şiir arşivleri - Anıl Şakrak Çıkmazı
156
archive,tag,tag-siir,tag-156,wp-theme-bridge,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-title-hidden,qode-theme-ver-9.1.3,wpb-js-composer js-comp-ver-4.11.2.1,vc_responsive

31 May Yolun Kendisi: Oruç Aruoba’ya

“Bir yerden bir yere gidemezsin —
çünkü olduğun yerdesindir.”
— Oruç Aruoba

Bugün 31 Mayıs.
Bir gün.
Senede bir gün.
Ama öyle bir gün ki,
bir filozofun sessizliğini yankı yapar.
Düşüncenin gölgede kalmış en kırılgan yerlerine ışık düşürür.
Oruç Aruoba, beş yıl önce bugün gitti.
Ya da belki, yalnızca bir parantez kapandı.
Çünkü onun cümleleri hâlâ sürüyor.

Ayna Adam yaklaşır, gözleri dolu:
— Oruç’u ilk kez eline aldığında ne hissettin?
Ben cevap veremem hemen.
Çünkü Oruç’un kelimeleri, cevap değil, yankıdır.
Cümlelerinin içinde dolanırsın.
Bir çıkmaz sokakta yürür gibi.
Her dönemeçte bir başka benlik,
her durakta biraz daha eksik ama biraz daha sahici bir sen.

Düşünmek Yürümektir, Sessizce

Oruç Aruoba’nun düşüncesi, raflarda değil yolların taşlarında büyüdü.
“Yürümek düşünmektir.” derken,
bir felsefi bildiride değil,
bir sabah yürüyüşünde bulursun kendini.

Kitapları — İle, Uzak, Yakın, Yürümé, De ki İşte
hepsi birer yön değil, bir durak gibidir.
Belki de onun metinleri bir “yol haritası” değil,
yolun kendisidir.

Ayna Adam fısıldar:
— Oruç’u okurken yürümeyi öğrendim ben.
Susarak.
Bir adım, bir tümce kadar derin olabilir çünkü.

Çıkmazlarda Büyüyen Bir Anlam

Anlamı varışta aramak, yolun kendisini harcamaktır.
Oruç, tam da bunu reddederdi:
“Yaşamının yolu yok.” der.
Ama yönsüzlüğün içindeki derinliği anlatır bize.
Yaşam, yönünü kaybederek bulur bazen kendini.

“Çıkmaz sokaklara çıkmakla geçecek.” der Aruoba.
Ve ekler:
“Son gireceğin çıkmaz da, hiç çıkamayacağın çıkmaz olacak.”

Anıl Şakrak Çıkmazı’nın tabelasındaki son vida mıydı bu — belki de. Ama belki de, her çıkmazın göğsünde taşıdığı adsız bir imzanın sahibi oydu: bir düşüncenin duvarda unutulmuş yankısı gibi. Kim bilir, belki o çıkmazı sırf biz orada biraz daha kalalım diye düşündü…

Özlem: Katlanabilen Bilinç

Oruç Aruoba, özlemi felsefenin alt katmanlarına yerleştirdi.
Onun için özlem, bir boşluk değil, bir bilincin dayanıklılığıydı.
“Özlem, katlanan bilinçtir.” derken,
acıya direnmekten değil,
acıyla birlikte yürümekten bahseder.

Ayna Adam sorar:
— Özlediğin zaman ne yaparsın?
— Konuşmam. Sadece beklerim.
Çünkü Aruoba der ki:
“Bir insanı anlamak, bazen sadece onunla susmaktır.”

Her Yaşanan: Bir Ölüm, Her Ölüm: Bir Anlam

Oruç’un “ölüm” üzerine düşünceleri,
yaşamın içini oyan bir oyma ustalığı gibidir.

“Yaşam belirsizdir; oysa ölüm,
belirgin ve keskindir.”

Bu cümleyi okuduğumda,
yaşadığım onca şeyin aslında öldürdüğüm şeyler olduğunu fark ettim.
“Yaşadıklarımız, öldürdüklerimizdir.”
O hâlde ölüm, bir son değil —
bir karşılaşmadır.
Yaşamın kendisiyle.
Kendinle.

Oruç, ölümün anlamı inşa eden tek gerçek olduğunu söyler:
“Ölümsüz yaşam, anlamsızdır.”
Ve bu yüzden,
anlam, yalnızca ölüme bakan bir yaşamın yörüngesinde belirir.

O, ‘ile’ydi: Ne Şair Ne Filozof

Aruoba, “ile” olmayı seçti.
Yani ne tam bir şairdi, ne de bütünüyle filozof.
Bir bağlaç gibiydi.
İki düşünce arasında bir dokunuş,
iki insan arasında bir susuş,
iki yalnızlık arasında bir fısıltı…

Kitaplarının isimleri bile konuşmazdı —
dinlerdi.
İle, De ki İşte, Tümceler…
Hepsi birer geçit,
birer eşikti.

Ayna Adam yine belirir.
Usulca konuşur:
— Belki de en güzel yürüyüş,
susarak yürüdüğündür.

Sen Gittin, Ama…

Oruç Aruoba, sen gittin ama
seninle yürüyenler hâlâ burada.
Bir sözün peşinde,
bir sessizliğin içinde,
bir çıkmazda bile yürümeye devam ediyoruz.

Bugün kütüphaneden “De ki İşte”yi aldım.
Senin kelimelerine dokundum.
Ve fark ettim ki:
Bazı kitaplar okunmaz.
Yalnızca tutulur.
Sımsıkı.


Çünkü bazıları ölmez.
Yalnızca bir üç nokta bırakır.
Ve biz, o cümleyi sessizce yürürüz…

Read More

03 Mar Umutsuzlar Parkında Ayna Adamla Bir Gece

Binlerce ama binlerce yıldır yaşıyorum.
Bunu göklerden anlıyorum, kendimden anlıyorum biraz.
İnsan, insan, insandan… Ne iyi ne de kötü.
Kolumu  sallıyorum yürürken, kötüysem yüzümü buruşturuyorum
Çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum.

Ayna Adam yanı başımda. Gözleri kapalı, dinliyor. Biliyorum, o da aynı parkın içinde.

Bu park bizim. Bu park herkesin. Bu park, yalnızlığın en kalabalık hali.

“Ne demek binlerce yıldır yaşıyorum?”diyor.
“Belki de her insan kendi geçmişinin toplamıdır,” diyorum.
“Ya geleceği?”
“Gelecek, değişmekle gelir. Ama değişmek mi gerçekten?”

Sessizlik.
Sonra şairin sesi içimizde yankılanıyor:

Biri mi öldü, biri mi sevindi, değişmek koyuyorlar adını

“Ölen kim?” diyor Ayna Adam.
“Bilmiyorum. Belki eski ben.”
“Yeniden doğan?”
“Yine ben. Ama tanıyamadığım halim.”

Ayna Adam sigarasını derin bir nefesle söndürüyor.
Göğe bakıyor, yıldızlar çok uzakta. Bir şey söyleyecek gibi oluyor, ama susuyor.

Oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan
Ve geçilmiyor ki benim
Duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan.

Yapılmışlık. Bir kalıba dökülmek, bir şekle girmek…
Ve sonra o şekilden çıkmaya çalışırken kaybolmak.

“Değişmek dediğin nedir ki?” diyorum.
“Kimine göre unutmak, kimine göre erimek.”
“Ya sana göre?”
“Bana göre kendimi ayırmak,” diyor Ayna Adam. “Yapayalnız olmaktaki kendimi.”

Bunu onlardan anlıyorum biraz.
Erimek, bir olmak ve unutulmak içindeki onlardan.
Ya da bir başkaca şey…

Masa, İnsan ve Yalnızlık

Edip Cansever’in masasını bilirsin. Hani şu her şeyin üzerine konduğu masa. İnsanların, eşyanın, düşüncelerin, yüklerin…
Ve sonunda, şairin alaycı sesiyle dile gelen şu cümle:

Masa da masaymış ha.

Bir masa kadar güçlü olabilir mi insan?
Onca ağırlığı taşıyabilir mi?
Belki de bütün mesele, taşıyıp taşıyamamak değil.
Bütün mesele, o masanın üzerine ne koyduğun.

“Senin masan var mı?” diyor Ayna Adam.
“Var. Üzerinde eski defterler, kaybolmuş adresler, yarım kalmış yazılar…”
“İnsan da bazen masa gibi olur, değil mi?”
“İnsan en çok masa gibi olur. Bütün ağırlıkları taşır ama kendi için bir şey olamaz.”

Gülüyoruz.
Ama bu, neşeli bir gülüş değil.
Bir masanın altına saklanmış, yıllanmış bir gülüş.

Ve sonra, yok artık sıkılıyorum, diyorum.
Ne demek bu?
Bilmiyorum. Ama hissediyorum.

İçinden Doğru Sevdim Seni

Gece ilerliyor.
Parkın ışıkları yüzümüze düşüyor.
Ayna Adam oturduğu yerde hafifçe geriye yaslanıyor.

“Peki sevgi?”diyor.
“Ne olmuş sevgiye?”
“Sen hiç içinden doğru sevdin mi?”

Bir an duruyorum.
İçimde bir cümle yankılanıyor.

İçinden doğru sevdim seni.

“Belki de bir insanı en çok, ona hiç söyleyemediğin sevgiyle seversin.”
“Ama sevilmek için görünür olmak gerekir.”
“Peki ya sevmek?”

Gözlerini kapatıyor. Ağaçların arasından bir karanfil düşüyor.
Belki de Yerçekimli Karanfil bu.
Düşerken bile bir ağırlığı var.

“Her şeyin bir ağırlığı var,” diyorum.
“Ama bazı şeylerin ağırlığı görünmez.”
“Mesela?”
“Bir gülüşün, bir dokunuşun, bir kelimenin… Bir insanın eksikliğinin.”

Eksiklik en ağır yüktür.
Onu taşıyamazsın, yere bırakamazsın, adını bile koyamazsın.
Ama o hep seninle gelir.

Adsız Bir Çiçek Gibi

Sabaha karşı parkın rengi değişiyor. İnsanlar yavaş yavaş kayboluyor. Sanki gece boyunca burada sadece biz varmışız gibi.
Ayna Adam ayağa kalkıyor.

“Gidiyor musun?” diyorum.
“Gitmiyorum,” diyor. “Seninle beraber kalıyorum.”

Biliyorum ki doğru söylüyor.Çünkü o bir ses, benim iç sesim.

Şairin de dediği gibi:

Adsız bir çiçek gibi

Kimsesiz bir çiçek gibi. Büyür içimde yalnızlığım.

Ve yalnızlık, sanılanın aksine, bizi eksiltmiyor.
Bazen tam da yalnızlığımızda büyüyoruz.
Geriye sadece bir masa kalıyor.
Üzerinde birkaç sözcük, bir yazının kırıntıları…

Ve biz, Umutsuzlar Parkı’nda bir gece daha yaşıyoruz.

Binlerce ama binlerce yıldır olduğu gibi.


Edip Cansever’le ilk kez Umutsuzlar Parkı Bölüm 3’te tanıştım.
Cemal Süreya’nın, Dostoyevski’yi okuduğu günden beri huzurunun kaçtığını söylerler.
Benim de Edip Cansever’i okuduğumdan beri başka bir türlü bakar oldum her şeye.
Kelimelerin arasında gezinen yalnızlığın, parkların içine sinmiş umutsuzluğun, bir masaya yüklenen anlamın, bir çiçeğin taşıdığı ağırlığın farkına vardım.
Bazen bir şiir seni değiştirir. Ve bazen, bir şiirle değiştiğini fark ettiğinde, artık hiçbir şeye eskisi gibi bakamazsın.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Onca Edip Cansever şiirinden sadece dört tanesine dokunabildim.  (Umutsuzlar Parkı Bölüm 3, Adsız Bir Çiçek, İçinden Doğru Sevdim Seni ve Yerçekimli Karanfil) Oysa aklımda daha onca şiiri vardı onlarda belki başka bir yazıya kaldılar.
Şiire dair yazılarım ilk değildi bunlar da var;

İhtiyacı olanındır Şiir…
Şarkılardan Şiire
Sevda ile Sevgi

Son da olmayacak…

Read More