ve gelişigüzel notlara bakıyorum. İşte buradayım, fakat yazı hâlâ yok.

“Mükemmel bir başlangıç yapmalıyım diye düşündüm,” diyorum neredeyse fısıldayarak.

Ayna Adam kahkaha patlatıyor.

“Ah, şu mükemmellik illüzyonu! Eğer onu yakalarsan, bana da haber ver. Onu görebilen kimse olmadı. Yazıyı mükemmel olana kadar erteliyorsun, oysa mükemmel olan yalnızca yazılmış olandır. Tıpkı hiç pişirilmemiş bir yemek gibi; malzemeleri bir araya getirmeden, kokusunu, tadını bilemezsin.”

İçimde ağır bir yük oturuyor, sanki içten içe bastırılmış bir kaygı, derinlere gömülmüş bir huzursuzluk her nefesimde kendini hissettiriyor.

Albert Camus’nun Veba kitabındaki Joseph Grand gibi hissediyorum. Grand, büyük bir roman yazacağına emindir ama mükemmel ilk cümleyi bir türlü bulamaz. Sürekli değiştirir, defalarca dener ama asla ilerleyemez. Ben de öyle değil miyim? Sanki ilk cümleyi becerebilirsem, şahane şeyler gelecek, büyük işler başaracağım. Bu yüzden her şey askıda kalıyor.
Bir defterim var. İlk sayfası bomboş, ama geri kalan sayfalar karalamalarla dolu. Başlangıç cümleleri, bitmemiş paragraflar, tek başına kalmış kelimeler… Hepsi bir araya gelmek için sabırsızlanıyor ama bir türlü sıralanıp yol bulamıyorlar. Çünkü ben hâlâ mükemmel bir başlangıç bekliyorum.

“Eğer ertelemenin bir sanatı olsaydı, sen onun Picasso’su olurdun,” diyor Ayna Adam. “Ama ne yazık ki bu sanatın sergilendiği bir müze yok. Sadece yok olup giden saatler var.”

Gözlerimi deviriyorum. “Peki ya sen? Sen ne biliyorsun ki?”

“Ben mi? Ben senin yankından başka neyim ki?” diyor, bir anlığına ciddileşerek.

“Ama şunu biliyorum: Bir yazı, ilk cümlesini bulduğu anda var olmaya başlar. Sen o ilk cümleyi asla beğenmeyeceksin. Ama o cümle var olmazsa, diğerleri de asla gelmeyecek.”

Derin bir nefes alıyorum. Masanın köşesinde duran defteri açıyorum. Kalemi elime alıp ilk cümleyi yazıyorum:

“Bugün bir kurbağa yedim…”

Ayna Adam gülümsüyor. “Bak, işte şimdi bir şeyler oldu. Devam et. Sözcükler seni bekliyor.”

Evet, biliyorum. Artık yazmaya başlamanın zamanı geldi. Çünkü ertelenmiş cümleler bir süre sonra bir mezarlığa dönüşür ve ben, ben o mezarlığın bekçisi olmak istemiyorum.

Fakat hikâye burada son bulmuyor. Bir cümle, bir paragraf, bir sayfa… Hepsi birbirine eklemlenirken zaman kaymasını hissediyorum. Önce yazmanın verdiği rahatlık omuzlarıma çöküyor, ardından garip bir tedirginlik sarıyor beni. Ya bir daha yazamazsam? Ya bu akış bir yanılsamadan ibaretse?
Saatime bakıyorum. Vakit ilerlemiş. “Belki de biraz ara versem?”

“Sakın ha,” diyor Ayna Adam.
“Biliyorum seni. Ara vereceksin, sonra günler geçecek, sonra haftalar… Ve tekrar buraya döneceksin. Tekrar aynı döngüye. O labirente girersen çıkamazsın. Şimdi devam et. Bir kelime daha yaz. Sonra bir kelime daha. Bir de bakmışsın, yazıyorsun.
Sen sadece yaz. Geçmiş yazıların seni kurtarmayacak. Gelecekte yazacakların da değil. Önemli olan şu an. Kalemin hareket ettikçe korkuların küçülüyor.”

İçimde bir kıpırtı. Kalemim kağıdın üzerinde hızlanıyor. Cümleler, kelimeler, düşünceler birbirine dolanıyor. Evet, belki tam istediğim gibi olmayacak. Belki mükemmel olmayacak. Ama gerçeğe dönüşecek. Çünkü yazılan her cümle, ertelenen bir ömrün önüne çekilen bir set gibidir.
Ve ben artık o seti kurmaya başlıyorum.

Ama yazmak sadece kelimeleri sıralamak değil; aynı zamanda içsel bir hesaplaşma, düşüncelerin ve hislerin sayfalara dökülme süreci.
Yazmak, içimdeki o derin, bastırılmış duygularla yüzleşmek.
Kalemi elime aldıkça, yıllardır içimde büyüttüğüm korkular sayfalara dökülüyor.

Bu yazı sadece bir yazı değil; geçmişin, geleceğin ve şimdi’nin birleştiği bir nokta.

Ayna Adam arkasına yaslanıyor. “Hah,” diyor. “Şimdi konuşuyoruz işte. Bak, kelimelerin var artık. Onları serbest bırak.
Çünkü kelimeler, var oldukça sen de varsın.”

Gülümsüyorum. Ve yazmaya devam ediyorum.

Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola,
Hadi Eyvallah…

Read More