31 May Yolun Kendisi: Oruç Aruoba’ya
“Bir yerden bir yere gidemezsin —
çünkü olduğun yerdesindir.”
— Oruç Aruoba
Bugün 31 Mayıs.
Bir gün.
Senede bir gün.
Ama öyle bir gün ki,
bir filozofun sessizliğini yankı yapar.
Düşüncenin gölgede kalmış en kırılgan yerlerine ışık düşürür.
Oruç Aruoba, beş yıl önce bugün gitti.
Ya da belki, yalnızca bir parantez kapandı.
Çünkü onun cümleleri hâlâ sürüyor.
Ayna Adam yaklaşır, gözleri dolu:
— Oruç’u ilk kez eline aldığında ne hissettin?
Ben cevap veremem hemen.
Çünkü Oruç’un kelimeleri, cevap değil, yankıdır.
Cümlelerinin içinde dolanırsın.
Bir çıkmaz sokakta yürür gibi.
Her dönemeçte bir başka benlik,
her durakta biraz daha eksik ama biraz daha sahici bir sen.
Düşünmek Yürümektir, Sessizce
Oruç Aruoba’nun düşüncesi, raflarda değil yolların taşlarında büyüdü.
“Yürümek düşünmektir.” derken,
bir felsefi bildiride değil,
bir sabah yürüyüşünde bulursun kendini.
Kitapları — İle, Uzak, Yakın, Yürümé, De ki İşte —
hepsi birer yön değil, bir durak gibidir.
Belki de onun metinleri bir “yol haritası” değil,
yolun kendisidir.
Ayna Adam fısıldar:
— Oruç’u okurken yürümeyi öğrendim ben.
Susarak.
Bir adım, bir tümce kadar derin olabilir çünkü.
Çıkmazlarda Büyüyen Bir Anlam
Anlamı varışta aramak, yolun kendisini harcamaktır.
Oruç, tam da bunu reddederdi:
“Yaşamının yolu yok.” der.
Ama yönsüzlüğün içindeki derinliği anlatır bize.
Yaşam, yönünü kaybederek bulur bazen kendini.
“Çıkmaz sokaklara çıkmakla geçecek.” der Aruoba.
Ve ekler:
“Son gireceğin çıkmaz da, hiç çıkamayacağın çıkmaz olacak.”
Anıl Şakrak Çıkmazı’nın tabelasındaki son vida mıydı bu — belki de. Ama belki de, her çıkmazın göğsünde taşıdığı adsız bir imzanın sahibi oydu: bir düşüncenin duvarda unutulmuş yankısı gibi. Kim bilir, belki o çıkmazı sırf biz orada biraz daha kalalım diye düşündü…
Özlem: Katlanabilen Bilinç
Oruç Aruoba, özlemi felsefenin alt katmanlarına yerleştirdi.
Onun için özlem, bir boşluk değil, bir bilincin dayanıklılığıydı.
“Özlem, katlanan bilinçtir.” derken,
acıya direnmekten değil,
acıyla birlikte yürümekten bahseder.
Ayna Adam sorar:
— Özlediğin zaman ne yaparsın?
— Konuşmam. Sadece beklerim.
Çünkü Aruoba der ki:
“Bir insanı anlamak, bazen sadece onunla susmaktır.”
Her Yaşanan: Bir Ölüm, Her Ölüm: Bir Anlam
Oruç’un “ölüm” üzerine düşünceleri,
yaşamın içini oyan bir oyma ustalığı gibidir.
“Yaşam belirsizdir; oysa ölüm,
belirgin ve keskindir.”
Bu cümleyi okuduğumda,
yaşadığım onca şeyin aslında öldürdüğüm şeyler olduğunu fark ettim.
“Yaşadıklarımız, öldürdüklerimizdir.”
O hâlde ölüm, bir son değil —
bir karşılaşmadır.
Yaşamın kendisiyle.
Kendinle.
Oruç, ölümün anlamı inşa eden tek gerçek olduğunu söyler:
“Ölümsüz yaşam, anlamsızdır.”
Ve bu yüzden,
anlam, yalnızca ölüme bakan bir yaşamın yörüngesinde belirir.
O, ‘ile’ydi: Ne Şair Ne Filozof
Aruoba, “ile” olmayı seçti.
Yani ne tam bir şairdi, ne de bütünüyle filozof.
Bir bağlaç gibiydi.
İki düşünce arasında bir dokunuş,
iki insan arasında bir susuş,
iki yalnızlık arasında bir fısıltı…
Kitaplarının isimleri bile konuşmazdı —
dinlerdi.
İle, De ki İşte, Tümceler…
Hepsi birer geçit,
birer eşikti.
Ayna Adam yine belirir.
Usulca konuşur:
— Belki de en güzel yürüyüş,
susarak yürüdüğündür.
Sen Gittin, Ama…
Oruç Aruoba, sen gittin ama
seninle yürüyenler hâlâ burada.
Bir sözün peşinde,
bir sessizliğin içinde,
bir çıkmazda bile yürümeye devam ediyoruz.
Bugün kütüphaneden “De ki İşte”yi aldım.
Senin kelimelerine dokundum.
Ve fark ettim ki:
Bazı kitaplar okunmaz.
Yalnızca tutulur.
Sımsıkı.
Çünkü bazıları ölmez.
Yalnızca bir üç nokta bırakır.
Ve biz, o cümleyi sessizce yürürüz…