28 Nis Mevsimlerin Kalbinde: Vivaldi ile Bir Ömrün Ezgisi
Her şey geçer, her şey dönüşür; ama bir ezgi, zamanın hafızasında sonsuza dek çalar.
Antonio Vivaldi’nin “Dört Mevsim” konçertosu, zamanın ince tellerinde titreyen bir hayat türküsüdür.
Her mevsim, notaların arasına gizlenmiş bir ömrün soluğudur: İlkbaharın ürkek tebessümü, yazın ateşten gülüşü, sonbaharın sararmış hikâyeleri ve kışın sessiz duaları…
İlkbahar: Çocukluğun Uyanışı – Opus 8 No 1 E Major: Allegro
İlkbahar, çocukluğun avuçlarında filizlenen ilk heceler. Vivaldi’nin kemanında, yeni açmış bir papatyanın titreyişi var. Kuş cıvıltıları gibi saf, yağmur sonrası toprak kokusu gibi taze.
Tıpkı Proust’un, kayıp zamanın ilk titreyişlerini çocukluk anılarında yakaladığı gibi; hatırladığımız her ilkbahar, içimizde yeni baştan büyür.
Ayna Adam bir ağacın dalında salıncakta sallanırken kıkırdayarak fısıldar;
Daha dün, dünya sana sığamıyordu. Ve dünya, sen ona isim verdikçe genişliyordu. Şimdi, adını koyamadıkların daraltıyor içini
Yaz: Gençliğin Ateşi – Opus 8 No 2 G Minor : Presto
Yaz, gençliğin coşkun ırmağı. Vivaldi’nin hızlı, kudretli yay çekişlerinde, akşam üstü sarhoşlukları, serseri hayallerin kokusu var.
Göğe fırlatılan taşlar gibi yükseğe, daha yükseğe…
Gençlik ateşi, yakar seni de, her şeyi de; Basmaneden Sevinç Pastanesi önüne kadar sarhoşluktan yürüyemediğin için, hayale tutunarak halay çekerek getirtir seni mesela.
Adımların sendeleyerek, kahkahaların savrularak, umutların göğe savrularak…
Ve gençliğin her anı, Proust’un zamanla yarışan arzuları gibi, tutamadığın bir nehir olur avuçlarında. Kahkahaların arasından Ayna Adam seslenir:
İnandığın hayallerin, senden önce koşuyordu. Koşuyordun, yakalayamayacağını bile bile… Belki de en güzeli buydu.
Sonbahar: Olgunluğun Sessizliği – Opus 8 No 3 Major : Allegro
Sonbahar, olgunluğun sarı bir sabaha bakan yüzü. Yapraklar gibi, insan da yüklerinden soyunur, ağırlaşır.
Vivaldi burada, eski sevgililerin adımlarını anımsatır; hüzünle, ama pişmanlıkla değil.
Halı sahada sana doğru gelen top, beynine “Şimdi bir röveşata zamanı” diye fısıldarken, vücudun, “Otur oturduğun yerde, icat çıkarma” diye homurdanır.
Zihinle beden arasındaki mesafe, sonbaharın serin rüzgârı gibi artar.
Sonbahar, Proust’un unutulmaya direnen hatıraları gibi; sararıp düşse de, ruhun kıvrımlarında yankı bulur. Ayna Adam, bankta oturmuş düşünceli bir sesle mırıldanır:
Bir zamanlar ‘sonbahar’ kelimesine bile gülerdin. Şimdi düşen her yaprakta bir yüz hatırlıyorsun. Topladığın meyveler, ekmediğin tohumların sessizliğini taşır.
Kış: Zamanın Kristal Sessizliği – Opus 8 No 4 F Minor: Allegro Non Molto
Kış, zamanın kristal sessizliği. Vivaldi’nin notaları, buz tutmuş bir gölün üstünde kayan bir hatıranın ayak izleri gibi.
Yaşlılık, geçmişin kederli bir şarkısıdır belki de, ama her notasında bilgelik saklıdır. Ben henüz o kışın tam içinde değilim; ama gözlerimle, ruhumla seziyorum: Zamanın ağırlaşmasını, adımların yavaşlamasını, sözcüklerin azalmasını…
Ve o yavaşlığın içinde, hüznün koluna girmiş bir huzurla sessizce yürüyenleri. Kış, Proust’un zamanla barışan anıları gibi; kaybolmaktan korkmadan, usulca içimize çöker.
Ayna Adam usulca yanaşır ve omzuma dokunur:
Zaman ağırlaştı belki, ama bak… artık hafiflemiş yüklerin var. Şimdi her anı, karın altındaki bir tohum gibi. Uykuda ama canlı.
Vivaldi’nin “Dört Mevsim”i, sadece doğanın değil, ruhumuzun da sonsuz devinimidir. Çünkü her bahar, içimizde yeniden doğar; her kış, derinlerde bir umut saklar.
Ve tıpkı Proust’un zamanın izinde gezinirken anılarda bulduğu gibi, biz de her mevsimde kendimizin başka bir suretine rastlarız.
Doğduğunda yediğin ilk tokat, sana nefes almayı öğretir. Yaşamaya başla diye, içine çekersin hayatı.
Ve o aldığın ilk nefesi, bir gün sessizce geri verirsin. Kaç kez nefes alacağını bilemezsin; ama bilirsin ki, her alınan nefesin bir verilişi vardır.
Tıpkı mevsimlerin birbirine sessizce devrettiği zaman gibi, tıpkı müziğin bir notadan diğerine akarken hiç kaybolmaması gibi.
Hayat, her defasında aynı melodiyi, her seferinde farklı bir kalbin titreyişiyle yeniden çalar.
Peki, bütün bu aldığımız ve verdiğimiz nefesler, tuttuğumuz ve bıraktığımız eller, inandığımız ve unuttuğumuz düşler…
Gerçekten yaşamı anlamlandırmaya yeter mi?