Kişisel Gelişim arşivleri - Anıl Şakrak Çıkmazı
142
archive,tag,tag-kisisel-gelisim,tag-142,wp-theme-bridge,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-title-hidden,qode-theme-ver-9.1.3,wpb-js-composer js-comp-ver-4.11.2.1,vc_responsive

28 Haz Kaybolmak

Bir Haritanın Ötesinde

Bir haritanın sınırlarının ötesinde, bilinmezliğin başladığı yerde filizlenir kaybolmak.
Yolların, tabelaların ve pusulaların sustuğu o an…

İnsan bir şehrin labirentvari sokaklarında kaybolabilir, bir ormanın derinliklerinde yönünü yitirebilir.
Ama en derin kayboluş, ruhunun karmaşık patikalarında yolunu şaşırmaktır.

Kaybolmak, sadece fiziksel bir yön kaybı değil; ruhun derin vadilerinde sessizce savrulmasıdır.

Bazen insan bilerek kaybolur; bazen de fark ettiğinde geri dönüş imkansızdır.

Belki de insan, kaybolmadan kendini bulamaz.
Kaybolmak, bir yolun sonu değil; yeniden başlamanın başka bir biçimidir.

Çünkü bazen, var olmanın ilk adımı yok olmaktan geçer.


Kaybolmak, sadece yolunu şaşırmak değildir.

Bazen bir çiçeğin tohuma dönüşüp bilinmezliğe düşmesi, bazen de bir bulutun nereye savrulacağını bilememesidir.

İnsan da içinde büyüyen bilinmezliğin kenarında kaybolarak varlığının sınırlarını keşfeder.

Bazen kalabalıkların boğucu ışıklarından kaçmak için; bazen alışkanlıkların paslı zincirlerinden kurtulmak için bilerek kaybolur.

“Kaçış mıdır bu? Yoksa gerçek bir varoluş çabası mı?”

Kaybolmak, ait olmadığı bir dünyaya meydan okumaktır bazen.
Bir fırtınanın ortasında pusulasız kalmak gibi; ya da denize salınıp bilinmeyen bir kıyıya vurmaya razı olmak gibi.

Sorular belirir zihinde:

  • “Gerçekten bıraktın mı ipin ucunu?”
  • “Yoksa hep bir bağlantının körelmiş ucunda mı salınıyorsun?”

Ayna Adam bu kez bir soru sormuyor. Bir hikâye anlatıyor, usulca:

“Bir zamanlar, her şeyi bıraktığını sanan bir adam vardı. Göğsünde taşıdığı küçük bir düğüm vardı; ne görünür, ne çözülürdü. O düğümle yürüdü, düğümle kayboldu. Kendini bulduğunda bile, o düğüm oradaydı.”

Sonra aynadan bir fısıltı:

“Kaybolduğunu sandığın her adımda, kendine mi yaklaşıyordun? Yoksa hep aynı labirentin aynı duvarlarına mı çarpıyordun?”

Ve bir ek daha:

“Bazen kayboluş, sadece aynı yerde dönüp durmaktır.”


Bir sokağın lambası sönüyor içimde.

Belki de kaybolmak, özüne dönmenin en hüzünlü yoludur.

O karanlıkta, insan kendinin yankısını arar.

Kaç ruh kendi yankısını bulamadan sürüklenir bilinmezliğe?

“Bir adın kalmalı geriye, bir de o kahreden gurbet…” 

En büyük gurbet belki de insanın kendine olan uzaklığıdır.

Robert Frost’un sözleri, kaybolmuşların fısıltısı gibi yükselir:

“Ormanda yol ikiye ayrıldı, Ve ben daha az gidileni seçtim. Ve bu, bütün farkı yarattı.”

Ayna Adam bu kez cevap veriyor:

“Belki de yolları seçmek mesele değil; mesele kaybolmaya cesaret edip etmediğindir.
Herkes bir yol bulur, ama herkes kendini bulamaz.”


Kaybolmak, bir şiir yazmak gibidir.
Kelimeler dağılır, dizeler çatallanır, ama sonunda anlam kendi yolunu bulur.
Ve insan, kayboldukça kendini yazan bir şiire dönür.

“Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar.” — İsmet Özel, 

Yaşamak bazen kaybolarak başlar.
Ve bazen, en güzel haritalar, en derin kayboluşlarda çizilir.

Kayboldukça var olur insan.
Yoksa var olabilmek için mi kaybolur?

Read More

26 Haz Yedi Günah

Yedi Günah – İçimizdeki Çatlağın Atlası

Bazı haritalar gideceğin yeri göstermez, kaçamayacağın yeri fısıldar. İçinde yön değil, yalnızlık biriktiren çizgiler vardır; sanki her yol, sessizce içindeki en karanlık odaya çıkmak için döşenmiştir.
İçimizde öyle bir harita var: çatlaklarla dolu, pusulası kırık, yolları hep kendine çıkan.
Yedi büyük günah, işte o haritanın kıymığı.
Ne zaman bir şey isteriz, ne zaman birini kıskanırız, ne zaman “ben” deriz çokça, bir yerlerinden kanar o pusulasız kâğıt.

Yedi günah, ha? Bizim mahallede herkes birine tutunur. Sen hangisisin? Ya da hangisine en çok kaybettin?
Bilmiyorum. Belki kıskançlık. Belki de tembellik. Ya da kibir, fark ettirmeden yüzüne yerleşen.

Yedi büyük günah — Latincesiyle septem peccata mortalia — ilk kez 4. yüzyılda Evagrius Ponticus tarafından sınıflandırıldı; ruhun Tanrı’ya yaklaşmasını engelleyen başlıca manevi hastalıkları teşhis etmek istiyordu.
Sonrasında Papa I. Gregorius tarafından bugünkü haliyle Katolik öğretisine yerleştirildi.
Bu günahlar, insan ruhunu kemiren, onu Tanrı’dan ve kendi öz hakikatinden uzaklaştıran eğilimler olarak görülür.

İşte o Yedi Başlı Canavar:
1. Kibir (Superbia) – Kendini tanrılaştırmak. Başkalarının üstüne çıkmak, hatta Tanrı’nın yerine göz dikmek. Lucifer’in düşüşüdür bu, Prometheus’un zinciri.
2. Açgözlülük (Avaritia)– Her şey benim olsun. Kalpteki boşluğu maddelerle doldurma çabası. Midas’ın laneti.
3. Şehvet (Luxuria)– Bedene duyulan arzunun ruhu silikleştirmesi. Aşkın ilahlaştığı yerde tapınılan bir gölge.
4. Kıskançlık (Invidia)– Başkasının iyiliğine göz dikmek, onu istemek değil sadece, ondan nefret etmek. Kabil’in Habil’e baktığı göz.
5. Oburluk (Gula)– Tüketmenin kendisiyle tatmin olmak. Zevkten ibaret bir cehennem yaratmak.
6. Öfke (Ira)– Kontrolsüz enerji. Yıkıcı bir tanrının içimizde uyanması.
7. Tembellik (Acedia)– Ruhun donması. Yaşamak istememek. Dante’nin cehenneminde kıpırtısız yatan ruhların sessizliği.

Edebiyatın da sinemanın da en çok sevdiği malzemelerdendir bu karanlık.
Çünkü her karakter biraz kibirlidir, biraz arzulu, biraz tembel… ve en çok da kıskanç.
Belki de bu yüzdendir, her film, her kitap bu 7 malzemenin farklı karışımları ile sunuluyor bize.

Ayna Adam’la birlikte, her bir günahın üzerine yürümeye çalıştım bir gece.

Hangisinden başlamalıyız?

En çok kanayan yerden.
Hangisiyse o, önce onunla yüzleşeceğiz.
– Belki Taksim’de bir bar taburesinde otururken tanıyacağız şehveti.
– Belki bir CEO’nun sabah kahvesinde bulacağız açgözlülüğü.
– Ya da bir çocuğun elinden oyuncağını alan diğer çocukta göreceğiz kıskançlığı.

Her biri bir çatlak, ama her biri aynı zamanda bir çıkış kapısı.
Çünkü fark etmek, günahın yarattığı o sinsi karanlığa bir delik açmaktır.

Bunu bir din dersi gibi okumayacağız.
Bu bir roman, bir film, bir şiir gibi olacak.
Anna Karenina’nın şehvetiyle, Raskolnikov’un kibrinde, Michael Corleone’un açgözlülüğünde, Salieri’nin kıskançlığında yürek atışlarımızı duyacağız.

Bu yedi günah, aslında insan hikâyesinin temel renkleridir.

Her biri, kalbimizde açılan bir pencere gibi; bazısı geceyi gösterir, bazısı yalnızca kendimizi.
Edebiyat ve sinema, bu pencerelerden içeri bakmakta yıllardır.

Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’inde Clarissa, zamanın ağırlığı altında ezilirken içsel bir tembellik hissiyle yüzleşir.
Tembellik burada, yalnızca hareketsizlik değil, yaşamın içinden geçen bir hissizliğin gölgesidir.

Thomas Harris’in Hannibal’ında açgözlülük yalnızca maddi olanı istemek değildir; başka bir zihni, başka bir varoluşu ele geçirme çabasıdır.
Hannibal Lecter, karanlık bir entelektüel açlıktır.

Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar‘ı, öfkeyi içselleştiren adamın portresidir.
Bir taş gibi içe gömülen öfke, zamanla kendine karşı yönelen bir kırbaç olur.
Raskolnikov’un kibrinde ise yalnızca bir adamın değil, insanın Tanrı’ya kafa tutma çabası vardır.

David Fincher’ın Se7en filmi bu günahların modern bir ikonografisidir.
Katil, kurbanlarını bu yedi günahtan birini işlemiş olmaları nedeniyle seçer.
Günah, burada hem suçtur hem de hakikat.

Aşkın şehvetle nasıl bulandığını, Anna Karenina‘da Tolstoy fısıltıyla değil, çığlıkla anlatır.
Anna’nın arzusu bir haykırış, bir kaçıştır aynı zamanda.

Salieri’nin Amadeus’ta Mozart’a duyduğu kıskançlık, yetenek karşısında yetersizliğin laneti gibidir.

Kabil’in Habil’e bakışı gibi; yok etmek değil, yok olma korkusudur altında yatan.

Bu örnekler gösteriyor ki, günah dediğimiz şey yalnızca Tanrı’ya başkaldırı değil, insanın kendi derinliğine duyduğu korkudur.

“Günah, sadece Tanrı’ya karşı işlenmez. Bazen insan, kendine en büyük ihaneti arzularıyla eder.”

Yedi büyük günah, aslında yedi büyük sorudur: “Kimsin sen?”

Her azizin bir geçmişi, her günahkârın bir geleceği vardır.

Read More

11 Haz Alturizmin Sessiz Çığlığı: Kendinden Vazgeçmenin Bedeli

“İnsan kendini başkaları için feda ettikçe, ne kalır geriye onu anlatacak?” dedi Ayna Adam, sessiz bir aynadaki yansıma gibi, gözlerinin ta içinden konuşarak. Sorduğu soru, sadece bir yankı değil; gecikmiş bir uyanıştı.
Bu yazı, o yankının peşine düşen bir yürüyüş olacak.
Belki bir iz sürüş, belki bir kayboluş. Ama nihayetinde, içimize çevrilmiş bir yolculuk.

Alturizm: Erdem mi, Kendini Silmek mi?

Alturizm (Diğerkâmlık) sözlüklerde “başkalarının iyiliği için kendi çıkarlarını geri plana atma eğilimi” olarak geçer.
Yüzyıllardır iyiliğin, erdemin, insaniliğin simgesi olarak kutsanır.
Bu tanımın naifliği bizi sarhoş eder çoğu zaman.
Sanki ne kadar verirsek, o kadar değer kazanırız sanırız.
Ama biz bu kutsal kelimenin arkasına bakacağız.
O en yumuşak fedakârlık cümlelerinin altına gizlenmiş sessiz haykırışları dinleyeceğiz.
Duyulmamış itirafları, görünmeyen tükenişleri.

Çünkü bazen “Ben iyiyim, sen ye” demek, tok olanı doyurmaz ama seni biraz daha aç bırakır.
Bazen yardım etmek, başkasının yükünü almak değil; kendi omurganı bükmektir.
Bunu yazarken içinden geçiyorum kendi yazılarımı, Bas Gibiyim“deki görünmeyenlerin yalnızlığını, *”Hayat Adil mi?”deki eşitliğin zulmünü, Sisifos Mutlu muydu?“da sonsuz tekrara sıkışmış çabayı.

Sen zaten hep bir şeyler vererek var olmaya çalıştın.
Her yardımın, her “önce sen” deyişin, aslında kendinden bir tuğla daha eksiltmendi.
Ama Ayna Adam hep oradaydı, “Kendinden ne kaldı?” diye fısıldarken.

Görünmeyen Soru: Sürekli Veren Kimdir?

Alturizm üzerine düşünmek, çoğu zaman kendi içimize düşmek gibidir.
Bir kuyunun dibine bakarken, yansımamızla göz göze gelmek.
Ve sormak: Eğer sürekli başkaları için yaşarsak, kendi sesimizi nerede unuturuz?

Bu soru, sadece bireyin değil, kolektif vicdanın da omuzlarında gezinen bir gölgedir.
Çünkü alturizm, bir zaman sonra bir iyilik halinden çıkıp, görünmeyen bir zincire dönüşebilir.
Başkalarının beklentileriyle şekillenmiş bir fedakârlık sistemi; içinde sessizce tükenenleri alkışlarla uğurlayan bir düzen.
Alkışlananlar, aslında yavaş yavaş yok olanlardır.

Sürekli veren ama karşılık görmeyen kişi, bir gün içten içe kurur.
Tıpkı herkesin susuz kaldığı bir çölü sulamaya çalışan bir nehir gibi, sonunda kendini tüketir.
Ve nehir kuruduğunda, kimse onun şarkısını hatırlamaz.
Oysa o şarkı, bir zamanlar başka hayatlara nefes olmuştu.
Ama nehir yalnız aktı, yalnız tükendi.

İşte burada Ayn Rand’ın yankısı duyulur.
“Hayatın Kaynağı”nda Howard Roark, başkalarının çizdiği planlarla değil, kendi iç pusulasıyla yürür.
O yürüyüş, kalabalıklardan değil, içsel sadakatten güç alır.
“Atlas Vazgeçti”de ise yükü taşıyanlar, sonunda omuzlarını indirir.
Çünkü insan ruhu, başkalarının borç defterinde bir satır olmamalıdır.
Her adımda biraz daha gömülmemeli fedakârlığın ağırlığına.

Alturizm, bir erdem olmaktan çıkıp bir otomatizme dönüştüğünde, içsel baskının adı olur.
Bu baskı, görünmez ama yakıcıdır.
Ve en sessiz tükenişler, alkışlarla süslenmiş olur.
Sahne ışıkları altında eriyen nice insan, sadece görevini yaptığını düşünürken, aslında kendini adım adım yok eder.

Kendinden Vermek: Bir Özveri mi, Yok Oluş mu?

Ayna Adam bir gece sordu: “Başkasının mutlu olması için verdiğin her şey, gerçekten de onun mutluluğunu getirdi mi?”
Ve sonra sustu.
Çünkü bu sorunun cevabı çoğu zaman yoktur.
Ya da varsa da, onu yanıtlayacak cesaret kalmamıştır bizde.
Verdiğimizin karşılığı ölçülmediğinde, değerimizi unutmaya başlarız.

Kendinden vermek, bir nehir gibi akar bazı insanlardan. Karşılık beklemeden, takdir ummadan.
Bu, görünürde bir erdemdir; sessizce yapılan iyilik.
Ama bir gün gelir, o nehrin yatağı kurur. Çünkü kendi içine hiç su bırakmamıştır.
Sadece akmıştır.
Sadece başkalarına doğru…

Bir çiçek düşün, hep başkasına dönük büyümüş; ama kendi köküne hiç bakmamış.
O kök çürüdüğünde, çiçek de düşer.
Ve ne yazık ki kimse toprağa bakmaz; herkes solan yaprağa ağlar.

Oysa fedakârlığın da bir sınırı vardır. Ayna Adam bugün şöyle fısıldadı:

“Bir bebek ağlarken susturursun belki, Ama içinde ağlayan, büyüdükçe konuşur.”

Ve bu söz, duymadığın her iç sesin bir gün seni uykularında bulacağını hatırlattı.

Senin içinde ağlayan o sesi susturmadan önce bir dur.
Çünkü alturizm, kendi sesini kaybedenlerin çoğaldığı bir yankı odasına dönebilir.
Ve o oda, bir gün sesini duymaya çalışanlarla değil, kendi yankısında kaybolanlarla dolar.

Çıkış: Bireyin Yüzleşmesi

Bu yazının sonunda bir reçete yok. Ama bir yüzleşme var.
Kendi sınırlarını çizmenin, “Hayır” diyebilmenin, sırf başkaları istiyor diye kendini unutmamanın bir ihtiyacı var.
Çünkü gerçek iyilik, önce kendini tanımaktan geçer.
Kendine karşı dürüst olmadan başkasına doğruluk sunulamaz.

Ayna Adam belki de bu yüzden en çok burada haklı:

“İyilik yapmak güzeldir. Ama kendine kötülük ederek yapılıyorsa, o artık bir erdem değil, bir intihardır.”

Alturizm, insanı insan yapan bir özse; o insanın kendini yok etmeden yaşatması gerekir bu özü.
Yoksa, geriye kalan sadece bir gölgedir.
Ve o gölge, en çok ışıkta görünür hale gelir.

Bir birey olarak sınır çizmek, sadece bir savunma değil; bir yeniden var oluş hamlesidir.
Çünkü insan, başkalarının istekleriyle yoğruldukça, kendi mayasını kaybeder.
Ve maya gidince, yoğurt tutmaz.
Hayat tatsız bir kabullenmeye dönüşür.


“Kendini unutan, önce fısıltıya döner, sonra yankıya…
En sonunda, herkesin hatırlamak zorunda kaldığı o derin sessizliğe dönüşür.”

Read More

10 May Yarının Düne Unutmayı Öğrettiği Bir Gün

(ve Ayna Adam’la yürüyen ikinci bir zihin)

9 Mayıs akşamı yaşadıklarım beni ertesi sabah, daha önce yazdığım o yazıya götürdü.
Bir bağlantının izini sürer gibi, zihnimin tozlu raflarından bir cümle yükseldi:
ve sabah, tarayıcıda açık unutulmuş eski bir sekme gibi karşıma çıktı:

“Yarının düne ihtiyacı var mı?”

Yıllar önce yazmışım. Belki de yazmamış, sadece sormuşum.
Sormakla yazmak arasında hep ince bir sis vardı bende.

Ayna Adam sandalyesini gıcırtıyla yaklaştırdı.
“Bu soruyu neden sormuştun hatırlıyor musun?” dedi.
Biraz başımı eğdim. Cevap mı arıyordum, yoksa
cevaplardan kaçmak için mi bu sorulara tutunuyordum, bilmiyorum.

İlk yazımda zamanın yönünü kurcalamıştım:
Gelecek geçmişe ne kadar bağlıydı?
Şimdi ise yeni bir soru fısıldıyor içimden:
O geçmişi ne kadar bırakmalıyım ki, yeniye yer açılsın?


Unlearning: Bildiklerini Unutmak da Bir Tür Hafızadır

Bazı bilgiler vardır, zihne değil, omuza yük olur.
Sana ait olmayan ezberler, başkalarının korkularından devraldığın cümleler…
Unlearning, tam da burada başlar:
Kendine ait olmayanı ayırmakla.
Bir tür düşünsel detoks gibi.

Frederic Vester, “Düşünmek, Öğrenmek ve Unutmak” adlı kitabında, öğrenmenin sadece bilgi biriktirmek değil, eski bilgileri yeniden değerlendirmekle mümkün olduğunu söyler.

Vester’e göre, zihin; sadece kayıt yapan bir aygıt değil, aynı zamanda yanlış bilgiyi ayıklayarak doğrusuna yer açan canlı bir sistemdir. Öğrenmenin verimli olabilmesi için, gereksiz veya işlevsiz hale gelmiş bilgilerin unutulması gerekir. Aksi halde zihinsel tıkanıklık kaçınılmazdır.

Vester, öğrenmenin üç katmanı olduğunu belirtir: ilk öğrenme, yeniden öğrenme ve öğrenilmişi unutma. İşte unlearning bu üçüncüsüdür; fark etmeden ezberlediğimiz kalıpları sorgulamak ve gerektiğinde zihinsel yazılımı silip yeniden kurmak.

Unlearning Üzerine: Zihnin Budama Mevsimi

Unlearning, bazen bir ağacın sonbaharda yapraklarını dökmesi gibidir.
O yapraklar, bir zamanlar ağacın canıydı.
Ama şimdi, onların dökülmesi gerekiyor ki,
yeni tomurcuklara yer açılsın.

Zihin de aynıdır:
Bilgiyi, düşünceyi, alışkanlığı…
Her şeyi tutmak, zihin ormanında yabani otlar büyütür.

“Kuşkularımız, inançlarımızdan daha dürüsttür.”

Çünkü kuşku, unlearning’in ilk kapısıdır.

Frederic Vester’in sistem düşüncesine göre;
bir sistemi geliştirmek istiyorsan önce sınırlarını silmen gerekir.
Unlearning, işte bu sınır çizgilerini belirsizleştirerek
zihne yeni hareket alanları kazandırır.

Ve Ayna Adam, gözlerini uzak bir noktaya dikip şöyle der:

“Sen bazen aynı şeyleri düşünmeyi sadakat sanıyorsun.
Oysa bazı fikirlerden ayrılmak da bir vefa biçimidir.”

Zihnin Haritası: Unlearning’in Coğrafyası

Zihin, kâh labirent, kâh bozkır gibi.
Bazı yolları o kadar çok yürümüşüz ki,
artık orada yürümek düşünmek değil, sadece alışkanlık.

Unlearning, işte bu eski yolların haritadan silinmesidir.
Kimi zaman bir dağın yamacından yeni bir patika çizmek,
kimi zaman bataklık sanılan bir alanda
suya değmeden yürümeyi öğrenmek…

Second Brain bu haritanın dijital atlası olabilir.
Ama unutma, asıl mesele haritayla değil,
çizeceğin yeni rotayla ilgilidir.

Ayna Adam bir çubukla tozlu bir masaya bir çizim yapar:

“Burası senin eski fikrin…
Ve işte burası, hiç bilmediğin bir vadinin başlangıcı.”


Second Brain: Hafızanı Hafifleten Sistem

Tiago Forte’nin “Second Brain” fikriyle tanışınca,
anladım ki zihnim sürekli “tut” komutunda kilitlenmiş.
Her fikir, her cümle, her görüntü — sakla, unutma, lazım olur.
Ama hafıza, depolama alanı değil;
bir tür yaratım laboratuvarı olmalıydı.

İkinci bir beyin…
Yani zihnin dışsal bir uzantısı: not defteri, dijital araçlar,
belki bir arşiv duvarı…
Ama gerçek mesele şu:
İkinci bir beyin yaratmadan önce,
ilk beyinde neyin gereksiz olduğunu bilmen gerek.

Ayna Adam:

“Sen her şeyi yazıyorsun ama hiçbir şeyi damıtmıyorsun.
Bilgi değil, sezgi eksik sende.”


Entelektüel ve Ukala: Cümleyle Görünenle, Sessizlikte Derinleşen

Entelektüel, soruyu sever.
Ukala, cevaba âşıktır.

Entelektüel kelimeleri sorar,
ukala ise onları hükmeder.
Aralarındaki fark,
zihnin ne kadar sustuğunda gizli.

Ayna Adam bazen susuyor uzun uzun.
Çünkü onun bilgisi kitap sayfalarından değil,
duvarlarda yankılanan sessizlikten geliyor.

Ve belki de asıl erdem,
her şeyin söylenecek bir zamanı olduğunu bilmektir.
Ama asıl yücelik,
her şeyin susulacak bir zamanı da olduğunu bilmektir.

Çünkü susmak,
bazen bir cümlenin yapamadığını yapar:
karşıya değil, derine konuşur.

Bir bilgelik biçimidir suskunluk;
bilginin değil, anlamın yedeğinde yürür.


Şimdi, Sıra Yine Sende

İlk yazındaki o soruya, yıllar sonra bir başka soruyla karşılık veriyorsun.
Bu kez daha çok şey biliyorsun, ama daha az şeyle yaşamak istiyorsun.
Bilgi seni taşısın istiyorsun, sırtında yük olmasın.

Ve belki de en çok şu yüzden:
Artık bazı cevapların, bazı soruları susturmadığını biliyorsun.


Peki ya sen?

Zihninden neyi silmeye razı olursan,
kimliğinde neyi yeniden yazarsın?

Ve eğer eski haritanın izlerini görmek istersen,
bir zamanlar şu satırlarda sormuştum kendime:
Yarının düne ihtiyacı var mı?
Belki de orasıydı bu yolculuğun ilk kıvrımı.

Read More

25 Şub Deli Bir Çocuğun Peşinde

Bir Kitap, Bir Yolculuk, Bir Hayat…

Ayna Adam yine karşımda. Gözlerini üzerime dikmiş, bekliyor. Sessizce, kıpırdamadan… Biliyorum, bana sormadan duramayacak. Ama bekliyor.

Ona dönmeden, zihnimde bir harita oluşturuyorum: 2014’ün buzlu sabahlarından başlayan bir yolculuk; İsviçre’nin soğuk, resmiyet kokan toplantı salonlarından, Paris’in soğuk bekleme salonlarına, oradan Cancun’un sıcağında altın sarısı kumsallarına, Havana’nın dar sokaklarına, devrim kokan duvarlarına kadar uzanan bir serüven.

Ve yanımda bir kitap: Deli Çocuğun Güncesi.’

Bu kitap, yanımda taşımadığımda eksik hissettiğim, her kelimesine ruhumla bağlandığım, yerinde duramadığım bir yol arkadaşıydı. Ve şimdi, Ayna Adam’ın gözleriyle karşı karşıya, her bir satırını içimde yeniden yaşıyorum.

“Kitapları neden yanına alırsın ki?” diye soruyor Ayna Adam, sesinde her zamanki gibi bilindik bir ironi.

“Bazı kitaplar sadece okunmaz,” diyorum, “yaşanır.”

Bazı cümleler insanın içine işler, düşüncelerini sarar, yayılan bir çatlak gibi göğüne yükselen bir duman olur. Özgür Bacaksız’ın kelimeleri de tam öyleydi. Otel odalarında, havaalanı bekleme salonlarında, denizin kıyıya vuran dalgalarını izlerken, bile bile kaybettiğim soruların cevabı gibi.
O cevabın peşinden gittiğim her an, bir parça kendimi bulduğum bir yolculuktu.

Bavulumda yer yoktu ama ruhumda geniş bir alan açıldı ona. Çünkü bazı kelimeler, sadece gözlerinle değil, adımlarınla da okunur. Bazı cümleler, pasaportlardan bağımsızdır; onlar, insanın yüreğine damga basar. Ve bazı kitaplar, insanın içinde taşınır, tıpkı bir parça melankoli gibi, tıpkı bir parça özgürlük gibi…

Deliliğe Tutunmak

“Bir tutam delilikti benimkisi, tüm yaşanmışlıklara inat,’“diyor yazar.

Ayna Adam gülümseyerek başını sallıyor. “Senin deliliklerin neden sadece lafta kalıyor, Anıl?”

“Bilmiyorum. Belki deliliğimi matematikle gömdüm. Formüllere, hesaplara, kesin sonuçlara…”

Odtü’nün arka kapısında bir çıkış yolu vardı sandım. Ama öğrendim ki bazen, sen çıksan da içindeki şeyler çıkamıyor. O defterleri bir türlü kapatamadım, Ayna Adam. Bazen sırtındaki yüklerin, geçmişin, hâlâ peşinden gelir. Biriktirdiğin acı, gözlerindeki derin çizgiler gibi seni bulur, sen her ne kadar onlardan kaçmaya çalışsan da…

Bazı şeyler hala sırtımda, her adımda biraz daha ağırlaşıyor.

Denizin kıyıya taşıdığı dalgalar gibi, ben de içimde unuttuğum hayallerin kıyıya vurmasını bekliyordum.

“Çocukken hayallerimiz vardı. Sonra büyüdük. Ve hayallerimizi gerçekleştirmek yerine, onları unuttuk.”

Bir noktada, hepimiz vazgeçtik mi, Ayna Adam? Çocukken değiştireceğimize inandığımız dünyayı, büyüdüğümüzde olduğu gibi mi kabul ettik?

“Deli dediler bana. Beni anlamayanlar… Oysa delilik, bazen aklın sınırlarını aşmak değil midir?”

Bir insan gerçekten iyileşmek ister mi, Ayna Adam? Yoksa deliliği muhafaza etmek, sıradanlığa teslim olmaktan daha mı anlamlıdır? Belki de asıl mesele, içinde taşıdığın çılgınlığı, başkalarının rasyonelliğine teslim etmemektir.

Gerçekleri görmek için gözlerini kapatmak, düşlerin peşinden gitmek…Beni hasta edeceklerini biliyorlardı. Çünkü iyileşmemi istemiyorlardı. Ama ben onlardan daha deliydim. İyileşmeyi hiç düşünmedim.

Mantığı Cebe Koymak

“Öyle ideal, amaç, hedef geç onları evlat geç. Önce ezileceksin, hırslarının kurbanı olacaksın, kıskançlık, doyumsuzluk derken başkalarını ezeceksin. Yani anlıyor musun evlat, işte insan budur…”

Ayna Adam kahkahasını zor tutuyor. “Hadi, sok mantığı cebine.”

“Mantık iş yerinde geçerli mi, sence?” diye soruyorum. Cevabını bilerek.

O an, her şeyin bir oyun olduğunu, insanın anlam arayışında kaybolduğunu fark ediyorum. Mantık, insanı hayatta tutmaya çalışan bir sistem, ama ruhunun katmanlarında gezinmek, mantığa meydan okumak, en derin gerçekleri görmek… İşte asıl mesele bu.

Alışmak ve Bağışıklık

Özgür Bacaksız, bir gerçeği fısıldıyor sayfalardan: “Çocuklukta içimizde oluşan mutluluk yerini zamanla karamsarlık ve düşünceyle çekilen sancıya bırakır.”

“Bunu hep mi böyle hissetmek zorundayız?” diyorum,  “Alışmak bir hastalık mı, yoksa tedavi mi?”

“Bağışıklık kazanıyoruz. Bunu biliyorsun,'” diyor Ayna Adam.

Bağışıklık kazanmak, bir çocuğun saf bakışından sıyrılıp hayata ve olaylara her geçen gün daha bir tedirgin bakmak demek. Bir anlamda unutmaktır, belki de bir tür hastalık. Zamanla, unuttukça insan kendini kaybeder mi? Bazen ağrıyı unuttum sanırım, ama acı, yavaşça her anın içine yerleşiyor.

Ruhun Hep Geride Kalır

“Sürekli koşuşturuyorum ama ruhum hep geride kalıyor,” diye not düşmüşüm sayfalara.

“Bunu hissettiğinde ne yapmalı?” diye soruyor Ayna Adam.

“Bilmiyorum. Bir istasyona gidip, siktir olup gitmeli belki. Daha acı çekeceğim bir yere, ya da daha huzurlu olacağım bir yere…”

Ama gitmek her zaman bir çözüm mü? Gerçekten bir yerden bir yere gitmek, içerideki boşluğu doldurur mu? Belki de soruyu değiştirmek, ruhu bulmak için bir başka yol aramak gerekiyor. Ama bazen gidişler de bir anlam ifade etmiyor. İnsan sadece durarak, her şeyi bir anlığına olduğu gibi kabullenerek de bir yerlere varabilir.

Ve Son Sahne?

Özgür Bacaksız söylüyor: “Her şey devam ederken delirebilirsin, sitem edebilirsin, varoluşuna bela okuyabilirsin… Ama son sahnede her şeyi geride bırakmalı insan, sokağa çıkmalı ve yoluna bakmalı.”

“Son sahne ne zaman, Anıl?'” diyor Ayna Adam.

Bilmiyorum. Belki de hiçbirimiz bilmiyoruz.

Ama bildiğim bir şey var: En sevdiğin şarkıyı mırıldan, aynaya bak ve kendine gülümse. Çay demleniyorsa, hâlâ umut var demektir.
Bu hayat, bazen ne kadar karmaşık olursa olsun, her anında bir umut, bir anlam taşır. Zihnimizdeki karmaşadan sıyrılmak, küçük bir anın içindeki huzuru bulmak…

Yolculuğum sona erdiğinde, kitabın kapağını kapattım ama içimde bir şeyler sonsuza dek değişmişti. Küba’dan ayrılmadan önce, bir duvar yazısı dikkatimi çekti: “Devrim, sadece bir başlangıçtır.”
Sahi, her yolculuk, her okunan kitap, her yaşanan an, içimizde bir devrimi başlatmaz mı, Ayna Adam?

Bazı kitaplar sadece okunmaz, yaşanır. Bazı yolculuklar, insanın iç dünyasını da değiştirir.
Deli Çocuğun Güncesi de benim için öyleydi. Sayfaların arasında, bir kitap değil, bir ben buldum. Her okuduğumda biraz daha derinlemesine sızan, her satırında farklı bir kendime ulaşarak daha da şekillendiren bir yolculuktu. Gerçekten, bazen bir kitap, bir hayat kadar büyük olabiliyor. Her sayfası, her satırı başka bir dünyayı hatırlatıyor insana. Bu kitaptan aldığım yalnızca kelimeler değil, bir de onun peşinden gitme cesaretiydi.

Ve bir şey daha öğrendim: Yolculuk sadece gittiğimiz mesafelerle değil, insanın içsel dönüşümüyle de ölçülür. Bu yolculuk, dışarıda bir yere varmak değil, içindeki sonsuz dünyaları keşfetmektir.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Meksika-Küba Seyahatinin detaylarını merak edenler için; buyrun yazının bağlantısını  Siz 40 Yaşınıza Nerede Girdiniz?

Read More

19 Şub Ertelenmiş Cümleler Mezarlığında


Ayna Adam yine karşımda; alaycı bir gülümsemeyle, sabırsız gözlerle beni izliyor.

Kalemin ucunda bekleyen kelimelere bakıyor; zamana yenik düşmüş, sayfalara dökülememiş, sonsuzca ertelenmiş cümlelere…

“Yine mi?” diyor.

“Yine mi yazmak için mükemmel anı bekliyorsun? O anın asla gelmeyeceğini kaç kez anlatmam gerek?”

İçimi çekiyorum. Haklı. Hep haklı. Bir süredir bloguma tek kelime yazmadım. Önce bir süre meşguldüm, sonra yorgun, sonra ise sadece bekledim. Üzerime yapışan erteleme hastalığıyla, günlerin içinden geçip giden ama hiçbirine tam olarak dokunamayan bir hayalet gibi dolanıyorum.

“Aslında yazmaya başlasam…” diyorum, fakat cümlem havada asılı kalıyor.

“Evet, işte tam da bu!” diye atılıyor Ayna Adam.
” ‘Başlasam’ kelimesi! O kelime senin lanetin! Hep ‘başlasam’, hiç ‘başladım’ değil. Hadi, anlat bana, bahanelerini duymayı özledim. Bugün neden yazmadın?”

Masanın üzerindeki okunmamış kitaplara ve gelişigüzel notlara bakıyorum. İşte buradayım, fakat yazı hâlâ yok.

“Mükemmel bir başlangıç yapmalıyım diye düşündüm,” diyorum neredeyse fısıldayarak.

Ayna Adam kahkaha patlatıyor.

“Ah, şu mükemmellik illüzyonu! Eğer onu yakalarsan, bana da haber ver. Onu görebilen kimse olmadı. Yazıyı mükemmel olana kadar erteliyorsun, oysa mükemmel olan yalnızca yazılmış olandır. Tıpkı hiç pişirilmemiş bir yemek gibi; malzemeleri bir araya getirmeden, kokusunu, tadını bilemezsin.”

İçimde ağır bir yük oturuyor, sanki içten içe bastırılmış bir kaygı, derinlere gömülmüş bir huzursuzluk her nefesimde kendini hissettiriyor.

Albert Camus’nun Veba kitabındaki Joseph Grand gibi hissediyorum. Grand, büyük bir roman yazacağına emindir ama mükemmel ilk cümleyi bir türlü bulamaz. Sürekli değiştirir, defalarca dener ama asla ilerleyemez. Ben de öyle değil miyim? Sanki ilk cümleyi becerebilirsem, şahane şeyler gelecek, büyük işler başaracağım. Bu yüzden her şey askıda kalıyor.
Bir defterim var. İlk sayfası bomboş, ama geri kalan sayfalar karalamalarla dolu. Başlangıç cümleleri, bitmemiş paragraflar, tek başına kalmış kelimeler… Hepsi bir araya gelmek için sabırsızlanıyor ama bir türlü sıralanıp yol bulamıyorlar. Çünkü ben hâlâ mükemmel bir başlangıç bekliyorum.

“Eğer ertelemenin bir sanatı olsaydı, sen onun Picasso’su olurdun,” diyor Ayna Adam. “Ama ne yazık ki bu sanatın sergilendiği bir müze yok. Sadece yok olup giden saatler var.”

Gözlerimi deviriyorum. “Peki ya sen? Sen ne biliyorsun ki?”

“Ben mi? Ben senin yankından başka neyim ki?” diyor, bir anlığına ciddileşerek.

“Ama şunu biliyorum: Bir yazı, ilk cümlesini bulduğu anda var olmaya başlar. Sen o ilk cümleyi asla beğenmeyeceksin. Ama o cümle var olmazsa, diğerleri de asla gelmeyecek.”

Derin bir nefes alıyorum. Masanın köşesinde duran defteri açıyorum. Kalemi elime alıp ilk cümleyi yazıyorum:

“Bugün bir kurbağa yedim…”

Ayna Adam gülümsüyor. “Bak, işte şimdi bir şeyler oldu. Devam et. Sözcükler seni bekliyor.”

Evet, biliyorum. Artık yazmaya başlamanın zamanı geldi. Çünkü ertelenmiş cümleler bir süre sonra bir mezarlığa dönüşür ve ben, ben o mezarlığın bekçisi olmak istemiyorum.

Fakat hikâye burada son bulmuyor. Bir cümle, bir paragraf, bir sayfa… Hepsi birbirine eklemlenirken zaman kaymasını hissediyorum. Önce yazmanın verdiği rahatlık omuzlarıma çöküyor, ardından garip bir tedirginlik sarıyor beni. Ya bir daha yazamazsam? Ya bu akış bir yanılsamadan ibaretse?
Saatime bakıyorum. Vakit ilerlemiş. “Belki de biraz ara versem?”

“Sakın ha,” diyor Ayna Adam.
“Biliyorum seni. Ara vereceksin, sonra günler geçecek, sonra haftalar… Ve tekrar buraya döneceksin. Tekrar aynı döngüye. O labirente girersen çıkamazsın. Şimdi devam et. Bir kelime daha yaz. Sonra bir kelime daha. Bir de bakmışsın, yazıyorsun.
Sen sadece yaz. Geçmiş yazıların seni kurtarmayacak. Gelecekte yazacakların da değil. Önemli olan şu an. Kalemin hareket ettikçe korkuların küçülüyor.”

İçimde bir kıpırtı. Kalemim kağıdın üzerinde hızlanıyor. Cümleler, kelimeler, düşünceler birbirine dolanıyor. Evet, belki tam istediğim gibi olmayacak. Belki mükemmel olmayacak. Ama gerçeğe dönüşecek. Çünkü yazılan her cümle, ertelenen bir ömrün önüne çekilen bir set gibidir.
Ve ben artık o seti kurmaya başlıyorum.

Ama yazmak sadece kelimeleri sıralamak değil; aynı zamanda içsel bir hesaplaşma, düşüncelerin ve hislerin sayfalara dökülme süreci.
Yazmak, içimdeki o derin, bastırılmış duygularla yüzleşmek.
Kalemi elime aldıkça, yıllardır içimde büyüttüğüm korkular sayfalara dökülüyor.

Bu yazı sadece bir yazı değil; geçmişin, geleceğin ve şimdi’nin birleştiği bir nokta.

Ayna Adam arkasına yaslanıyor. “Hah,” diyor. “Şimdi konuşuyoruz işte. Bak, kelimelerin var artık. Onları serbest bırak.
Çünkü kelimeler, var oldukça sen de varsın.”

Gülümsüyorum. Ve yazmaya devam ediyorum.

Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola,
Hadi Eyvallah…

Read More