21 Şub Televizyon Çocuğu
Ben bir “televizyon çocuğuyum”, tıpkı çocuğumun “internet çocuğu” olduğu gibi. Onun çocuğu yani torunum da büyük bir ihtimalle “arttırılmış gerçeklik” ya da “sanal dünya” çocuğu olacak. Konuyu dağıtmayalım, çizgi film kahramanlarıyla başlayan yazı serime televizyonla devam ediyorum. Üçlemeyi sinema ile bitirmeyi planlıyorum.
Başlığı arakladım, hatırlamayanlar için Okan Bayülgen’in 1996 yılında “Televizyon Çocuğu” adıyla bir talk-show’u vardı. TRT formatında yapılanları saymazsak öncesinde Rüstem Batum’un “Rüstem Batum Show” ve Cem Özer’in “Laf Lafı Açıyor” programlarından sonra yayınlanmaya başladı. Ben ve yaşıtlarımı “Televizyon Çocuğu” olarak adlandırmak yanlış olmaz, televizyonsuz bir dünya bilmiyoruz ama televizyonun değişimine tanık olduk.
Tabi ki sinema özellikle yazlık sinemalar önemliydi ama televizyon baş rolü kimseye kaptırmadı ben büyürken. Şimdi teknolojik olarak zamana hükmedebilir olduk, canlı yayını durdurup geriye sarabiliyor ya da istediğimiz zaman seyredebiliyoruz. O zamanlarda ise durum “Aç gözünü seyret, tekrarı yok bunun” idi. O zamanlar seyrettiğimiz her şeyin tadına daha çok vardığımızı acaba sadece ben mi düşünüyorum.
…
31 Ocak 1968’de başlayan yayınlar hafta da 3 gün, üçer saatmiş. 1969’da ise haftada 4 güne çıkmış. 1974’de yani ben doğmadan 1 yıl önce, yayınlar haftanın her gününü kapsamaya başlamış. Yani doğduğumda evimizde televizyon vardı. Siyah-beyaz, tek kanal ve kısıtlı süre yayın yapan TRT ve Yunanistan’a yakın olmamızdan dolayı da Yunan EPT kanalı dışında bir şey seyretme şansımız yoktu. TRT2 yani o zamanki adıyla TV2 1986’da yayın hayatına başladı. Televizyon yöneticileri çok düşünceliydi, önce “Televizyonunuzu Kapatmayı Unutmayın” mesajını verirler, sonrasında da televizyon karşısında uyuyakalanları düşünerek sesli uyarı bile yaparlardı.
Televizyon tarihini araştırınca oldukça ilginç, en azından benim için ilginç, bilgilere ulaşıyorsunuz.
Hakem düdüğüne baktı, saatini çaldı ve maçın bittiğini ilan etti.
TRT Spikeri Aydın Köker
İlk canlı yayın Futbol Maçı 3 Ekim 1971’de Karşıyaka ile İstanbulspor arasında İzmir’de yapılan maçtır. Maç Alsancak Stadında yapılmış olup Cemil Turan’ın her iki yarının sonlarında attığı gollerle İstanbulspor maçı 2-0 kazanmıştır. Ne Göztepeli dostlarım üzülsün ne de Karşıyakalı dostlarım gaza gelmesin: İzmir’in ev sahibi olacağı Akdeniz Oyunları’nın provası olması için bu maç televizyonda canlı yayınlanan ilk futbol maçı olarak tarihe geçmiştir.
1974 yılında Türkiye’nin ilk dizisi “Kaynanalar” yayın hayatına başladı ve 30 yıl ekranlarda kaldı. Nöri ve Nöriye Kantar, Döndü, Tijen ve kılıbık kocası Timur, Katip Kerim, Şerafettin ve şoför Dursun’u nasıl unutabiliriz. Tijen yani Sevda Aydan, Prof. Dr. Sevda Aydan, Carmen, Manon Lescaut ve Salome operalarında başrolde oynayan, Dokuz Eylül Konservatuarında profesör olan Sevda Aydan, 2018’de hayata gözlerini yumdu. Dizi oyuncularının kalitesi yıllar içinde ne kadar kötüye gitmiş.
1980’i uğurlarken yılbaşı gecesi özel programında dansöz Nesrin Topkapı ilk kez televizyona çıktı. Ailecek toplanıp televizyon karşısına geçtiğimiz yılbaşı gecelerinin tek ama keyifle izlenen programıydı bu. Zeki Müren’den yeni yıl mesajı alınmadan girilen yıldan hayır beklemeyin. 2020’i uğurlarken biz bunları, zamanın ötesine geçmiş programları seyrettik.
Televizyonun rutinlerine uydururduk hayatımızı, her program türünün saati belliydi. Hafta sonları sabahtan çizgi film, ardından kovboy filmi, sonra Pazar Konseri, devamında da Pazar eğlence programı olurdu. Yatacağımız saatte de Adile Naşit uykudan önce hepimize seslenirdi. Hepimiz adam olacak çocuklardık o zaman Barış abiye göre. Adam olabildik mi orası bilemiyorum.
Televizyon ailecek nitelikli zaman geçirilebilecek bir araçtı o zamanlarda. Mesela “Ben Bilirim” yarışma programında ailecek yarışırdık televizyon karşısında veya Sezen Cumhur Önal’ın programında çikolata sesli şarkıcıların kadife seslerinden şarkılar dinlerdik. Hatta siyasilerin medeni bir şekilde tartışmalarını seyrederdik.
…
Birçok televizyon dizisi hayatımda önemli yerler edinmiştir. Tıpkı çizgi film kahramanları gibi onları da listelemeye başladığımda fark ettim ne kadar çok olduklarını. Hepsini bahsetme şansım olmayacak tabi ki. Sadece bende iz bırakanlardan konuşacağım bugün sizlerle.
Kovboy dizisi olarak Bonanza’yı hatırlamıyorum ama Smith ve Jones çok severdim. Dürüst olayım dizinin adını hatırlamam zor oldu, orijinal ismi Alias Smith & Jones olduğundan bayağı zorlandım bulmak için. Bonanza’nın Türkçe yayın ismi ise Doludizgin idi.
Polisiye dizileri severek seyrederdim, ilk göz ağrım tabi ki Komiser Kolombo ve onun pardösüsüdür. San Fransisco Sokakları da hatırladığım iz bırakan polisiyelerdendir.
Beyaz tişörtün üstüne ceket giydiysek, Miami’li Sony Crocket yüzündendir.
Mavi Ay ise kırmızı çizgimizdir, Sekreter Bayan Topesto’nun dizideki asıl adının Dipesto olduğunu ise bu yazıyı hazırlarken öğrendim.
Tonton, dul, emekli İngilizce öğretmeni Jessica Fletcher’in cinayet dosyalarını da hatırlatmadan geçmemeli, erkek egemen detektiflik dünyasına farklı bir yaklaşımdı.
Anneannemle beraber bir cumartesi günü otobüsle İzmir’den Kuşadası’na döneceğiz. Şimdiki gibi kısa sürmüyor seyahat, bende büyük bir hüzün var çünkü saat 5’de televizyonda “Kara Şimşek” var. Otobüste televizyon vardı, anneannem bir şekilde şoförü ikna etti, yanında basamakta oturdum kara şimşeği seyrettim adaya giderken. Kara Şimşek türünün öncüsüydü, ardından onun açtığı yoldan Şahin (Street Hawk) ve Hava Kurdu (Air Wolf) dizileri de geldi ama hiçbiri onun başarısını yakalayamadı. Türkiye’de dizi o kadar sevildi ki, sanayide her şahin, doğan marka arabaya “KITT” aksesuarı takan servisler vardı.
Shogun’u hatırlayan var mı? Ben dizi hakkında hiçbir şey hatırlamıyorum ama gözleri çekik herkese Toranaga San derdik, tıpkı her yaşlı teyzeler grubuna “Altın Kızlar”, her collie cinsi köpeğe “Lassie” ve her yunusa “Flipper” dediğimiz gibi.
Vahşi batıda kardeşini ararken çevresine adalet dağıtan Şaolin Rahibi Kwai Chang Caine’nin hikayesini namı diğer Kung Fu da zevkle izlediğim dizilerdendi. Gerçi ilerleyen yıllarda bu Uzakdoğu sporlarına olan merakımı kız kardeşimin sağlığı ve anne baskısı ile dizginledim. Cuma günleri okulun arkasındaki video kasetçiden bir sürü B sınıfı karate filmleri alıp seyreder, sonra da öğrendiklerimi kız kardeşim üzerinde denerdim. Annemin Uzakdoğu sporları konusundaki yeteneğini öğrendiğimde bu sevdadan vazgeçtim. Kendisi tıpkı bir Şaolin Ustası gibi gözleri kapalı halde, hareket halinde olan hedefleri eline geçen her şeyle vurabilirdi. Benim payıma hep terlik düştü.
Evimize renkli televizyon geldiğinde ise komşularımızın bizi ziyaret etmesi çok artmıştı. Babam, rahmetli Talih Dayımın yurtdışında yaşadığı için sahip olduğu “permi”si ile Grundig Marka bir renkli televizyon almıştı. Siyah kocaman ve bir sürü tuşa sahip olan bir uzaktan kumandası vardı. Pazar akşamları tüm komşularımız bize “renkli” Dallas seyretmeye gelirlerdi. Her kötü adama Ceyar lakabı takılırdı. Komik olan John Ross Ewing Jr, kısaltma ile J.R. Ewing Jr. olarak yazıldığından olsa gerek yıllarca John Ross’u Ceyar olarak biliyordum. Dallas sonrasında Şahin Tepesi, Flamingo Yolu ve Hanedan diye Dallasvari diziler yayınlanmış olsa da hiçbiri Dallas gibi popüler olmadı. Sadece Şahin Tepesi ismi birçok yere verildi.
Dallas gibi bazı dizilerin hayatı durdurma özelliği vardı: Sevgi Bağları, Hayat Ağacı, Köle Isaura, Kökler, Yalan Rüzgarı gibi.
Ben büyünce hep Macgyver olmak istedim. Kimya 101 dersi gibi olan dizi de başı her sıkıştığında mutfak ya da banyoda bulunanlar ile bir bomba yapar ve kötü adamlara haddini bildirirdi.
Atlantis’ten Gelen Adam dizisini seyreden her yaşıtım bir kere denizde ya da havuzda onun gibi yüzmeyi denemiştir.
Beyaz Gölge ise futbol egemen bir toplumda bir dönüm noktasıdır.
Gençlik başımızda duman olmaya başladığında ise en büyük travmamız Evimiz Hollywood’da dizisiydi. Onların ki lise ise bizimki neydi sorusuyla heba oldu gençliğimiz. Keşke “Dawson’s Creek” daha önce çekilseydi. Tabi ki Charles İş Başında ve Muhteşem İkili dizilerini nasıl atlarım. Eminim, Balki’nin bowling atışını en az bir kere denemişsinizdir.
Piyango dizisini hatırlayan var mı? Sanırım Pazar günleri yayınlanıyordu, kahramanlarımız piyango kazanan talihlileri bulup ikramiyeleri vermekle görevliydiler fakat biletle ilgili hep bir sorun olurdu. Sadistçe önce 5 Bin dolar nakit parayı verirler, sonrasında ise milyon dolarlık çeki iletirlerdi.
Bilim kurgu seven biri olarak bahsedilebilecek daha bilinen diziler olsa da benim için oyun değiştiren dizi Ziyaretçiler’dir. Hala tıpkı Macgyver gibi arşivimde bulunan dizi. 2000 yıllarda yeniden çekildi ama olmadı.
Bahsetmediğim onca dizi var aslında: Evli ve Çocuklu, Alf, Emret Başbakanım, Cosby Ailesi, Bizim Ev, Aşk Gemisi, A Takımı, Görevimiz Tehlike, Uzay Yolu gibi. Yerli dizilere de hiç girmedim: Bizimkiler, Küçük Ağa, Üç İstanbul, Yorgun Savaşçı, Perihan Abla, Varsayalım İsmail, Gülşen Abi gibi.
…
Kanal sayısının artması ile evdeki televizyon sayıları da artmaya başladı. Rekabet önceleri daha kaliteli yayınları izlememize fırsat tanıdı. Pazar akşamları Parliament Sinema Kulübünü unutursak taş oluruz. İnternetten bir şey indirmenin mümkün olmadığı zamanlarda her pazar yayınladıkları filmler efsaneydi.
Sonra ne mi oldu? En başta belirtiğim gibi, televizyonsuz bir dünyayı bilmiyorum ama televizyonun nereden nereye geldiğini deneyimleme şansım oldu. Kanal sayıları arttı, televizyon üzerine takılan portatif antenlerden uydulara geçiş yaptık. Sonra analog dünyamız dijitalleşti tıpkı diğer tüm alanlarda olduğu gibi. Şimdi sınırsız seçeneklere sahibiz, evde şu an ulaşabildiğim kanal sayısını hakikaten bilmiyorum. Zamana hükmederek istediğim her şeyi istediğim yerde ve istediğim zamanda seyretme imkanına sahibim. Ama o pazar sabahı kalkılıp seyredilen bir kovboy filminin keyfini alamıyorum.
“Az çoktur” diye boşuna dememişler…
Ne kadar sürç’ü lisan ettikse affola, bir sonraki yazıda görüşmek üzere
Eyvallah…
Sertaç Kemal Özçetin
Posted at 22:32h, 23 ŞubatEline sağlık
Sami Duman
Posted at 14:01h, 25 ŞubatZamanda yolculuk gibi geldi … Eline sağlık.. 🙂
Yasin Musafir
Posted at 17:23h, 03 HaziranGençlik başımızda duman olmaya başladığında esas fenomenimiz Yıldo’yu unutmayalım, gece yarısını beklerdik:)