Hayat Dersleri arşivleri - Anıl Şakrak Çıkmazı
151
archive,tag,tag-hayat-dersleri,tag-151,wp-theme-bridge,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-title-hidden,qode-theme-ver-9.1.3,wpb-js-composer js-comp-ver-4.11.2.1,vc_responsive

28 Haz Kaybolmak

Bir Haritanın Ötesinde

Bir haritanın sınırlarının ötesinde, bilinmezliğin başladığı yerde filizlenir kaybolmak.
Yolların, tabelaların ve pusulaların sustuğu o an…

İnsan bir şehrin labirentvari sokaklarında kaybolabilir, bir ormanın derinliklerinde yönünü yitirebilir.
Ama en derin kayboluş, ruhunun karmaşık patikalarında yolunu şaşırmaktır.

Kaybolmak, sadece fiziksel bir yön kaybı değil; ruhun derin vadilerinde sessizce savrulmasıdır.

Bazen insan bilerek kaybolur; bazen de fark ettiğinde geri dönüş imkansızdır.

Belki de insan, kaybolmadan kendini bulamaz.
Kaybolmak, bir yolun sonu değil; yeniden başlamanın başka bir biçimidir.

Çünkü bazen, var olmanın ilk adımı yok olmaktan geçer.


Kaybolmak, sadece yolunu şaşırmak değildir.

Bazen bir çiçeğin tohuma dönüşüp bilinmezliğe düşmesi, bazen de bir bulutun nereye savrulacağını bilememesidir.

İnsan da içinde büyüyen bilinmezliğin kenarında kaybolarak varlığının sınırlarını keşfeder.

Bazen kalabalıkların boğucu ışıklarından kaçmak için; bazen alışkanlıkların paslı zincirlerinden kurtulmak için bilerek kaybolur.

“Kaçış mıdır bu? Yoksa gerçek bir varoluş çabası mı?”

Kaybolmak, ait olmadığı bir dünyaya meydan okumaktır bazen.
Bir fırtınanın ortasında pusulasız kalmak gibi; ya da denize salınıp bilinmeyen bir kıyıya vurmaya razı olmak gibi.

Sorular belirir zihinde:

  • “Gerçekten bıraktın mı ipin ucunu?”
  • “Yoksa hep bir bağlantının körelmiş ucunda mı salınıyorsun?”

Ayna Adam bu kez bir soru sormuyor. Bir hikâye anlatıyor, usulca:

“Bir zamanlar, her şeyi bıraktığını sanan bir adam vardı. Göğsünde taşıdığı küçük bir düğüm vardı; ne görünür, ne çözülürdü. O düğümle yürüdü, düğümle kayboldu. Kendini bulduğunda bile, o düğüm oradaydı.”

Sonra aynadan bir fısıltı:

“Kaybolduğunu sandığın her adımda, kendine mi yaklaşıyordun? Yoksa hep aynı labirentin aynı duvarlarına mı çarpıyordun?”

Ve bir ek daha:

“Bazen kayboluş, sadece aynı yerde dönüp durmaktır.”


Bir sokağın lambası sönüyor içimde.

Belki de kaybolmak, özüne dönmenin en hüzünlü yoludur.

O karanlıkta, insan kendinin yankısını arar.

Kaç ruh kendi yankısını bulamadan sürüklenir bilinmezliğe?

“Bir adın kalmalı geriye, bir de o kahreden gurbet…” 

En büyük gurbet belki de insanın kendine olan uzaklığıdır.

Robert Frost’un sözleri, kaybolmuşların fısıltısı gibi yükselir:

“Ormanda yol ikiye ayrıldı, Ve ben daha az gidileni seçtim. Ve bu, bütün farkı yarattı.”

Ayna Adam bu kez cevap veriyor:

“Belki de yolları seçmek mesele değil; mesele kaybolmaya cesaret edip etmediğindir.
Herkes bir yol bulur, ama herkes kendini bulamaz.”


Kaybolmak, bir şiir yazmak gibidir.
Kelimeler dağılır, dizeler çatallanır, ama sonunda anlam kendi yolunu bulur.
Ve insan, kayboldukça kendini yazan bir şiire dönür.

“Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar.” — İsmet Özel, 

Yaşamak bazen kaybolarak başlar.
Ve bazen, en güzel haritalar, en derin kayboluşlarda çizilir.

Kayboldukça var olur insan.
Yoksa var olabilmek için mi kaybolur?

Read More

11 Haz Alturizmin Sessiz Çığlığı: Kendinden Vazgeçmenin Bedeli

“İnsan kendini başkaları için feda ettikçe, ne kalır geriye onu anlatacak?” dedi Ayna Adam, sessiz bir aynadaki yansıma gibi, gözlerinin ta içinden konuşarak. Sorduğu soru, sadece bir yankı değil; gecikmiş bir uyanıştı.
Bu yazı, o yankının peşine düşen bir yürüyüş olacak.
Belki bir iz sürüş, belki bir kayboluş. Ama nihayetinde, içimize çevrilmiş bir yolculuk.

Alturizm: Erdem mi, Kendini Silmek mi?

Alturizm (Diğerkâmlık) sözlüklerde “başkalarının iyiliği için kendi çıkarlarını geri plana atma eğilimi” olarak geçer.
Yüzyıllardır iyiliğin, erdemin, insaniliğin simgesi olarak kutsanır.
Bu tanımın naifliği bizi sarhoş eder çoğu zaman.
Sanki ne kadar verirsek, o kadar değer kazanırız sanırız.
Ama biz bu kutsal kelimenin arkasına bakacağız.
O en yumuşak fedakârlık cümlelerinin altına gizlenmiş sessiz haykırışları dinleyeceğiz.
Duyulmamış itirafları, görünmeyen tükenişleri.

Çünkü bazen “Ben iyiyim, sen ye” demek, tok olanı doyurmaz ama seni biraz daha aç bırakır.
Bazen yardım etmek, başkasının yükünü almak değil; kendi omurganı bükmektir.
Bunu yazarken içinden geçiyorum kendi yazılarımı, Bas Gibiyim“deki görünmeyenlerin yalnızlığını, *”Hayat Adil mi?”deki eşitliğin zulmünü, Sisifos Mutlu muydu?“da sonsuz tekrara sıkışmış çabayı.

Sen zaten hep bir şeyler vererek var olmaya çalıştın.
Her yardımın, her “önce sen” deyişin, aslında kendinden bir tuğla daha eksiltmendi.
Ama Ayna Adam hep oradaydı, “Kendinden ne kaldı?” diye fısıldarken.

Görünmeyen Soru: Sürekli Veren Kimdir?

Alturizm üzerine düşünmek, çoğu zaman kendi içimize düşmek gibidir.
Bir kuyunun dibine bakarken, yansımamızla göz göze gelmek.
Ve sormak: Eğer sürekli başkaları için yaşarsak, kendi sesimizi nerede unuturuz?

Bu soru, sadece bireyin değil, kolektif vicdanın da omuzlarında gezinen bir gölgedir.
Çünkü alturizm, bir zaman sonra bir iyilik halinden çıkıp, görünmeyen bir zincire dönüşebilir.
Başkalarının beklentileriyle şekillenmiş bir fedakârlık sistemi; içinde sessizce tükenenleri alkışlarla uğurlayan bir düzen.
Alkışlananlar, aslında yavaş yavaş yok olanlardır.

Sürekli veren ama karşılık görmeyen kişi, bir gün içten içe kurur.
Tıpkı herkesin susuz kaldığı bir çölü sulamaya çalışan bir nehir gibi, sonunda kendini tüketir.
Ve nehir kuruduğunda, kimse onun şarkısını hatırlamaz.
Oysa o şarkı, bir zamanlar başka hayatlara nefes olmuştu.
Ama nehir yalnız aktı, yalnız tükendi.

İşte burada Ayn Rand’ın yankısı duyulur.
“Hayatın Kaynağı”nda Howard Roark, başkalarının çizdiği planlarla değil, kendi iç pusulasıyla yürür.
O yürüyüş, kalabalıklardan değil, içsel sadakatten güç alır.
“Atlas Vazgeçti”de ise yükü taşıyanlar, sonunda omuzlarını indirir.
Çünkü insan ruhu, başkalarının borç defterinde bir satır olmamalıdır.
Her adımda biraz daha gömülmemeli fedakârlığın ağırlığına.

Alturizm, bir erdem olmaktan çıkıp bir otomatizme dönüştüğünde, içsel baskının adı olur.
Bu baskı, görünmez ama yakıcıdır.
Ve en sessiz tükenişler, alkışlarla süslenmiş olur.
Sahne ışıkları altında eriyen nice insan, sadece görevini yaptığını düşünürken, aslında kendini adım adım yok eder.

Kendinden Vermek: Bir Özveri mi, Yok Oluş mu?

Ayna Adam bir gece sordu: “Başkasının mutlu olması için verdiğin her şey, gerçekten de onun mutluluğunu getirdi mi?”
Ve sonra sustu.
Çünkü bu sorunun cevabı çoğu zaman yoktur.
Ya da varsa da, onu yanıtlayacak cesaret kalmamıştır bizde.
Verdiğimizin karşılığı ölçülmediğinde, değerimizi unutmaya başlarız.

Kendinden vermek, bir nehir gibi akar bazı insanlardan. Karşılık beklemeden, takdir ummadan.
Bu, görünürde bir erdemdir; sessizce yapılan iyilik.
Ama bir gün gelir, o nehrin yatağı kurur. Çünkü kendi içine hiç su bırakmamıştır.
Sadece akmıştır.
Sadece başkalarına doğru…

Bir çiçek düşün, hep başkasına dönük büyümüş; ama kendi köküne hiç bakmamış.
O kök çürüdüğünde, çiçek de düşer.
Ve ne yazık ki kimse toprağa bakmaz; herkes solan yaprağa ağlar.

Oysa fedakârlığın da bir sınırı vardır. Ayna Adam bugün şöyle fısıldadı:

“Bir bebek ağlarken susturursun belki, Ama içinde ağlayan, büyüdükçe konuşur.”

Ve bu söz, duymadığın her iç sesin bir gün seni uykularında bulacağını hatırlattı.

Senin içinde ağlayan o sesi susturmadan önce bir dur.
Çünkü alturizm, kendi sesini kaybedenlerin çoğaldığı bir yankı odasına dönebilir.
Ve o oda, bir gün sesini duymaya çalışanlarla değil, kendi yankısında kaybolanlarla dolar.

Çıkış: Bireyin Yüzleşmesi

Bu yazının sonunda bir reçete yok. Ama bir yüzleşme var.
Kendi sınırlarını çizmenin, “Hayır” diyebilmenin, sırf başkaları istiyor diye kendini unutmamanın bir ihtiyacı var.
Çünkü gerçek iyilik, önce kendini tanımaktan geçer.
Kendine karşı dürüst olmadan başkasına doğruluk sunulamaz.

Ayna Adam belki de bu yüzden en çok burada haklı:

“İyilik yapmak güzeldir. Ama kendine kötülük ederek yapılıyorsa, o artık bir erdem değil, bir intihardır.”

Alturizm, insanı insan yapan bir özse; o insanın kendini yok etmeden yaşatması gerekir bu özü.
Yoksa, geriye kalan sadece bir gölgedir.
Ve o gölge, en çok ışıkta görünür hale gelir.

Bir birey olarak sınır çizmek, sadece bir savunma değil; bir yeniden var oluş hamlesidir.
Çünkü insan, başkalarının istekleriyle yoğruldukça, kendi mayasını kaybeder.
Ve maya gidince, yoğurt tutmaz.
Hayat tatsız bir kabullenmeye dönüşür.


“Kendini unutan, önce fısıltıya döner, sonra yankıya…
En sonunda, herkesin hatırlamak zorunda kaldığı o derin sessizliğe dönüşür.”

Read More

15 May Mutlu musun?

Bir soru, bir yankı, belki de bir iç hesaplaşma.

Bir sabah sorusu bu.

Belki de gece üç.
Belki yeni uyanmışsın, ya da uykunun tam orta yerinde sormuş biri:

“Mutlu musun?”

Ayna Adam başını kaldırdı, pencerenin dışında devrilen gölgeleri izledi.

“Mutlu muyuz?” diye düzeltti.

Çünkü kimse kendi başına mutluluğu taşıyamaz. Taşısa da eksik olur.
Hani bazen gülersin, ama o gülüşte kimse yoktur ya…
İşte o.

Mutluluğun Kadraj Dışı Hâli

Mutluluk, çoğu zaman bir fotoğrafın arka planında unuttuğumuz kişi gibidir.
Kadrajın dışında kalmış, ama tüm duyguyu taşıyan.

Ya da bir şarkının içinde sadece bir nota.
Eksilirse, bütün melodi dağılır.

Çocukken mutluluk daha kolaydı.
Bir taş bulurduk, düzse sektirirdik denize, yuvarlaksa cebe atardık.

Mutluyduk.
Çünkü her şey oyundu.
Şimdi büyüdük, ama oynayamıyoruz.

Soğuyan Kahveler, Gönderilmeyen Mesajlar

Kahveler soğuyor bazen.
Bir mesaj yazılıyor, ama gönderilmiyor.
Bir cümle geliyor akla, ama söylenmiyor.

Ve her biri, bir küçük ihtimalin yasını tutuyor içimizde.

Belki de mutluluk”, dedi Ayna Adam,

yaşanmamış ihtimalleri affetmektir.”

Olmadı, olmadı, olmadı…
Ama bak, buradayız.

Zamanın Taşıdığı Yükler

Zaman geçiyor.
Ve her geçen zaman, insanın sırtına yeni bir anlam çuvalı yüklüyor.

“Başarmalısın.”
“Yetmelisin.”
“O mutlu, sen neden değilsin?”

Kendi omzuna kendi yükünü koyuyorsun.
Sonra bir gün bir rüzgar çıkıyor, hepsi uçuyor.
Ve sen kalıyorsun, olduğu gibi:
Eksik, ama gerçek.

Mutluluğun Gerçek Biçimi

Mutlu musun?
Cevap belki bir kelime değil, bir duruş.
Bir sesin titremesi.
Bir elin uzanması.
Bir sessizlikte kaybolmama çabası.
Belki de mutluluk, bir gülüşün içinde kaybolmaktır.
Ya da biri “Nasılsın?” dediğinde, yalan söylememek.
Bazen sadece devam edebilmektir, gün doğmadan.

Ne Üzerine, Ne De Üzerine Değil

Mutluluk neyin üzerine olduğu kadar,
neyin üzerine olmadığıyla da şekillenir.
O, bir sonucun meyvesi değildir.
Bir eylemin ardından gelen madalya değil.
Çoğu zaman, hiçbir şey başarmamış olmanın bile kendince bir değer taşıdığı yerlerde ortaya çıkar.
Yorgun olduğunda durabilmektir.
Güçlü görünmek zorunda kalmadığın bir omuza yaslanabilmektir.
Ve evet, hiçbir yere varmadan yürüyebilmektir bazen…
Varmanın değil, yolda olmanın farkındalığıyla.

Eksik Kalmaya Rağmen…

Mutluluk şunun üzerine değildir:
Eksiksiz olma arayışı.
Çünkü eksik kalacağız.
Her zaman bir yerlerde bir “keşke” asılı kalacak.
Bir söz geç söylenecek, bir kapı zamanında çalınamayacak.
Ama belki de mutluluk, eksikleriyle kabul ettiğin bir sen’dir.
Mutluluk başkalarının gözüyle baktığında silikleşir.
Kendi gözünden bakmayı hatırladığında netleşir.
O yüzden, gülüşün samimiyse…
Sessizliğin huzursa…
Ve içinde durup şöyle diyebiliyorsan:

Bugünlük tamam,

işte oradadır.

Ve Sonunda: Küçük Bir Tebessüm, Küçük Bir Soru

Her şeyin yolunda olması gerekmez.
Bazen sadece nefes almak yeter.
Ve bazı sabahlar sadece uyanmak bir mucizedir.
Belki de mutluluk, bir fincan çayın buharında saklıdır hâlâ.
Sen en son ne zaman kokladın buharını, hiç fark ettin mi?

Yani…

Bugün sırf kendin olduğun için gülümsedin mi hiç?

Read More

10 May Yarının Düne Unutmayı Öğrettiği Bir Gün

(ve Ayna Adam’la yürüyen ikinci bir zihin)

9 Mayıs akşamı yaşadıklarım beni ertesi sabah, daha önce yazdığım o yazıya götürdü.
Bir bağlantının izini sürer gibi, zihnimin tozlu raflarından bir cümle yükseldi:
ve sabah, tarayıcıda açık unutulmuş eski bir sekme gibi karşıma çıktı:

“Yarının düne ihtiyacı var mı?”

Yıllar önce yazmışım. Belki de yazmamış, sadece sormuşum.
Sormakla yazmak arasında hep ince bir sis vardı bende.

Ayna Adam sandalyesini gıcırtıyla yaklaştırdı.
“Bu soruyu neden sormuştun hatırlıyor musun?” dedi.
Biraz başımı eğdim. Cevap mı arıyordum, yoksa
cevaplardan kaçmak için mi bu sorulara tutunuyordum, bilmiyorum.

İlk yazımda zamanın yönünü kurcalamıştım:
Gelecek geçmişe ne kadar bağlıydı?
Şimdi ise yeni bir soru fısıldıyor içimden:
O geçmişi ne kadar bırakmalıyım ki, yeniye yer açılsın?


Unlearning: Bildiklerini Unutmak da Bir Tür Hafızadır

Bazı bilgiler vardır, zihne değil, omuza yük olur.
Sana ait olmayan ezberler, başkalarının korkularından devraldığın cümleler…
Unlearning, tam da burada başlar:
Kendine ait olmayanı ayırmakla.
Bir tür düşünsel detoks gibi.

Frederic Vester, “Düşünmek, Öğrenmek ve Unutmak” adlı kitabında, öğrenmenin sadece bilgi biriktirmek değil, eski bilgileri yeniden değerlendirmekle mümkün olduğunu söyler.

Vester’e göre, zihin; sadece kayıt yapan bir aygıt değil, aynı zamanda yanlış bilgiyi ayıklayarak doğrusuna yer açan canlı bir sistemdir. Öğrenmenin verimli olabilmesi için, gereksiz veya işlevsiz hale gelmiş bilgilerin unutulması gerekir. Aksi halde zihinsel tıkanıklık kaçınılmazdır.

Vester, öğrenmenin üç katmanı olduğunu belirtir: ilk öğrenme, yeniden öğrenme ve öğrenilmişi unutma. İşte unlearning bu üçüncüsüdür; fark etmeden ezberlediğimiz kalıpları sorgulamak ve gerektiğinde zihinsel yazılımı silip yeniden kurmak.

Unlearning Üzerine: Zihnin Budama Mevsimi

Unlearning, bazen bir ağacın sonbaharda yapraklarını dökmesi gibidir.
O yapraklar, bir zamanlar ağacın canıydı.
Ama şimdi, onların dökülmesi gerekiyor ki,
yeni tomurcuklara yer açılsın.

Zihin de aynıdır:
Bilgiyi, düşünceyi, alışkanlığı…
Her şeyi tutmak, zihin ormanında yabani otlar büyütür.

“Kuşkularımız, inançlarımızdan daha dürüsttür.”

Çünkü kuşku, unlearning’in ilk kapısıdır.

Frederic Vester’in sistem düşüncesine göre;
bir sistemi geliştirmek istiyorsan önce sınırlarını silmen gerekir.
Unlearning, işte bu sınır çizgilerini belirsizleştirerek
zihne yeni hareket alanları kazandırır.

Ve Ayna Adam, gözlerini uzak bir noktaya dikip şöyle der:

“Sen bazen aynı şeyleri düşünmeyi sadakat sanıyorsun.
Oysa bazı fikirlerden ayrılmak da bir vefa biçimidir.”

Zihnin Haritası: Unlearning’in Coğrafyası

Zihin, kâh labirent, kâh bozkır gibi.
Bazı yolları o kadar çok yürümüşüz ki,
artık orada yürümek düşünmek değil, sadece alışkanlık.

Unlearning, işte bu eski yolların haritadan silinmesidir.
Kimi zaman bir dağın yamacından yeni bir patika çizmek,
kimi zaman bataklık sanılan bir alanda
suya değmeden yürümeyi öğrenmek…

Second Brain bu haritanın dijital atlası olabilir.
Ama unutma, asıl mesele haritayla değil,
çizeceğin yeni rotayla ilgilidir.

Ayna Adam bir çubukla tozlu bir masaya bir çizim yapar:

“Burası senin eski fikrin…
Ve işte burası, hiç bilmediğin bir vadinin başlangıcı.”


Second Brain: Hafızanı Hafifleten Sistem

Tiago Forte’nin “Second Brain” fikriyle tanışınca,
anladım ki zihnim sürekli “tut” komutunda kilitlenmiş.
Her fikir, her cümle, her görüntü — sakla, unutma, lazım olur.
Ama hafıza, depolama alanı değil;
bir tür yaratım laboratuvarı olmalıydı.

İkinci bir beyin…
Yani zihnin dışsal bir uzantısı: not defteri, dijital araçlar,
belki bir arşiv duvarı…
Ama gerçek mesele şu:
İkinci bir beyin yaratmadan önce,
ilk beyinde neyin gereksiz olduğunu bilmen gerek.

Ayna Adam:

“Sen her şeyi yazıyorsun ama hiçbir şeyi damıtmıyorsun.
Bilgi değil, sezgi eksik sende.”


Entelektüel ve Ukala: Cümleyle Görünenle, Sessizlikte Derinleşen

Entelektüel, soruyu sever.
Ukala, cevaba âşıktır.

Entelektüel kelimeleri sorar,
ukala ise onları hükmeder.
Aralarındaki fark,
zihnin ne kadar sustuğunda gizli.

Ayna Adam bazen susuyor uzun uzun.
Çünkü onun bilgisi kitap sayfalarından değil,
duvarlarda yankılanan sessizlikten geliyor.

Ve belki de asıl erdem,
her şeyin söylenecek bir zamanı olduğunu bilmektir.
Ama asıl yücelik,
her şeyin susulacak bir zamanı da olduğunu bilmektir.

Çünkü susmak,
bazen bir cümlenin yapamadığını yapar:
karşıya değil, derine konuşur.

Bir bilgelik biçimidir suskunluk;
bilginin değil, anlamın yedeğinde yürür.


Şimdi, Sıra Yine Sende

İlk yazındaki o soruya, yıllar sonra bir başka soruyla karşılık veriyorsun.
Bu kez daha çok şey biliyorsun, ama daha az şeyle yaşamak istiyorsun.
Bilgi seni taşısın istiyorsun, sırtında yük olmasın.

Ve belki de en çok şu yüzden:
Artık bazı cevapların, bazı soruları susturmadığını biliyorsun.


Peki ya sen?

Zihninden neyi silmeye razı olursan,
kimliğinde neyi yeniden yazarsın?

Ve eğer eski haritanın izlerini görmek istersen,
bir zamanlar şu satırlarda sormuştum kendime:
Yarının düne ihtiyacı var mı?
Belki de orasıydı bu yolculuğun ilk kıvrımı.

Read More

05 May Hayat Adil mi?

"Adil olmak, kazandırmaz çoğu zaman; ama kaybettiğinde, kaybetmediğini fısıldar: kendini."

Hayır. Değil.

En sonda yazmam gerekeni en başa yazsam, bu yazı burada biterdi belki. Ama niyetim o değil.
Hayatın adil olmadığını anlamak için bir ömür yetiyor bazen.
Nedenini sormuyorum artık, nasıl yaşanır bu adaletsizlikle, onu düşünüyorum.

Ve çocuklarımız…
Sırça fanuslarda, kırılgan hayallerle büyüttüğümüz o narin kalpler…
Bu yazı, onları hayatın acıtan yüzüne hazırlamanın yollarını arayan bir ağıt belki de.

Zaten biliyorum cevabını sorunun. Hep biliyordum. Ama bir olay, bazen bir telefon sesiyle düşe dönüşür.

Bu yazıya aslında yıllar önce başlamıştım, yıllandıkça olgunlaştı, ama sirkede olmadan bitirmek lazım dedim kendime. Çünkü hayat, mayasını acıdan kursa da, tadını umuttan almalıydı.

Derin lise üçüncü sınıftaydı. Bir biyoloji projesi için günlerce çalışmış, uykularını bölmüş, gözlerindeki ışığı büyütmüştü. Sunum günü geldiğinde, elleri titreyerek, kelimeleri birbirine dolarken anlatmıştı çalışmasını. Ama sonuçlar açıklandığında… Onun adı yoktu listede.

Küçük bir çocuğun hayal kırıklığı, dünyanın en büyük sessizliklerinden biridir. Çünkü o sessizlikte sadece bir kayıp yoktur; adaletin ilk defa sorgulandığı an vardır.

“Hayat adil değildir,” dedim ona.

Çünkü doğruydu. Çünkü bunu bilmeliydi. Ama o an gözlerindeki hüznü görünce, kendime başka bir soru sordum:

Eğer hayat adil değilse, biz neden adil olmaya çalışıyoruz?

Ayna Adam belirdi o an, her zamanki gibi. Bir kolu pencereye dayanmış, dışarı bakan o tanıdık hâliyle:

“Aptallık mı bu?” dedi, alaycı bir tebessümle.

“Hayır,” dedim. “Erdem.”

Çünkü adil olmak, dünyanın düzenini değil, İnsanın özünü değiştirir. Adalet, dışarıya değil, içerimize tutulmuş bir aynadır bazen.
Kaos içinde bir düzen kurmaya çalışan yorgun yüreklerin son sığınağıdır.

O gün, zehri kalbime damlatan bu hikâyeyle, bir gece önceki keyifli rakı sohbetini hatırladım. Yakup Abi aradı, keyfin kritiğini yapmak için. Ama önce içimdeki yangını döktüm önüne. Dinledi. Sonra YouTube’dan bir video gönderdi. İşte o an doğdu bu yazı ama dedim ya, olgunlaşması zaman aldı.

Hayat bir yarışsa eğer, bazıları o yarışa birkaç adım önden başlıyor. Hiçbir çaba harcamadan, sadece doğduğu yerin, ailenin, imkânların hediyesiyle.
Tıpkı izlediğim o videoda olduğu gibi, seçmeden doğduğumuz bir kaderin içindeyiz.
Hayatın adaletsizliği, doğarken çalınmış eşitliklerin yankısıdır.

Ve hayat zordur…
Ama biliyoruz ki, hayatın zor olduğunu kabul ettiğimizde, zorluk biraz olsun şekil değiştiriyor.

Tıpkı adaletsizliği kabullendiğimiz gibi.
Bu kabulleniş, bir vazgeçiş değil;
Bir başlangıç.

Çünkü hak ettiğimizi değil, müzakere ettiğimizi alıyoruz çoğu zaman ya da bir şey alamıyoruz.

Ama biri — sadece doğru olduğu için — doğruyu seçerse, yerdeki teraziyi alır, tozunu siler, ve yeniden kurar adaletin terazisini.

Ayna Adam iç çekti:

“Ama kazananlar hile yapıyor. Kurallara uyanlar kaybediyor. O zaman ne anlamı kalıyor bu çabanın?”

Haklıydı.

Ama adalet bir oyun değil ki, kazanana ödül verilen.
Adil olmak, kendimize verdiğimiz en sessiz, en kutsal sözdür.

Ödülü bir madalya değil, içimizde yankılanan o sessiz onurdur.
Kimse duymasa da, biz duyarız.

Belki Derin o gün ne dediğimi tam anlamadı.
Ama bir gün, birinin başına haksızlık geldiğinde, onun yanında durduğunda, hatırlayacak.
Ve anlayacak: adalet bir kural değil yalnızca, içimizde yanan bir ışıktır.

Çünkü insan, hayatın sirkesinde boğulmadan olgunlaşmayı öğrenmek zorundadır.

Ve belki de gerçek erdem, karşılık beklemeden doğru olanı seçmektir.

Vicdan bir yargıç değil, bir pusula.
Sesini kısmak mümkündür, ama susturmak mümkün değildir.
O, içimizdeki tanrının fısıltısıdır.
Dışarıdaki adaletsizliği, içimizdeki vicdanla dengelemeliyiz.

Hayatın adil olmaması, bizim adaleti terk edeceğimiz anlamına gelmez.

Çünkü çoğunluğun yaptığı yanlış, doğru sayılmaz.

Ayna Adam bu kez döndü, gözlerimin tam içine baktı:

“Vicdanı olan kaybetmez, değil mi?”

“Hayır,” dedim.
“Vicdanı olan, kaybettiğiyle büyür. Ama kendini kaybetmez.”

Hayat adil değil. Ama biz… İnsan kalabiliriz.


Peki ya sen?
Hayatın terazisi bozulduğunda, adaletin terazisini eline alıp yeniden kurar mısın?

Read More

09 Nis Sisifos Mutlu muydu?

Albert Camus, Sisifos Söyleni‘nde bizlere meydan okur: Sisifos’un sonsuz mücadelesini bir trajedi olarak değil, bir başkaldırı olarak görmemizi ister. “Onu mutlu olarak tasarlamak gerekir.” Çünkü Sisifos, taşını yukarı iterken kendi yazgısını kabul etmiştir. Ama kabul etmek ile boyun eğmek arasındaki farkı da anlamak gerekir. Kabul etmek, Sisifos gibi kaderini görüp ona rağmen mücadele etmektir; boyun eğmekse, Prometheus gibi zincirlerine alışmak ve onları sorgulamamaktır. Bu fark, insanın varoluşla kurduğu ilişkiyi belirler. Kabul etmek, boşluğu fark edip ona rağmen taşını itmeye devam etmektir. Boyun eğmekse, taşın düşmesini bile beklemeden kenara çekilmektir.

Goethe’ye sormuşlar: “Mutlu bir hayat yaşadın mı?”
O ise şöyle yanıt vermiş:

Çok mutlu bir hayat yaşadım ama tek bir mutlu olduğum hafta hatırlamıyorum. Gerçek mutluluk üzüntülerin, sorunların üstesinden gelmektir. Asıl kabus ardı arkası kesilmeyen güneşli günlerdir.

Goethe’ye atfedilen bir başka anekdotta ise, “Mutlu insanlar tanıdım, bunlar sadece ne iseler o oldukları için mutluydular.” dediği söylenir. Bu söz, mutluluğun insanın kendi varoluşuna kök salmasından doğduğunu fısıldar. Tıpkı rüzgâra karşı eğilmeyen bir ağaç gibi, insan da mutluluğu dış koşullardan değil, köklerinin toprağa nasıl tutunduğundan alır. Ona göre, mutluluk anlık zevklerin peşinde savrulmak değil, kendi gölgesinde huzur bulabilmektir.

İşte Sisifos’un durumu da budur. Mutluluk gelip geçicidir, belki taşın zirveye ulaşması kadar kısadır. Ama gerçek mutluluk, taşın düşeceğini bile bile onu yeniden yukarı itmeye devam etmektir. Çünkü bu mücadelede, Sisifos kaderine boyun eğmez, aksine onu sahiplenir ve taşını iterken kendi varoluşunu yeniden inşa eder. Çünkü Sisifos, anlam aramak yerine anlam yaratmayı seçmiştir.

Ne demişti Özdemir Asaf, diye atıldı Ayna Adam;

Yenileceğini bile bile niye deniyorsun?  diye sorana
Öleceğini bile bile niye yaşıyorsun? diyemedim.

Mutluluk: Hedonik mi, Ödenik mi?

Mutluluk üzerine yapılan araştırmalarda genellikle iki tür mutluluktan bahsedilir:

  • Hedonik mutluluk: Zevk almak, acıdan kaçmak, anlık tatminler… Güzel bir yemek, bir dost sohbeti, bir başarının getirdiği gurur… Kısadır ama yoğundur.
  • Ödenik mutluluk: Daha uzun vadeli, derin ve anlamlı bir tatmin duygusudur. Zorluklar, mücadeleler ve fedakârlık içerir ama insanın varoluşunu sağlamlaştırır.

Sisifos için ilk bakışta hedonik bir mutluluk yok gibidir. Her gün aynı kayayı itmek, her defasında onun düşmesini izlemek nasıl mutluluk getirebilir? Ama işte burada ödenik mutluluk devreye girer. Çünkü Sisifos’un mutluluğu, mücadelenin kendisindedir. O, taşı iterken kendi isyanında özgürdür.

Ayna Adam, içimdeki sorgulayan ses, eğilip kulağıma fısıldıyor:
“Belki de asıl trajedi, taşın hiç düşmemesi olurdu. Çünkü mücadele yoksa, anlam da yoktur.”

Hayatın Rutinliğinin Farkına Varmak: Absürde Uyanış

Sabah gözlerimizi açıyoruz, uykunun ağırlığını atmak için bir fincan kahveye sarılıyoruz. Aynı yolları adımlıyor, aynı yüzlere selam veriyoruz. Gün boyu zihnimiz bir ritüelin içinde kayboluyor, akşam ise yorgun argın yatağa uzanıyoruz. Ve ertesi gün, tıpkı dün gibi başlıyor. Sonra ertesi gün aynı döngü yeniden başlıyor.

Tıpkı Groundhog Day (Dün Aslında Bugündü) filmindeki gibi, sürekli kendini tekrarlayan bir döngünün içindeyiz. Ancak bizim döngümüz filmdeki kadar belirgin değil; farkına varmamız zaman alıyor. Bir gün ansızın durup düşünüyoruz: “Bu döngünün anlamı ne?”

Camus’ye göre, işte bu an absürde uyanış anıdır. Rutinlerin farkına varırız, hayatın döngüselliğini hissederiz ve içimizi anlamsızlık korkusu kaplar. Ama burada iki yol vardır:

  1. Anlamı dışarıda aramak: Din, ideoloji, başarı, statü gibi kavramlara sarılmak.
  2. Anlamı kendimiz yaratmak: Hayata rağmen, saçmalığını bilerek, onu yaşamak.

Sisifos ikinci yolu seçer. O taşın düşeceğini bilir ama yine de onu iter. Sisifos için zirve, bir son değil, döngünün bir parçasıdır. Taş her seferinde düşecek, o ise her seferinde onu itecek. Çünkü anlam, taşın zirveye ulaşmasında değil, onu iterken yaşanan farkındalıktadır.

Anlam Aramak mı, Anlam Yaratmak mı?

Bazıları hayatın anlamını dışarıda arar: Bir inançta, bir kariyerde, bir başarıda… Ama Sisifos’un yaptığı anlamı yaratmaktır. Çünkü dışarıdan gelen anlamlar geçicidir, ama kendi yarattıklarımız bizimdir.

Bu noktada, Delfi Tapınağı’nın kapısında yazan sözün önemi ortaya çıkar:

Kendini bil.

Sisifos belki o kayanın altında ezileceğini biliyordu. Ama önemli olan ezilmek değil, başkaldırırken ne hissettiğimizdir.

Ve belki de en büyük özgürlük, hayatın anlamını aramaktan vazgeçip, onu kendimiz yaratmaktır. Belki de bu yüzden “kendini bilmek” için “kendimizi bulmamız” gerekir. Çünkü anlam yaratmak, ancak kendini bilmekle başlar. Bunun içinse, insanın kendi karanlığına bakma ve orada parlayan küçük bir ışığı fark etme cesaretini göstermesi gerekir. O yolculuğa çıkabilmeli…

Peki, sen kendi taşını nasıl taşıyorsun? Onu bir yük olarak mı görüyorsun, yoksa kendi varoluşunun bir parçası olarak mı kabul ediyorsun?


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Read More

05 Mar Maverick: Özgürlüğün Fabrika Ayarları

Bir şirket düşünün: İçeride makineler gürültüyle çalışıyor, bilgisayar ekranları mavi ışıklarını titreştiriyor, yönetim katındaki odalar kapalı. Bir şirket düşünün: İnsanlar sabahları ağır adımlarla geliyor, akşam çıkarken derin bir nefes alıyor. Bir şirket düşünün: Pazartesi sendrom, cuma ise kurtuluş günü.

Ve sonra bir adam düşünün: Ricardo Semler.

Babasından devraldığı bu şirketin içinde yürürken, her şeyin yanlış olduğunu hissediyor. Tıpkı bir saat gibi işleyen bu sistem, her şeyi planlı, programlı, ölçülebilir ama ruhsuz kılıyor. İnsanlar emir alıyor, maaşlarını bekliyor, ömürlerinden sekiz saatlik dilimleri satıyor.

Peki ya saat tersine dönse? Peki ya iş hayatı sadece hayatta kalmak değil, yaşamak için bir alan olsa?

Ricardo Semler işte tam da bunu yaptı. Bir çarkın dişlisi olmayı reddetti ve çarkın kendisini söktü.

Kuralları Boz, Fabrikayı Özgür Bırak

Maverick bir iş kitabı değil. Bir isyan manifestosu. Bürokrasiye, hiyerarşiye, katı prosedürlere meydan okuyan bir düşünce biçimi.

Semler, kravatları gevşetti. Çalışanlara yöneticilerini seçme hakkı verdi. Kararları yukarıdan aşağıya dikte eden modeli yıktı. Bir sabah toplantısında, tüm çalışanlara dönüp şu soruyu sordu:

“Patron olsaydınız, bu şirketi nasıl yönetirdiniz?”

Önce sessizlik oldu. Çünkü insanlar konuşmayı unutmuştu. Yıllarca dinlemeye, susmaya, onaylamaya programlanmışlardı. Ama sonra bir kıvılcım yandı. İnsanlar düşünmeye, fikir üretmeye, yaratmaya başladılar. Ve işte o zaman Semco gerçek anlamda bir şirketten fazlası oldu: Bir organizasyon değil, bir organizma.

Semco, EFQM ve Sürdürülebilir Gelecek

Semco’nun hikâyesi, modern iş dünyasında iki büyük paradigmayla örtüşüyor: EFQM Mükemmellik Modeli ve BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (SKH).

EFQM modeli, organizasyonların sadece kâr değil, insan odaklı sürdürülebilir başarı peşinde koşmasını önerir. BM’nin SKH’leri ise şirketlerin ekonomik büyümenin yanı sıra sosyal ve çevresel sorumluluk almasını zorunlu kılar.

Semco’nun radikal dönüşümü, bu iki sistemin en saf halini temsil eder. Çünkü bir şirketin gerçekten “mükemmel” olabilmesi için önce insan olabilmesi gerekir.

1. İnsan Onuruna Yaraşır İş (SKH 8) & EFQM’de Çalışan Merkezlilik

• Semco, “çalışanlar için değil, çalışanlarla birlikte yönetilen” bir organizasyon kurdu.

•İnsanlar, şirketin parçası olmaktan öte, şirketin kendisi oldular.

•Esnek çalışma saatleri, özgür maaş politikası, katılımcı yönetim… Bunlar sadece yönetim teknikleri değil, insan onurunu yeniden inşa etmenin yollarıydı.

2. Eşitsizliklerin Azaltılması (SKH 10) & EFQM’de Adalet

•Maaş şeffaflığı sağlandı, ücretler arasındaki uçurum kapatıldı.

•Kararlar sadece CEO’ların değil, tüm çalışanların katıldığı oylamalarla alındı.

•Hiyerarşi çözüldü, insanlar ilk kez emir almak yerine karar vermeye başladı.

3. Yenilikçilik ve Altyapı (SKH 9) & EFQM’de Sürekli İyileştirme

•Şirketin yönetimi katı kurallar değil, esnek ilkeler üzerine kuruldu.

Hata yapma özgürlüğü, inovasyonu tetikleyen en büyük güç oldu.

Yalnızca makineler değil, fikirler de üretildi.

4. Sorumlu Üretim ve Tüketim (SKH 12) & EFQM’de Sürdürülebilirlik

• Şirket büyüdü, ancak insanları ve gezegeni sömürmeden büyüdü.

• Sürdürülebilir iş modelleriyle kârın, sadece ekonomik bir terim olmaktan çıkıp sosyal bir değer haline gelmesi sağlandı.

Maverick’in Yankıları: İş Dünyasında Devrim Mümkün mü?

Semco bir efsane oldu. Ama bu efsane, uzak bir masal değil; bugün şirketin temelini oluşturan bir modelin başlangıcıydı.

Tabii ki eleştiriler de geldi. “Bu model her şirkette uygulanamaz.”

Ama asıl soru şu: Bu model uygulanamaz mı, yoksa uygulamaya cesaretimiz mi yok?

Ancak gerçek şu ki, değişim yalnızca bir yönetim felsefesiyle değil, cesur insanların kararlarıyla başlar.

Sonuç: Çalışmak Özgürlüğün Karşıtı Olmak Zorunda Değil

Ricardo Semler, bir sabah uyandı ve oyunun kurallarını değiştirdi. Gücü paylaşarak, insanlara güvenerek, şirketin bir hapishane değil, bir topluluk olabileceğini gösterdi.

Ama en önemli soru şu: Bunu yapmaya cesaretimiz var mı?


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Rahmetli Genel Müdürüm Nuri, kütüphanesinden çıkarıp vermişti bu kitabı okumam için. Yazıyı yaratırken kitabı elime yeniden aldığımda fark ettim; okuyalı bir 15 yıl, onu sonsuzluğa uğurlayalı da 7 yılı geçmiş bile. Yazarken Nuri abiyi ve Berkan abiyi andım; iyi bir ekibin parçası olmak büyük bir ayrıcalıkmış daha iyi anladım.

 

Read More

01 Mar Ne İçin Varsan , Onun İçin Yaşa

Bir Kitap, Bir Rastlantı, Bir Yön

Zaman zaman insan kendini yorgun, amaçsız, belki de sadece biraz bıkkın hisseder. Gözlerin, gördüğü her şeye alışmış gibi donuktur. Rutinler birer zincire dönüşür, sokaklar aynı hikâyeleri anlatır, günler birbirini tekrar eder. İşte tam da böyle bir günde, 2021 yılında, Karşıyaka’da Pan Kitabevi’ne nefes almak için girdim. Sanki sokaklar daralmış, gökyüzü alçalmıştı. İçeri girer girmez derin bir nefes çektim içime, kitapların kokusu sinmişti havaya. Bu, kelimelerin arasında soluklanma ihtiyacı duyduğum nadir anlardan biriydi.

Tam o anda Ayna Adam beliriverdi yanımda. Hafif alaycı bir ses tonuyla fısıldadı:

“Burada mı nefes alıyorsun?”

Başımı çevirdim, gözlerim kitap raflarının arasında kaybolmuştu.

“Bilmiyorum,” dedim. “Belki de burada, kelimelerin arasında nefes almak daha kolaydır.”

“Belki de burada nefes almak yerine, nefes olmalısın,” dedi Ayna Adam. “Kendine bir yol açmalısın, sadece oksijen tüketerek yaşamak yetmez. Unutma, yol, yola çıkana görünür.”

“Peki nasıl?” dedim ona, hafif bir merakla.

“İlk adımı atarak. Bir şeyi gerçekten istersen, yollar açılır. Ama sen ilk adımı atmadan, yol sana görünmez.”

Yeni çıkan kitaplara göz gezdirirken bir başlık dikkatimi çekti: Ne İçin Varsan, Onun İçin Yaşa. Yazarın adına baktım: Hikmet Anıl Öztekin. Bir an duraksadım. “Adaşız!” dedim kendi kendime ve belki de sırf bu yüzden kitabı elime aldım. İlk baskıydı.
Henüz pek kimse tarafından keşfedilmemiş, raflardaki sessiz duruşuyla benim alınmamı bekliyordu sanki. Bu, yazarın ilk kitabı değildi ama benim için onunla ilk buluşmaydı.

Daha sonra öğrendiğime göre, Hikmet Anıl Öztekin de benim gibi mühendislik eğitimi almıştı. Benzer bir jenerasyondan geliyorduk, benzer yollardan geçmiş, belki de benzer sorulara takılmıştık. O, kelimeleriyle bir yön bulmuştu; peki ya ben? Aramızda görünmez bir bağ var gibiydi. Belki de bu kitap, onun yolculuğunun satırlara dökülmüş hâliydi ve ben de kendi yolumu ararken onun kelimeleriyle yankılanacaktım.

Kelimenin Kalbine Dokunan Kitap

Hikmet Anıl Öztekin’in kitabı, bir kılavuz gibi değil, bir dost gibi konuşuyordu. Her satırında, insanın ne için yaşadığını sorgulatan, içini titreten cümleler vardı. Zorluklardan, hayallerden, inançtan bahsediyordu. Hayatı sadece bir akış olarak değil, anlamı keşfetme yolculuğu olarak görmem gerektiğini fısıldıyordu bana.

Kitabı okudukça, içimde bir şeylerin kıpırdadığını fark ettim. Hepimizin bir amacı vardı, ama kaçımız gerçekten onun için yaşıyordu? Günlük telaşlar, belirsizlikler ve korkular içinde, iç sesimizi ne zaman duymuştuk en son? Sahi, ne için vardım ben?

Ayna Adam yanıma sokuldu:

“Sadece nefes almak için mi varsın? Yoksa nefes olmak için mi?”

Nefes olmak mı?” diye tekrarladım.

“Bir amacın yoksa, nefes almak zamanın içinde kaybolmaktan farksızdır. Ama bir anlamın varsa, işte o zaman nefes senin yolun olur. Söyle, sen ne için varsın?”

Boğazım düğümlendi. Kitaptan bir satır düştü aklıma o an:

“Hayallerin kadar güçlü, duaların kadar umutlusun.” Gerçekten öyle miydi? Hayallerime ne kadar tutunuyordum? Dualarım ne kadar içtendi?

“Hayallerin için ne kadar savaşıyorsun?” dedi Ayna Adam. “Yoksa sadece bekliyor musun? Bekleyenler hiçbir yere varamaz. Yolda olanlar ise hep bir adım öndedir.”

Benim Rastlantım, Benim Cevabım

İnsan bazı kitapları okur, bazı kitaplar ise insanı okur. Ne İçin Varsan, Onun İçin Yaşa benim için ikincisiydi. Onu ilk elime aldığımda sadece bir isim benzerliğiydi belki de ilgimi çeken, fakat sayfalar ilerledikçe, kitabın benimle gerçekten konuştuğunu hissettim. Benim yaşadıklarımı, benim arayışımı, benim sorduğum ama cevabını bulamadığım soruları anlatıyordu.

“Hâlâ düşünüyorsun,” dedi Ayna Adam.

“Evet, çünkü kendime ne için var olduğumu sormaya korkuyorum. Ya yanlış bir cevap bulursam? Ya cevabım yetersizse?”

“Yanlış cevap yoktur,” dedi. “Yalnızca yolunu arayanlar vardır. Ve unutma, yol, yola çıkana görünür.”

Kitapta bir cümle daha çarptı gözüme: “Bir şeyi gerçekten istersen, yollar açılır. Ama sen ilk adımı atmadan, yol sana görünmez.”

“Öylece durup beklemek, hayallerini elinden kaçırmana neden olur,” dedi Ayna Adam. “Eğer yürümeye cesaretin yoksa, varmak da mümkün değildir.”

Derin bir nefes aldım. Gerçekten de öyleydi. Beklemek, bir şeylerin olmasını ummak yerine, adım atmak gerekiyordu. “İlk adımı atmazsan yol hep uzak kalır.” diye yazıyordu kitapta. O gün, o kitabevinde, ben de kendi yoluma ilk adımı atmaya karar verdim.

Kitabı alıp kasaya yönelirken, Ayna Adam arkadan seslendi:

“Unutma, bazı kitaplar sadece okunmaz. Onlar, ruhunun aynasıdır. Ve ruhunu tanımayan, yolunu bulamaz.”

Eğer bir gün yolunuz bir kitapçıya düşerse ve rastgele bir kitabı elinize alırsanız, belki de o kitap sizin için oradadır. Tıpkı benim için olduğu gibi… Çünkü bazen bir isim benzerliği bile, insanı kendi gerçeğine götüren bir işarettir.

Peki ya siz?

Ne için varsın ve onun için mi yaşıyorsun?


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Kitabı okurken bir şey daha öğrendim ve çok hoşuma gitti: 2007 yılında Berlin’de, 60 ülkeden 2.500 kelimenin katıldığı bir yarışmada, ay ışığının suya yansımasını anlatan “Yakamoz” kelimesi, dünyanın en güzel sözcüğü seçilmiş. Anlamın ve estetiğin kesiştiği bu kelime, denizin üzerine düşen ay ışığı gibi insan ruhuna da dokunuyor… Bir kelimenin, kültürün derinliklerinden süzülerek böyle bir anlam taşıması ne kadar büyüleyici!

Read More

27 Şub Karışık Kaset

Güneşli ve soğuk bir şubat günü, kulaklıklarım kulağımda, vapura doğru yürüyorum. Ben Okurum’un bir bölümünü dinliyorum.
– Daha dinlemeye başlamadıysanız çok şey kaçırıyorsunuz. –

“Ayrılıkla da sevdaya dair” diyorlar, Atilla İlhan’ı konuşurken.
Ben, bunun şiir olduğunu önce şarkısını dinleyerek öğrendim. Vedat Sakman besteledi ve Zuhal Olcay söyledi. Şimdi aklıma geldi, ben Vedat Sakman’ın hiç bir solo konserine gitmedim.

“Hatırlıyor musun?” dedi Ayna Adam, usulca yanıma sokularak. “İlk dinlediğin şarkıyı?”

Gözlerimi kıstım, düşüncelere daldım. Aklımda binlerce anı varmış gibi geliyor ama yazmaya kalkınca hepsi öğretmenle göz göze gelmekten kaçan öğrenciler gibi silikleşiyor.
Evde bir 33’lük plak vardı, rahmetli Talih dayım getirmişti. Üzerinde nükleer patlamanın mantar dumanı… Albümün adı da, müziği de sisler içinde. Ama belki de bilinçli dinlediğim ilk albüm oydu.

“Ve Pink Floyd?” diye devam etti Ayna Adam, gülümseyerek. “O duvarları yıllar sonra fark ettin, değil mi?”

Evet… Evde The Wall 45’liği vardı, ama o zamanlar farkında değildim. Bazı şarkılar yıllar sonra anlam kazanıyor, tıpkı bazı anıların ancak belli bir yaşta içimize oturması gibi.

“Ya annenin toz aldırma marşı?” diye sordu, göz kırparak.

Gülümsedim. Enrico Macias’ın “Oriental” albümü… Annem, kız kardeşlerimi Fransızca şarkılarla motive ederek temizlik yaptırırdı. Şarkılar bazen bir evin içinde yankılanan geçmiş, bazen de yanlış anlaşılan bir hatıradır.
1988’de Fransa’ya gittiğimde, annem benden Enrico Macias’ın albümlerini istemişti. Ama dikkatsiz kulaklarım, müziğin değerini kaçırmıştı. Plağa vereceğim parayı yanlış harcamış, Glenn Medeiros’un “Nothing’s Gonna Change My Love for You” kasedini almıştım.

Ayna Adam başını iki yana salladı. “Kimi anılar pişmanlık gibi oturur insanın göğsüne, kimi ise gülümseyerek döner geçmişten. Ama hepsi bir şarkıyla mühürlenir.”

Barış Manço’nun Arkadaşım Eşşek’i ile büyüdüm, kızımı da onunla büyüttüm. Babaannem ise hep üzerine alınırdı Süper Babaanne şarkısını. Her şarkı bir kişiye, bir âna tutunurdu. Sezen Aksu’nun albümleri ortaokul yıllarımın duygusal fonuydu. Aşkın Nur Yengi’nin Sevgiliye’si aklımızı başımızdan aldı, Levent Yüksel ile med cezirlere kapıldık.

“Peki ya Capello geceleri…”

Nasıl unuturum? Yaşım yetmese de tanıdık kontenjanından içeri sızdığım o büyülü anları… Saatler ilerledikçe, disko ritimlerinin yerini yavaş yavaş slow parçalar alırdı. Çift olabilenler, “Because I Love You” ile birbirlerine sarılır, ardından “Kingston Town” melodisi ile köşede tek başına kalan mahsunlara nazire ederlerdi.

Sonra… Plaklar çöpe gitti, kasetler hüküm sürdü, ardından CD’ler tahtı devraldı. Nasıl içim yanıyor şimdi, o zamanlar hoyratça çöpe atılan plaklara,  kasetlere… Her biri bir hatıra, bir melodiydi; bilinçsizce fırlatılan, zamana yenik düşen ama içimde yankısı kalan. Nasıl da kandırıldık dijitalden gelen seslerin daha iyi olduğuna.

Babam ilk CD çalar aldığında evde hiç CD’miz yoktu. Yabancı bir slow karışık CD bulmuş, doğum günümde çalmıştım. Richard Marx’ın “Right Here Waiting” şarkısında gözlerimi kapatıp hayal kurmamı söylemişti Barbaros. Bir kelimesini bile anlamadan dinlemiştim ama duygusu içime işlemişti.

Zamanla hayatıma daha fazla anı, daha fazla şarkı girdi. Her biri, yaşanmışlığın birer yankısı gibi kulaklarımda çınlıyordu.

Bir gece Step Bar’da Kudusi’den Agora Meyhanesi’ni dinlerken, 18’li yaşların başında, rakının buruk tadını yeni yeni keşfederken düşündüm kendimi: Şarkılar aslında anıların ruhuydu.

Gecenin soğuğunda yürürken ellerimi cebime sokup içimden Ellerim Cebimde diye mırıldanmak…

Lise arkadaşlarımla her buluşmada, zamanın durduğu o anlarda, Ele Güne Karşı yükselirdi dillerimizden. Dünya bir yana, biz bir yana…

“Olmasa Mektubun” ile kadeh tokuşturmak, geçmişe selam çakmak…

“Geçse de gençlik çağım” diyerek Zilli’de henüz geçtiğini fark etmediğim günlerime seslenmek…

Bir marş gibi “Losing My Religion” söylemek ve yıllarca mod-a-mod tercümeye takılarak inancını kaybetmeyi dini kaybetmek olarak anlamak…

Ankara’dayken “Ankara’da Aşık Olmak zor” demek, İstanbul’a giderken “Bekle Bizi İstanbul” diye mırıldanmak…

Sabahları okula giderken Modern Sabahlar’da güne “Perfect Day” ile başlamak…

İlhan İrem, Aznavour, Leonard Cohen, Dire Straits, Sting…

Sonra içime bir merak düştü, acaba kaç şarkı vardır diye, üşenmedim araştırdım. Elle tutulur tek veri olan Spotify arşivinin sonucu bile beni şaşırtmaya yetti; 2020 yılında arşivinde 60 milyon şarkı varmış ve her dakika 20 yeni şarkı ekleniyormuş. O kadar şarkı var ki insan hangi birini hatırlasın…

“O kadar şarkı var ki hayatına dokunan,” dedi Ayna Adam, “ama neden bazıları unutulmaz?”

Duraksadım. “Çünkü şarkılar, anılara çapalanmadan sadece boşlukta savrulmuş notalardır. İnsan, duyduğu her ezgiyi değil, hissettiği her ânı hatırlar.”

Ayna Adam gözlerini kapattı, başını hafifçe salladı. “Tıpkı bir koku gibi, bir dokunuş gibi… Şarkılar da anılarımızın içine işlemiş gizli mürekkeptir. Zaman geçer, her şey unutulur ama bir şarkı çaldığında her şey geri gelir. Çünkü biz onları sadece dinlemedik—yaşadık.”

Ve işte, bazı şarkılar unutulmaz. Çünkü bazı anlar sonsuzdur.

Ayna Adam derin bir nefes aldı ve gözlerini bana dikti. “Peki, söyle bana,” dedi, “nereye gidiyoruz?”

Bilmiyordum. Gerçekten bilmiyordum.

Ayna Adam gülümsedi, uzaklara bakarak mırıldandı:

Gün çoktan döndü buralarda
Ve ben simsiyah bir gecenin koynunda yapayalnız bekliyorum
Duyuyorum, görüyorum
Bir gün gelecek dönence, biliyorum

Peki, sizin karışık kasetin hangi şarkılarla dolu?


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Eve Götürmelik Bilgi: Dönence şarkısı çok sever ama anlam yükleyemezdim. Yazarken aklıma düştü ve araştırdım. Bir söyleşide şöyle demiş Usta;

Dönence dünyanın iki ayrı kutbundaki enlemlerdir ve hiçbir zaman birlikte olamazlar. İnsanın doğasında da iki zıt kutup vardır. Bu kendisinde olmayanı arama içgüdüsüdür. Burada insanlardaki tatminsizliği ve olmayanı arama duygusunu açıklamaya çalıştım. Devamlı gelecekte olacakları umut ederek yaşayan insanları yani.

Sinemamuzik e-dergisinin bir haberine göre 2020’in Mart ayında 147 müzikseverin seçtiği 10 şarkı üzerinden yapılan listede Dönence birinci sırayı almış. Diğer Şarkılar da sırasıyla Bir Derdim Var – Mor ve Ötesi , Tamirci Çırağı – Cem Karaca, Ele Güne Karşı – MFÖ, Afili Yalnızlık – Emre Aydın, Senden Daha Güzel – Duman, Paramparça – Teoman, Bir Kadın Çizeceksin – Manga, Sil Baştan – Şebnem Ferah, Sözlerimi Geri Alamam – Bulutsuzluk Özlemi. Haberin linki 

Read More

23 Şub Genç Bir Mühendise Yeni Öğütler

Bazıları geceleri rüyalara dalar, ben gündüz düşlerinde kaybolurum ve bazen, o düşleri mürekkebe bulayıp kağıda dökerim. Artık bunu biliyorsunuz diye düşünüyorum. 2024’ün mevsimleri şaşırmış bir Aralık gününde, Makina Mühendisleri Odası meslekte 25 yılımı geride bıraktığımı hatırlattı bana; sade ama anlamlı bir törenle. Bir çeyrek asır boyunca, bu düşlerin ve gerçeklerin arasında yürüdüm. Bana mühendis dediler, ben ise ‘ışıkla gölge arasında bir köprü’ olmaya çalıştım. Mühendislik benim için yalnızca bir meslek değil, bir düşünce biçimi, bir dünya görüşüydü. Her karşılaştığım problem, çözümün peşine düşmem için bir davetti. Makinaları, süreçleri anladıkça, insan zihninin sınırlarını da zorlamaya başladım, düşündüm.
Ayna Adam, omzumda bir fısıltı gibi belirdi:

“Yıllar geçti, peki ya şimdi? Hâlâ aynı köprünün bekçisi misin? Yoksa inşa ettiğin köprüde durup arkana mı bakıyorsun?”

Uzun yıllar boyunca fark ettim ki, bir mühendis öğrenirken de, tasarlarken de, hatta yanılırken bile inşa eder. Hatta buna dair yaşanmışlıklarımı bundan beş yıl önce bir yazıyla kayıtlara almıştım. Yarım asırlık yaşım ve çeyrek asırlık mühendislik yolculuğumun bana verdiği yetkiye dayanarak bu yazıyı yeniden yazmaya cüret ettim.

“Bakalım kahramanımızı bu süreçte ne tür maceralar bekliyor?” diye ekledi Ayna Adam, bir dış ses edasıyla.

“Bilmez misin Ayna Adam; sonunu düşünen kahraman olamaz!”

Mühendislik diploması olan herkes mühendis midir? Sanmam. Bu nedenle kendi içimde bir sınıflandırma yapmıştım ve hâlâ yaptığımın arkasındayım:
• Mühendislik diploması olanlar,
• Mühendislik yapanlar,
• Mühendisliği yaşayanlar.
Sonuncusu bir lütuf mu, bir lanet mi, bilmiyorum. Ama bilmediğim bir şeyi sorgulamadan kabul edemem.

“Sanki bildiklerini bile sorgulamıyorsun?” dedi Ayna Adam.

“Sorgulanmamış yaşam yaşanmamıştır.” diye susturdum onu, benden daha geveze olmaya başladığının farkındaydım.

Orhan Kemal, “Güçlü bir hafıza, ağır bir cezadır.” der. Hafızanız güçlü mü? Değilse yalan söylemeyin, dürüst olun ya da sonsuza kadar o yalanın yükünü taşıyın. Seçim sizin. Ama unutursanız, başlangıçta rahat edersiniz belki, ancak gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkma gibi kötü bir huyu vardır. Hayatım boyunca yalanı hep azaltmaya çalıştım. Söylediğim zamanlarda da bedelini ödemekten kaçmadım. Hafızamın gücüne değil, içimdeki huzura güvendim.

Yatarak bir şey yapabilen bildiğim mahluklardan biri tavuktur – ve birkaçını daha sayabilirim ama onlar bana kalsın. O yüzden harekete geçin ve deneyin. “Çıraklığını bilmediğiniz işte usta olamazsınız.” Sahaya inmeden, elinizi kirletmeden öğrenemezsiniz.

Tecrübe, hata yapmama sanatıdır; ancak bu sanata ulaşmanın tek yolu, bolca hata yapmaktır. Çelişki gibi mi görünüyor? Hayatın doğasında var. “Erken başarısız olun” (Fail Early) bunu mottonuz yapın.

Yolun Sonunda Yanlış Duvara Dayanmış Bir Merdiven Olmasın

Hedeflerin hep olacak. Hedefsiz insan, rüzgâra teslim olmuş bir yelkenlidir; nereye savrulacağını bilmez. Ama lokal hedeflere takılıp bütünü gözden kaçırma. Kutunun içinden baktığın kadar, dışından da bak. Hatta bazen kutunun hiç olmadığı senaryoları düşün. Bu bana hep ormanda az seçilen yolu seçmeyi hatırlatır. Bacaklarına dikenler batar, ayakların çamura bulanır belki ama sonunda ulaştığın manzara buna değer. Ancak bir hedefin peşinden körü körüne gitme. “Peyniri arada bir kokla.” Hâlâ taze mi, yoksa artık çürüdü mü, anlamaya çalış. Eski peyniri unutma cesaretini göster. Ancak bu şekilde yeni peynirleri bulabilirsin.

Ve en önemlisi, hayatının amacı olarak gördüğün duvarın en tepesine vardığında yanlış duvara merdiven dayadığını fark edersen, yeniden başlamaktan korkma! Aynı şarkıda takılı kalanlar utansın, yeni bir melodiye cesaret edenler değil.

İnsan ve Makine Arasında Bir Yerde

Her gün, bir önceki günden farklı olsun. Bunu anlatan en güzel mısra yine Nazım Baba’dan gelir:

“Doğmamış çocuğumdan geri, ölmüş babamdan ileriyim.”

Bilgi işlem teknolojisinin önemini ilk kez vurguladığımda, dünya bambaşka bir yerdi. O zamanlar dijitalleşme konuşulurdu, şimdi ise EYAY (AI) hayatımızın her yerinde. Bazen hayranlık uyandırıyor, bazen korkutuyor, bazen de insanı düşündürüyor: Makinaların olmadığı bir çalışma ortamı kalmayacak, peki ya insanın olmadığı bir çalışma ortamında insanlar için nasıl çalışacağız? Bu da başka bir yazının konusu olacak artık.
Geçenlerde denk geldiğim bir söz, bu kaygılarımı yönetmemde bana rehber oldu ve Nazım Baba’yı bir kez daha haklı çıkardı:

“Gelecek, daha fazla beceri öğrenen ve bunları yaratıcı yollarla birleştirenlere aittir.” – Robert Green

Ne yaştan, ne akademik başarıdan ne de coğrafyadan bahsetmiş. Beceriler ve onları bir araya getirme sanatı… İşte geleceği inşa eden mühendislik de tam olarak bu değil mi?
İnsanlara güvenin. Güven olmadan ne bir proje inşa edilebilir ne de bir hayat. Ama kazık yediğinizde, sizi hayal kırıklığına uğrattıklarında bunun acısını tüm çevrenizden çıkarmayın. Sonuçta, Voltaire’in Candide’de dediği gibi, “Bu dünya, bütün kötülüklerine rağmen mümkün olan dünyaların en iyisidir.”

Yetki mi, Ünvan mı?

Yetki, her zaman ünvanın önündedir. Ünvan almaya değil, yetki almaya odaklan. Gerisi zaten kendiliğinden gelir. Eğer gelmiyorsa, unutma: Hak ettiğini değil, müzakere ettiğini alırsın. Çalışma hayatı yazılı ve yazılı olmayan, farklı sertlikte kurallar zincirlerine sahiptir. Prosedürler, işlerin tutarlılığını sağlar. Ama unutulmamalıdır ki prosedürler de bir zamanlar bizim gibi insanlar tarafından yazılmıştır. Gerektiğinde değişime açık olmak gerekir.Kuralları bilirsen, onları en iyi sen ihlal edersin. Ayna Adam gülümsedi:

“Kurallar, onları koyanlar kadar esnektir. Katılaşan her şey kırılmaya mahkûmdur.”

Çalışma Anayasası

Çalışma anayasam sürekli güncelleniyor ama bu yazının ilk vücut bulduğu gün gibi ilk maddesi hâlâ değişmedi:

Herakleitos’un ünlü sözü: “Mutluyken söz, üzgünken karar ve sinirliyken cevap verme.”

Ve son olarak;

“Çalışmak güzel bir şey olsaydı, üzerine para vermezlerdi.”

Maalesef bu gerçeği unutamayız. Çalışmak zorundayız. Sevdiğiniz işi yapamıyorsanız, yaptığınız işi sevin demeyeceğim. Ama her işin içinde keşfedilecek bir anlam olduğunu da inkâr edemem. Bir ucu boklu değneğin bir tarafını kaldırdığınızda, diğer ucu da havalanır. Ben bardağın dolu tarafına bakmayı seçiyorum. Ve işte bu yüzden hala:

“Çalışıyor olsaydım, çalışmazdım.”


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Yazının ilk bölümünün linkini de paylaşayım “Genç Bir Mühendise Öğütler – 4 Ekim 2020 “

 

Read More