edebiyat arşivleri - Anıl Şakrak Çıkmazı
155
archive,tag,tag-edebiyat,tag-155,wp-theme-bridge,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-title-hidden,qode-theme-ver-9.1.3,wpb-js-composer js-comp-ver-4.11.2.1,vc_responsive

28 Nis Mevsimlerin Kalbinde: Vivaldi ile Bir Ömrün Ezgisi

Her şey geçer, her şey dönüşür; ama bir ezgi, zamanın hafızasında sonsuza dek çalar.

Antonio Vivaldi’nin “Dört Mevsim” konçertosu, zamanın ince tellerinde titreyen bir hayat türküsüdür.
Her mevsim, notaların arasına gizlenmiş bir ömrün soluğudur: İlkbaharın ürkek tebessümü, yazın ateşten gülüşü, sonbaharın sararmış hikâyeleri ve kışın sessiz duaları…


İlkbahar: Çocukluğun Uyanışı – Opus 8 No 1 E Major:  Allegro

İlkbahar, çocukluğun avuçlarında filizlenen ilk heceler. Vivaldi’nin kemanında, yeni açmış bir papatyanın titreyişi var. Kuş cıvıltıları gibi saf, yağmur sonrası toprak kokusu gibi taze.
Tıpkı Proust’un, kayıp zamanın ilk titreyişlerini çocukluk anılarında yakaladığı gibi; hatırladığımız her ilkbahar, içimizde yeni baştan büyür.
Ayna Adam bir ağacın dalında salıncakta sallanırken kıkırdayarak fısıldar;

Daha dün, dünya sana sığamıyordu. Ve dünya, sen ona isim verdikçe genişliyordu. Şimdi, adını koyamadıkların daraltıyor içini

Yaz: Gençliğin Ateşi – Opus 8 No 2 G Minor : Presto

Yaz, gençliğin coşkun ırmağı. Vivaldi’nin hızlı, kudretli yay çekişlerinde, akşam üstü sarhoşlukları, serseri hayallerin kokusu var.
Göğe fırlatılan taşlar gibi yükseğe, daha yükseğe…
Gençlik ateşi, yakar seni de, her şeyi de; Basmaneden Sevinç Pastanesi önüne kadar sarhoşluktan yürüyemediğin için, hayale tutunarak halay çekerek getirtir seni mesela.
Adımların sendeleyerek, kahkahaların savrularak, umutların göğe savrularak…
Ve gençliğin her anı, Proust’un zamanla yarışan arzuları gibi, tutamadığın bir nehir olur avuçlarında. Kahkahaların arasından Ayna Adam seslenir:

İnandığın hayallerin, senden önce koşuyordu. Koşuyordun, yakalayamayacağını bile bile… Belki de en güzeli buydu.

Sonbahar: Olgunluğun Sessizliği – Opus 8 No 3 Major : Allegro

Sonbahar, olgunluğun sarı bir sabaha bakan yüzü. Yapraklar gibi, insan da yüklerinden soyunur, ağırlaşır.
Vivaldi burada, eski sevgililerin adımlarını anımsatır; hüzünle, ama pişmanlıkla değil.
Halı sahada sana doğru gelen top, beynine “Şimdi bir röveşata zamanı” diye fısıldarken, vücudun, “Otur oturduğun yerde, icat çıkarma” diye homurdanır.
Zihinle beden arasındaki mesafe, sonbaharın serin rüzgârı gibi artar.
Sonbahar, Proust’un unutulmaya direnen hatıraları gibi; sararıp düşse de, ruhun kıvrımlarında yankı bulur. Ayna Adam, bankta oturmuş düşünceli bir sesle mırıldanır:

Bir zamanlar ‘sonbahar’ kelimesine bile gülerdin. Şimdi düşen her yaprakta bir yüz hatırlıyorsun. Topladığın meyveler, ekmediğin tohumların sessizliğini taşır.

Kış: Zamanın Kristal Sessizliği – Opus 8 No 4 F Minor: Allegro Non Molto

Kış, zamanın kristal sessizliği. Vivaldi’nin notaları, buz tutmuş bir gölün üstünde kayan bir hatıranın ayak izleri gibi.
Yaşlılık, geçmişin kederli bir şarkısıdır belki de, ama her notasında bilgelik saklıdır. Ben henüz o kışın tam içinde değilim; ama gözlerimle, ruhumla seziyorum: Zamanın ağırlaşmasını, adımların yavaşlamasını, sözcüklerin azalmasını…
Ve o yavaşlığın içinde, hüznün koluna girmiş bir huzurla sessizce yürüyenleri. Kış, Proust’un zamanla barışan anıları gibi; kaybolmaktan korkmadan, usulca içimize çöker.
Ayna Adam usulca yanaşır ve omzuma dokunur:

Zaman ağırlaştı belki, ama bak… artık hafiflemiş yüklerin var. Şimdi her anı, karın altındaki bir tohum gibi. Uykuda ama canlı.


Vivaldi’nin “Dört Mevsim”i, sadece doğanın değil, ruhumuzun da sonsuz devinimidir. Çünkü her bahar, içimizde yeniden doğar; her kış, derinlerde bir umut saklar.
Ve tıpkı Proust’un zamanın izinde gezinirken anılarda bulduğu gibi, biz de her mevsimde kendimizin başka bir suretine rastlarız.

Doğduğunda yediğin ilk tokat, sana nefes almayı öğretir. Yaşamaya başla diye, içine çekersin hayatı.
Ve o aldığın ilk nefesi, bir gün sessizce geri verirsin. Kaç kez nefes alacağını bilemezsin; ama bilirsin ki, her alınan nefesin bir verilişi vardır.

Tıpkı mevsimlerin birbirine sessizce devrettiği zaman gibi, tıpkı müziğin bir notadan diğerine akarken hiç kaybolmaması gibi.
Hayat, her defasında aynı melodiyi, her seferinde farklı bir kalbin titreyişiyle yeniden çalar.

Peki, bütün bu aldığımız ve verdiğimiz nefesler, tuttuğumuz ve bıraktığımız eller, inandığımız ve unuttuğumuz düşler…
Gerçekten yaşamı anlamlandırmaya yeter mi?

Read More

26 Nis Beklemek : Zamanın Kıyısında Kurulan Sessiz Bir Çadır

Ve biz, belki gelir diye, yokluğuna sandalyeler ayırdık…

Zamanın ortasına kurulmuş bir iskemlede otururuz bazen. Ne ileri gideriz, ne geri…
Bir boşluk olur gövdemizde, neyle dolacağını bilmeden büyütürüz onu. İşte bu hâle “beklemek” derler.

Ama nedir beklemek?
Bir mektubun postacıya emanet ettiği kalp mi?
Bir otobüs durağında sonsuzca bakan göz mü?
Yoksa Godot’yu bekleyen iki adam gibi, gelmeyeceğini bildiğimiz halde direnişin adı mı?

Beklemek çoğu zaman bir inanıştır.
Umutla sarılan bir sabır;
Ümit etmekle yanılmak arasında incecik bir ip.
Ve bazen, sırf beklemekle var olur insan.

Beklemek bazen şöyle fısıldar içimizde:

Belki gelmez. Belki zaten hiç olmamıştır. Ama biz beklemesek, neye inanırız sonra?

Beklemek Bir Dua Gibidir

Kimi zaman, göğe bakarken kurulan en sessiz dualardan biridir beklemek.
Çünkü birini ya da bir şeyi beklemek; onu olmuş gibi sevmektir.

Bir annenin, uykusuz gecelerde
çocuğunun ateşinin düşmesini beklemesi gibi.
Bir işçinin, vardiyası bitince
evine dönerken taşıdığı yorgunluk gibi.
Bir âşığın, cevapsız mesajlar arasında
“belki bugün döner” diye düşündüğü akşam saatleri gibi.

Ve bazen, beklemek bir çocuğun yakasına asılı kalmış bir elveda olur. İsmail Abi’nin deniz kenarında çocukluğunun hayalini beklemesi gibi:

Gelcem dedi çünkü. Gelmem deseydi beklemezdim.
Niye gelcem desin ki gelmeyecek olsa…

Bir kuru yük gemisi gelir mi bilinmez. Ama birinin onu beklemesi, zamana tutulmuş bir sözün en insan halidir.

Beklemek çoğu zaman görünmezdir.
Ama içimizdeki en kalabalık duygudur.

Ve Beklenen…

Peki ya geldiğinde?
Her zaman beklediğimize değer mi?

Değmezse de güzeldir beklerken kalbini tutuşa tutuşa yaşamak.
Önemli olan kimin için beklediğin değil, nasıl beklediğindir.

Çünkü bazen, beklediğin gelir ama seni sende bulamaz.
Sen çoktan başka bir zamanın yolcusu olmuşundur.
Ve gelenin adı gecikmiş olur.

Ve bazen beklemek, gelmeyecek birini unutmamaktır. Tıpkı Ali gibi.

Yirmi dört yıldır aynı durakta bekledi Ebru’yu. Bir zamanlar bir aşk ritüeli olan bu durak, zamanla bir anma alanına dönüştü. Otobüsler geldi, yolcular geçti. Ama Ali hep oradaydı. Bir bankta, sevdiği kadının hatırasının bekçiliğini yapıyordu.

Bir zamanlar aşkın durağı olan yer, şimdi anının nöbet yeri olmuştu.

Ve belki de Ali, beklerken sadece Ebru’yu değil, birlikte bakacakları göğü de bekliyordu. Turgut Uyar’la aynı durağta oturur gibiydi bazen.

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al da
Şu yosun ellerimi şu telaşımı al da
Bir bakışla iyileştir
Göğe bakalım…

Godot Hiç Gelmeyebilir

Samuel Beckett’in “Godot’yu Beklerken” adlı oyununda, iki adam Godot adında birini bekler.
Ama Godot hiç gelmez.
Ve biz izleyenler, bir süre sonra şunu fark ederiz:
Oyun, gelenle değil; bekleyenle ilgilidir.

Çünkü beklemek bir eylem değil, bir varoluş biçimidir.
Beklerken düşünürüz.
Beklerken düş kurarız.
Beklerken büyürüz.
Ve bazen sadece beklerken kendimiz oluruz.

Son Söz Yerine:

Belki de beklemek,
Hiç gelmeyecek bir şeyin bizde bıraktığı en güzel izdir.

Belki Godot hiç gelmeyecek.
Ama onun geleceğine inandığımız o an,
kalbimizde yankılanan en gerçek zaman olacaktır

Ve şimdi sana sormak isterim:

Hangi durakta unuttun en son bakılmamış bir göğü,
hangi geminin gelişine adadın uykusuz bekleyişlerini?

 

Read More

09 Nis Sisifos Mutlu muydu?

Albert Camus, Sisifos Söyleni‘nde bizlere meydan okur: Sisifos’un sonsuz mücadelesini bir trajedi olarak değil, bir başkaldırı olarak görmemizi ister. “Onu mutlu olarak tasarlamak gerekir.” Çünkü Sisifos, taşını yukarı iterken kendi yazgısını kabul etmiştir. Ama kabul etmek ile boyun eğmek arasındaki farkı da anlamak gerekir. Kabul etmek, Sisifos gibi kaderini görüp ona rağmen mücadele etmektir; boyun eğmekse, Prometheus gibi zincirlerine alışmak ve onları sorgulamamaktır. Bu fark, insanın varoluşla kurduğu ilişkiyi belirler. Kabul etmek, boşluğu fark edip ona rağmen taşını itmeye devam etmektir. Boyun eğmekse, taşın düşmesini bile beklemeden kenara çekilmektir.

Goethe’ye sormuşlar: “Mutlu bir hayat yaşadın mı?”
O ise şöyle yanıt vermiş:

Çok mutlu bir hayat yaşadım ama tek bir mutlu olduğum hafta hatırlamıyorum. Gerçek mutluluk üzüntülerin, sorunların üstesinden gelmektir. Asıl kabus ardı arkası kesilmeyen güneşli günlerdir.

Goethe’ye atfedilen bir başka anekdotta ise, “Mutlu insanlar tanıdım, bunlar sadece ne iseler o oldukları için mutluydular.” dediği söylenir. Bu söz, mutluluğun insanın kendi varoluşuna kök salmasından doğduğunu fısıldar. Tıpkı rüzgâra karşı eğilmeyen bir ağaç gibi, insan da mutluluğu dış koşullardan değil, köklerinin toprağa nasıl tutunduğundan alır. Ona göre, mutluluk anlık zevklerin peşinde savrulmak değil, kendi gölgesinde huzur bulabilmektir.

İşte Sisifos’un durumu da budur. Mutluluk gelip geçicidir, belki taşın zirveye ulaşması kadar kısadır. Ama gerçek mutluluk, taşın düşeceğini bile bile onu yeniden yukarı itmeye devam etmektir. Çünkü bu mücadelede, Sisifos kaderine boyun eğmez, aksine onu sahiplenir ve taşını iterken kendi varoluşunu yeniden inşa eder. Çünkü Sisifos, anlam aramak yerine anlam yaratmayı seçmiştir.

Ne demişti Özdemir Asaf, diye atıldı Ayna Adam;

Yenileceğini bile bile niye deniyorsun?  diye sorana
Öleceğini bile bile niye yaşıyorsun? diyemedim.

Mutluluk: Hedonik mi, Ödenik mi?

Mutluluk üzerine yapılan araştırmalarda genellikle iki tür mutluluktan bahsedilir:

  • Hedonik mutluluk: Zevk almak, acıdan kaçmak, anlık tatminler… Güzel bir yemek, bir dost sohbeti, bir başarının getirdiği gurur… Kısadır ama yoğundur.
  • Ödenik mutluluk: Daha uzun vadeli, derin ve anlamlı bir tatmin duygusudur. Zorluklar, mücadeleler ve fedakârlık içerir ama insanın varoluşunu sağlamlaştırır.

Sisifos için ilk bakışta hedonik bir mutluluk yok gibidir. Her gün aynı kayayı itmek, her defasında onun düşmesini izlemek nasıl mutluluk getirebilir? Ama işte burada ödenik mutluluk devreye girer. Çünkü Sisifos’un mutluluğu, mücadelenin kendisindedir. O, taşı iterken kendi isyanında özgürdür.

Ayna Adam, içimdeki sorgulayan ses, eğilip kulağıma fısıldıyor:
“Belki de asıl trajedi, taşın hiç düşmemesi olurdu. Çünkü mücadele yoksa, anlam da yoktur.”

Hayatın Rutinliğinin Farkına Varmak: Absürde Uyanış

Sabah gözlerimizi açıyoruz, uykunun ağırlığını atmak için bir fincan kahveye sarılıyoruz. Aynı yolları adımlıyor, aynı yüzlere selam veriyoruz. Gün boyu zihnimiz bir ritüelin içinde kayboluyor, akşam ise yorgun argın yatağa uzanıyoruz. Ve ertesi gün, tıpkı dün gibi başlıyor. Sonra ertesi gün aynı döngü yeniden başlıyor.

Tıpkı Groundhog Day (Dün Aslında Bugündü) filmindeki gibi, sürekli kendini tekrarlayan bir döngünün içindeyiz. Ancak bizim döngümüz filmdeki kadar belirgin değil; farkına varmamız zaman alıyor. Bir gün ansızın durup düşünüyoruz: “Bu döngünün anlamı ne?”

Camus’ye göre, işte bu an absürde uyanış anıdır. Rutinlerin farkına varırız, hayatın döngüselliğini hissederiz ve içimizi anlamsızlık korkusu kaplar. Ama burada iki yol vardır:

  1. Anlamı dışarıda aramak: Din, ideoloji, başarı, statü gibi kavramlara sarılmak.
  2. Anlamı kendimiz yaratmak: Hayata rağmen, saçmalığını bilerek, onu yaşamak.

Sisifos ikinci yolu seçer. O taşın düşeceğini bilir ama yine de onu iter. Sisifos için zirve, bir son değil, döngünün bir parçasıdır. Taş her seferinde düşecek, o ise her seferinde onu itecek. Çünkü anlam, taşın zirveye ulaşmasında değil, onu iterken yaşanan farkındalıktadır.

Anlam Aramak mı, Anlam Yaratmak mı?

Bazıları hayatın anlamını dışarıda arar: Bir inançta, bir kariyerde, bir başarıda… Ama Sisifos’un yaptığı anlamı yaratmaktır. Çünkü dışarıdan gelen anlamlar geçicidir, ama kendi yarattıklarımız bizimdir.

Bu noktada, Delfi Tapınağı’nın kapısında yazan sözün önemi ortaya çıkar:

Kendini bil.

Sisifos belki o kayanın altında ezileceğini biliyordu. Ama önemli olan ezilmek değil, başkaldırırken ne hissettiğimizdir.

Ve belki de en büyük özgürlük, hayatın anlamını aramaktan vazgeçip, onu kendimiz yaratmaktır. Belki de bu yüzden “kendini bilmek” için “kendimizi bulmamız” gerekir. Çünkü anlam yaratmak, ancak kendini bilmekle başlar. Bunun içinse, insanın kendi karanlığına bakma ve orada parlayan küçük bir ışığı fark etme cesaretini göstermesi gerekir. O yolculuğa çıkabilmeli…

Peki, sen kendi taşını nasıl taşıyorsun? Onu bir yük olarak mı görüyorsun, yoksa kendi varoluşunun bir parçası olarak mı kabul ediyorsun?


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Read More

03 Mar Umutsuzlar Parkında Ayna Adamla Bir Gece

Binlerce ama binlerce yıldır yaşıyorum.
Bunu göklerden anlıyorum, kendimden anlıyorum biraz.
İnsan, insan, insandan… Ne iyi ne de kötü.
Kolumu  sallıyorum yürürken, kötüysem yüzümü buruşturuyorum
Çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum.

Ayna Adam yanı başımda. Gözleri kapalı, dinliyor. Biliyorum, o da aynı parkın içinde.

Bu park bizim. Bu park herkesin. Bu park, yalnızlığın en kalabalık hali.

“Ne demek binlerce yıldır yaşıyorum?”diyor.
“Belki de her insan kendi geçmişinin toplamıdır,” diyorum.
“Ya geleceği?”
“Gelecek, değişmekle gelir. Ama değişmek mi gerçekten?”

Sessizlik.
Sonra şairin sesi içimizde yankılanıyor:

Biri mi öldü, biri mi sevindi, değişmek koyuyorlar adını

“Ölen kim?” diyor Ayna Adam.
“Bilmiyorum. Belki eski ben.”
“Yeniden doğan?”
“Yine ben. Ama tanıyamadığım halim.”

Ayna Adam sigarasını derin bir nefesle söndürüyor.
Göğe bakıyor, yıldızlar çok uzakta. Bir şey söyleyecek gibi oluyor, ama susuyor.

Oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan
Ve geçilmiyor ki benim
Duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan.

Yapılmışlık. Bir kalıba dökülmek, bir şekle girmek…
Ve sonra o şekilden çıkmaya çalışırken kaybolmak.

“Değişmek dediğin nedir ki?” diyorum.
“Kimine göre unutmak, kimine göre erimek.”
“Ya sana göre?”
“Bana göre kendimi ayırmak,” diyor Ayna Adam. “Yapayalnız olmaktaki kendimi.”

Bunu onlardan anlıyorum biraz.
Erimek, bir olmak ve unutulmak içindeki onlardan.
Ya da bir başkaca şey…

Masa, İnsan ve Yalnızlık

Edip Cansever’in masasını bilirsin. Hani şu her şeyin üzerine konduğu masa. İnsanların, eşyanın, düşüncelerin, yüklerin…
Ve sonunda, şairin alaycı sesiyle dile gelen şu cümle:

Masa da masaymış ha.

Bir masa kadar güçlü olabilir mi insan?
Onca ağırlığı taşıyabilir mi?
Belki de bütün mesele, taşıyıp taşıyamamak değil.
Bütün mesele, o masanın üzerine ne koyduğun.

“Senin masan var mı?” diyor Ayna Adam.
“Var. Üzerinde eski defterler, kaybolmuş adresler, yarım kalmış yazılar…”
“İnsan da bazen masa gibi olur, değil mi?”
“İnsan en çok masa gibi olur. Bütün ağırlıkları taşır ama kendi için bir şey olamaz.”

Gülüyoruz.
Ama bu, neşeli bir gülüş değil.
Bir masanın altına saklanmış, yıllanmış bir gülüş.

Ve sonra, yok artık sıkılıyorum, diyorum.
Ne demek bu?
Bilmiyorum. Ama hissediyorum.

İçinden Doğru Sevdim Seni

Gece ilerliyor.
Parkın ışıkları yüzümüze düşüyor.
Ayna Adam oturduğu yerde hafifçe geriye yaslanıyor.

“Peki sevgi?”diyor.
“Ne olmuş sevgiye?”
“Sen hiç içinden doğru sevdin mi?”

Bir an duruyorum.
İçimde bir cümle yankılanıyor.

İçinden doğru sevdim seni.

“Belki de bir insanı en çok, ona hiç söyleyemediğin sevgiyle seversin.”
“Ama sevilmek için görünür olmak gerekir.”
“Peki ya sevmek?”

Gözlerini kapatıyor. Ağaçların arasından bir karanfil düşüyor.
Belki de Yerçekimli Karanfil bu.
Düşerken bile bir ağırlığı var.

“Her şeyin bir ağırlığı var,” diyorum.
“Ama bazı şeylerin ağırlığı görünmez.”
“Mesela?”
“Bir gülüşün, bir dokunuşun, bir kelimenin… Bir insanın eksikliğinin.”

Eksiklik en ağır yüktür.
Onu taşıyamazsın, yere bırakamazsın, adını bile koyamazsın.
Ama o hep seninle gelir.

Adsız Bir Çiçek Gibi

Sabaha karşı parkın rengi değişiyor. İnsanlar yavaş yavaş kayboluyor. Sanki gece boyunca burada sadece biz varmışız gibi.
Ayna Adam ayağa kalkıyor.

“Gidiyor musun?” diyorum.
“Gitmiyorum,” diyor. “Seninle beraber kalıyorum.”

Biliyorum ki doğru söylüyor.Çünkü o bir ses, benim iç sesim.

Şairin de dediği gibi:

Adsız bir çiçek gibi

Kimsesiz bir çiçek gibi. Büyür içimde yalnızlığım.

Ve yalnızlık, sanılanın aksine, bizi eksiltmiyor.
Bazen tam da yalnızlığımızda büyüyoruz.
Geriye sadece bir masa kalıyor.
Üzerinde birkaç sözcük, bir yazının kırıntıları…

Ve biz, Umutsuzlar Parkı’nda bir gece daha yaşıyoruz.

Binlerce ama binlerce yıldır olduğu gibi.


Edip Cansever’le ilk kez Umutsuzlar Parkı Bölüm 3’te tanıştım.
Cemal Süreya’nın, Dostoyevski’yi okuduğu günden beri huzurunun kaçtığını söylerler.
Benim de Edip Cansever’i okuduğumdan beri başka bir türlü bakar oldum her şeye.
Kelimelerin arasında gezinen yalnızlığın, parkların içine sinmiş umutsuzluğun, bir masaya yüklenen anlamın, bir çiçeğin taşıdığı ağırlığın farkına vardım.
Bazen bir şiir seni değiştirir. Ve bazen, bir şiirle değiştiğini fark ettiğinde, artık hiçbir şeye eskisi gibi bakamazsın.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Not: Onca Edip Cansever şiirinden sadece dört tanesine dokunabildim.  (Umutsuzlar Parkı Bölüm 3, Adsız Bir Çiçek, İçinden Doğru Sevdim Seni ve Yerçekimli Karanfil) Oysa aklımda daha onca şiiri vardı onlarda belki başka bir yazıya kaldılar.
Şiire dair yazılarım ilk değildi bunlar da var;

İhtiyacı olanındır Şiir…
Şarkılardan Şiire
Sevda ile Sevgi

Son da olmayacak…

Read More