distopya arşivleri - Anıl Şakrak Çıkmazı
158
archive,tag,tag-distopya,tag-158,wp-theme-bridge,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-title-hidden,qode-theme-ver-9.1.3,wpb-js-composer js-comp-ver-4.11.2.1,vc_responsive

25 May Bilgiye Uyanmak, Veride Kaybolmak

Anlam, Verinin Sustuğu Yerde Başlar…

Cuma günü, öğleden sonra dördü biraz geçe Ankara’dan İzmir’e doğru yola koyulmuştum.

Radyonun frekansını değiştirirken, zihnimde yankılanan son dört günün gürültüsünü bastırmaya çalışıyordum. Ankara, üzerimde kalın bir anlam tabakası bırakmıştı — ne tam soğuyan ne de hala yanan bir iz gibi. Hâlâ başlanıp bitirilmeyen yazım dolaşıyordu zihnimin derinliklerinde.

Zihnimin kıyısında ise, yeni işimin getirdiği belirsizlikler ve fırsatlar birbirine karışıyor, kafamın içinde trafik levhalarına benzeyen fikirler belirip kayboluyordu. Tam o anda, yolun kenarında beliren bir tabela gibi uyarıldım:

“Radar”

Uyarılmıştım. Artık yol boyunca yeni alınan yapay zekâ destekli radarlarla çok karşılaşacaktım. Uyanık kalmalıydım.

İzmir’e kadar uzanan bu asfalt metaforunda bana eşlik edecek bir ses lazımdı. Favori podcast listemde gezinirken, Meksika Açmazı‘nın son bölümü sona erdi ve Haddini Aşan Yaşam Rehberi otomatik olarak çalmaya başladı. Aybars yüzünden dün akşamdan beri alkolümde hâlâ kan dolaşıyordu.

Dinlemeye başladım. Sonuçta büyüyünce Serdar Kuzuloğlu olmak isteyen biri, bu çağrıya kulak tıkayamazdı.

Ama sonra düşündüm:

Ben hiçbir zaman Serdar Kuzuloğlu olamayacağım. Çünkü hiç büyümeyecektim.


Veri, Bilgi ve Bilgeliğin Kayıp Haritası

Bu düşünce, bunca veri bombardımanı altında zihnimde yeni bağlantılar kurmaya başladı. Podcast bölümü, yalnızca “bilgi”nin değil, “bilgisizlik”in de bir yolculuk olduğuna işaret ediyordu.

Bilginin salt toplanan verilerden ibaret olmadığını, bazen neyi bilmediğimizi bilmenin daha büyük bir erdem olduğunu hatırlattı bana. Serdar Kuzuloğlu’nun sesinden dökülen kelimeler, veriyle boğulan çağımızda bir nehir gibi aktı kulağıma:

Bilgi, işlenmiş veridir.

Veri, sadece ölçülmüş, sayılmış, bir yerlere kaydedilmiş çıplak gerçekliktir. 50 yaşında olmak bir veridir mesela. Ama 50 yaşında olmanın ne demek olduğunu, o yaşta bir insanın neler hissettiğini bilmek — işte o bilgiye açılan kapıdır.

Veri soğuktur. Bilgi, ona anlam yüklediğimizde doğar. Tıpkı bir kelimenin tek başına hiçbir şey ifade etmemesi gibi… bağlamına oturmadıkça, bir cümleye, bir duyguya dönüşmedikçe…


Ayna Adam’dan Yansıyanlar

Podcast boyunca anlatılan her örnek, içimdeki Ayna Adam’ı uyandırdı.

Biliyor musun, dedi, artık her şey sayıya dökülebilir ama hiçbir şey anlatılamaz hale geliyor. Sayısallaştırmak insanı somutlaştırmaz, sadece soyut bir dünyaya hapseder.

Böyle dedi. Sonra sustu.

Ve ben düşündüm:

Sonsuz veri denizinde kulaç atıyoruz ama ne tarafa gittiğimizi bilmiyoruz. Bilgi pusuladır. Ama pusulanın gösterdiği yönü okuyabilecek bir bilinç gerekir. O bilinç, işte orada, insanın en kırılgan ama en güçlü yerinde saklıdır.

Veri, gözlerimizle gördüğümüzdür.
Bilgi, gözlerimizi kapattığımızda hâlâ görebildiğimiz…


T.S. Eliot ve Yunus’un Aynasında

Arabanın içi düşüncelerle dolarken, yol kenarında ardı ardına dizilmiş tabelalar bana bir distopyayı hatırlatıyordu. 1984’teki tele-ekranların gözleyici soğukluğunda, Cesur Yeni Dünya’nın yapay huzuruyla karışık dozunda…

“Where is the wisdom we have lost in knowledge?
Where is the knowledge we have lost in information?”T.S. Eliot, The Rock

Eliot, bu iki cümlede sadece bir çağın değil, bir zihnin de kayboluşunu anlatır. Enformasyonun içinde boğulurken bilgiyi; bilginin içinde çırpınırken bilgeliği yitirdik. Modernlik, hızı artırdı ama derinliği azalttı. Her şeyi öğrendik, ama kendimizi unuttuk.

Ve sonra bir ses daha geldi, Anadolu’nun iç sesi:

“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir.”Yunus Emre

Batı’nın bilgiyle yitirdiği bilgelik, Doğu’nun içe bakışında yeniden belirir. Bilgi artık dışsal bir güç değil, içsel bir aynadır. Ve o aynada yüzümüze bakmak, işte gerçek ilimdir.


Yola Devam

Bir zamanlar düş kuranların kaleme aldığı distopyalar, bugünün soğuk ekranlarında kendine yeni bir hayat bulmuştu. Ve ben, o ekranların dışında bir yer arıyordum. Dışında kalabildiğim bir hakikat. Bir nehir gibi akmalıydı, durmadan ama kendi yatağında.

Bilgiye ulaşmak cesaret ister; çünkü her bilgi biraz da kendini bilmektir.

Yolun sonuna yaklaşırken, Gökyüzü artık tamamen kararmış, sanki yeryüzüne bir bilinmezlik perdesi inmişti. Işık değil, anlam çekilmişti gökyüzünden. Güneşin batışıyla değil, bilgeliğin içine çekilmesiyle karanlık oluyordu artık.

Bir tabela beliriverdi: “İzmir”

Sanki bir Borges öyküsünden fırlamıştı bu an. Zaman kıvrılmış, anlam bir parantez içinde tutulmuştu. Veri hâlâ akıyor, ama bilgi artık göz kapaklarımın ardında şekil alıyordu. Yol bitmiyordu, sadece anlam değiştiriyordu.

Ayna Adam camdan başını çekip son kez konuştu:

“Uyumayanlar için gece başlamaz.”

Ve ben, radyoyu kapatıp kendi iç sesimi açtım.

Yol devam etti.


Son Söz:

“Anlam, verinin sustuğu yerde başlar.”


### Dipnotlar:

 

Read More

27 Mar Bir Sinematik Tavşan Deliği

İnsan, gerçeğin ne kadarını kaldırabilir?

🎞️ Prolog: Perde Kalkmadan Önce

Viski dolabımda The Scotch Malt Whisky Society’den alınmış 9 yıllık bir Highland Malt var. Etikette yazan isim çarpıcı: “A Cinematic Rabbit Hole”. Ama hayır, bu gece konumuz viski değil.

“William Wallace İskoç değil miydi?” der Ayna Adam, koltuğun kenarından gözlerini bana çevirerek.

Kiefer Sutherland’ın hak ettiği değeri bulamamış bir dizisi var: Rabbit Hole.

“Bu aralar herkes o diziden bir alıntı paylaşıyor, fark ettin mi?” diye devam eder Ayna Adam, sesi biraz daha kısık.

Bu yazının da ilgisi var o tavşan deliğiyle. Hem İskoçya’yla olan o özgürlük hayaliyle, hem de politik kurgu ve gerçekliğin birbirine karıştığı dizilerle.

O zaman… Perdeyi kaldıralım.


🕯️ Kıvılcımın Doğduğu An

Aydınlanma Çağı…
Kütüphanelerin gözlerinden ışık sızıyor.
Felsefenin dili çözülüyor.
Ve insan, ilk defa kendi aklına danışıyor.

Voltaire, Rousseau, Diderot — sanki yıldızlardan tohum almışlar da zihin toprağına serpmişler.
Toplumun kulaklarında yankılanan ilk sorulardan biri bu:
“Neden boyun eğiyoruz?”

Ayna Adam hafifçe güler, gözlüğünü çıkarır hayali gözlerinden.
“Çünkü düşünmek zahmetli iştir,” der.
“Çünkü düşünmek, kanat takmak gibidir; önce sırtına ağırlık yapar, sonra göğe yükseltir.”

O an anlıyorum,
Aydınlanma bir devrimden çok, bir iç yangındı.
Ve Paris’te, 1789’un taş sokaklarında yürüyen kalabalıklar,
aslında kendilerine yürüyorlardı.


🧱 Barikatların Ardındaki Rüya

Yıl 1871. Paris…
Barikatların ardında işçiler, öğretmenler, düş kuranlar var.
Kadınlar meclis kuruyor, çocuklar özgürlüğü ezbere sayıyor.
Ve Komün, 2 ay 1 hafta 3  gün boyunca göğe açılan bir umut penceresi oluyor.

Ayna Adam bir İskoç çayı koyuyor bu kısımda, buzsuz ve sessiz.
“Biliyor musun,” diyor,
“Komün’ün en güzel yanı, hayal ettiğini denemeye cesaret etmesiydi.
Ama en trajik yanı da… hayalin gerçeklikle tanıştığında boyun eğmesi oldu.”

Komün, Aydınlanma’nın son sınavıydı belki de.
Düşünce, silaha dönüştüğünde
ve silah, düşünceyi bastırdığında
büyük idealler kırılırdı.


🧠 Gerçeklik Kodlarının Kırıldığı Yer

Zaman ileri sarıyor.
Dünya, dijital maskelerle dolu; her yüz, başka bir algoritmanın kurgusu.
Ve demokrasi, çoğu ülkede artık bir “etiket” yalnızca.
Seçimler var, evet.
Ama gerçek bir tercih yok.

Ayna Adam dizüstüne uzanmış, parmaklarında dönen bir USB bellek.
“Şimdi bak,” diyor,
“bu dizide anlatılanlar sır değil artık. Rabbit Hole…
Gerçekliğin nasıl manipüle edildiğini gözümüze sokuyor. Ama insanlar hâlâ gözlerini kapatıyor.”

Dizi, bir adamın aklında yolculuk yapıyor.
Algının kırılganlığına ve ‘hakikat’ adı verilen maskeye dokunuyor.
Bilgi, silaha dönüştürülmüş.
Ve bilgiye sahip olan, gerçekliği yazan oluyor.

Tam da Orwell’in dediği gibi:

“Geçmişi kontrol eden, geleceği kontrol eder.
Bugünü kontrol eden, geçmişi kontrol eder.”


🌒 Gölgeler Ülkesinde Yankılar

Distopyalar, gelecekten korkanların bugünü anlatma biçimi…
1984, Cesur Yeni Dünya, Fahrenheit 451…
Her biri bir uyarı sireni gibi çalıyor zihnimizde.
Ve her biri, özgürlüğün ne kadar kolay elimizden alınabileceğini gösteriyor.

Ayna Adam biraz yaklaşır, bu sefer sesi daha kısık.
“Dikkat et,” der.
“Özgürlük, artık sana sorulmuyor. Ne kadarını kabul edeceğini seçmen isteniyor sadece.”

Demokrasi, çoğu yerde bir vitrin.
Arkasında ise karanlık bir depo: sansürler, gözetleme, sessizlik.
Tıpkı bir distopya romanının ilk sayfaları gibi.


🕳️ Tavşan Deliğinin Kıyısında

Belki de artık uyanmanın zamanı.
Çünkü hakikat, konforlu bir koltukta değil;
bilakis, dikenli soruların içinde saklı.

Fransız Komünü’nün idealleri,
Aydınlanma’nın ışığı,
ve distopyaların karanlık uyarıları…

Hepsi bir tavşan deliğine çıkıyor sonunda.
Ve bizden cesaret bekliyor.

Ayna Adam elini omzuma koyar gibi yapıyor.
“Haydi,” diyor,
“bir kez de bu sefer biz atlayalım. Gerçeklikten korkma.
Çünkü asıl karanlık, hiç sorgulamadığında başlar.”


🎬 Epilog: Sessizliğin İçinden

Ama artık kelimeler değil, sessizlik anlatıyor içimizdeki dengesiz teraziyi.

Ülke, çocuklarına bakarken korkularını görüyor, kelimeler, taraf seçmeye mecbur bırakılıyor. Annelerin gözlerinde gelecek yok, sadece direnmenin yorgunluğu var.

Eşitlik bir harita gibi, ama yolları hep başka yöne çıkıyor. Hürriyet, bir zamanlar haykırıştı, şimdi ise sadece içe çekilen bir şüphe.

Adaletse, sessiz bir kuyudan yükselmeyen yankılar kadar uzakta.

Ama belki de, bir gün, sessizliğin içinden bir ses yükselecek: “Buradayım.”

Ve biz, o sesi bir alfabe gibi çözüp, yeniden yazacağız birbirimizi.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


Read More

09 Mar Kendi Distopyamızı Yazarken

Yankı odaları ve Yeni Ütopyalar

“Özgürlüğün olmadığı yerde, yazgımızı belirleme yetimizi kaybederiz. Ne seçebiliriz, ne düşünebiliriz.
Ve günün birinde, onu özlemeyi bile unuturuz.”

Distopya edebiyatıyla ilk kez lise yıllarında, Madame Lilliane sayesinde tanıştım. Dönem ödevi olarak bana Cesur Yeni Dünya’yı vermişti. O zamanlar kitabı yalnızca bir bilim kurgu eseri olarak algılamıştım. Fakat yıllar geçtikçe fark ettim ki Huxley’nin anlattıkları yalnızca bir gelecek tasviri değil, giderek içine sürüklendiğimiz bir gerçeklikti. Şimdi geriye dönüp baktığımda, o sayfalarda aslında bugünü okuduğumu anlıyorum.

Düşünceyi Öldüren Sessiz Yankılar

Yaşadığımız çağ, Orwell’in 1984’ünden çok Huxley’nin Cesur Yeni Dünyasına benziyor gibi görünse de, belki de gerçeklik ikisinin bir karışımı haline geldi. Artık bizi büyük biraderin baskısıyla değil, haz ve unutkanlıkla kontrol ediyorlar. Düşünmeyi unuturken, neyin mümkün olduğuna dair çizgilerimiz de daralıyor.

İktidarlar ve Yeni Ütopyalar: Tatlı Rüyalar Gören Köleler

Eskiden iktidarlar kendilerini zorla kabul ettirirdi. Bugün ise kabul ettirmek yerine, sevilmeyi tercih ediyorlar. Devletler ve büyük şirketler, vatandaşlarını birer müşteri olarak görüyor ve müşterinin memnun kalması gerekiyor. Peki, nasıl?

  1. Sonsuz Eğlence ve Anlık Tatmin

    Modern dünya, insanları yönetmenin en etkili yolunun onlara sınırsız eğlence sunmak olduğunu keşfetti. Artık her an, her yerde tüketilebilecek bir içerik bombardımanı altındayız: Sonsuz sosyal medya akışları, biteviye dizi maratonları, mobil oyunlar ve yapay zekâ destekli eğlence platformları… Bunlar, insanın zihnini meşgul ederek ona sistemin dışına çıkma fırsatı tanımıyor. Sürekli yeni bir haz, yeni bir tatmin sunulurken, bireyin kendisini ve dünyayı sorgulamak için hiç zamanı olmuyor. Tıpkı Huxley’nin ‘soma’sı gibi, modern dünyanın sunduğu eğlence de bir tür uyuşturucuya dönüşüyor. Ancak bu uyuşturucu, baskı yoluyla değil, gönüllü olarak tüketiliyor.

  2. Alternatif Gerçeklikler

    Gerçekliğin şekillendirilmesi artık bir baskı aracı olmaktan çıkıp bir manipülasyon sanatı hâline geldi. Orwell’in 1984’ünde gerçek, sürekli değiştirilerek ve geçmiş yeniden yazılarak kontrol ediliyordu. Bugün ise gerçeklik, bizzat bireylerin inançlarına göre şekillendiriliyor. Algoritmalar ve sosyal medya, herkesin sadece kendi dünya görüşüne uygun haberleri almasını sağlıyor. Böylece ortak bir gerçeklikten çok, kişisel baloncuklar içinde yaşayan bireyler oluşuyor.Philip K. Dick’in Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi? eserinde olduğu gibi, gerçek ile simülasyon arasındaki çizgi giderek bulanıklaşıyor. Cesur Yeni Dünya’da olduğu gibi, sahte mutluluklar ve yapay tatminlerle bireylerin gerçeği sorgulaması engelleniyor. William Gibson’ın Neuromancerında betimlenen sanal gerçeklik dünyaları, günümüzde metaverse teknolojileriyle neredeyse gerçek oluyor.Bu durum, insanları yalnızca kontrol edilebilir değil, aynı zamanda manipüle edilebilir kılıyor. Gerçeklik, artık herkes için farklı bir yansıma hâline geldiğinde, toplumsal değişim için ortak bir bilinç oluşturmak neredeyse imkânsızlaşıyor.

  3. Yapay Seçenekler: Özgürlük Algısı

    Günümüzde bireylere özgür oldukları yanılsaması veriliyor. Seçenekler sonsuz gibi görünse de, aslında seçimler belirlenmiş sınırlar içinde gerçekleşiyor. Fast food zincirlerinde hangi hamburgeri yiyeceğinize karar verebilirsiniz ama gıda sektörünü kimlerin kontrol ettiğini sorgulamazsınız. Netflix’te binlerce dizi ve film arasında kaybolabilirsiniz ama bunların sunduğu dünya görüşünü değiştiremezsiniz. Seçimler sunulmuş gibi görünse de, temel yapılar sorgulanmıyor ve sistem değişmiyor. Noam Chomsky’nin Rızanın İmalatı kitabında belirttiği gibi, medyanın sunduğu haberler dahi görünürde çeşitlilik içerirken, aslında hep aynı çerçevenin içinde kalır.

  4. Bireyselleşme ve Kolektif Bilincin Zayıflaması

    Eskiden toplumsal değişimler büyük grupların hareketleriyle olurdu. Ancak günümüzde bireyselleşme teşvik ediliyor. İnsanlar kendi başarılarına odaklanıyor, kendi mutluluklarını arıyor ve kolektif bilincin gerekliliğini unutuyor. Franz Kafka’nın Dava adlı eserinde olduğu gibi, birey yalnızlaştıkça sistemin ezici gücü karşısında daha savunmasız hâle geliyor. Zygmunt Bauman’ın Akışkan Modernite kavramında belirttiği gibi, modern toplumlar artık katı yapılardan değil, geçici ve hızla değişen bireysel bağlantılardan oluşuyor. Bunun sonucunda ortak mücadeleler, yerini kişisel çıkarlara bırakıyor.

Bizim Distopyamız Hangisi? Henüz Yazılmadı mı?

Bugünün en büyük tehdidi Orwell’in bütünüyle baskıcı düzeni ya da Huxley’nin haz toplumu değil, gerçekliğin tamamen parçalanması ve insanlığın ortak bir anlamda birleşememesi.

  • Daha fazla bilgiye erişiyoruz ama daha az düşünüyoruz.
  • Daha çok bağlantı kuruyoruz ama daha yalnızız.
  • Daha fazla “seçim” hakkımız var ama daha az özgürüz.

Bütün bunları düşündüğümüzde, en tehlikeli distopya henüz yazılmamış olan değil, şu anda yaşadığımız ve fark etmediğimiz distopyadır. Orwell’in distopyasında insanlar zorla itaat ettiriliyordu, bizimkinde ise mutlu bir gönüllülükle kabulleniyorlar.

İnsanlık Nereye Gidiyor?

Gelecek konusunda iki ihtimal var:

  1. Unutkanlık ve Çöküş

    İnsanlar, sürekli eğlence ve tüketim döngüsü içinde gerçekliği kaybeder. Kolektif hafıza silinir ve toplum, düşünme gereği duymadan anlık tatminlerle varlığını sürdürmeye devam eder. Tıpkı Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451kitabında olduğu gibi, bilgiye ulaşmak yerine, onu yok sayan ve sorgulamayan bir toplum yaratılır. Sonunda insanlık, kendi geçmişini ve geleceğini yitiren, kontrol edilmesi kolay bir varlığa dönüşür.

  2. Yeni Ütopyalar ve Uyanış

    İnsanlık, bireysel farkındalık ve kolektif bilinçle yeniden örgütlenir. Gerçekle yüzleşmek cesaret ister ve bu cesareti gösterenler, sistemin dışına çıkmayı başarabilir. Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler kitabında olduğu gibi, kapitalizmin ve bireysel çıkarların ötesinde, ortak bir gelecek inşa etmeye çalışanlar ortaya çıkar. Bu senaryoda, insanlar haz yerine anlamı arar, tüketim yerine üretimi seçer ve gerçeği kendi elleriyle inşa eder.

Peki, hangi ihtimalin gerçekleşeceği neye bağlı?

Son Söz

Ayna Adam fısıldıyor:

— Bizim cesaretimize.

Bugün, düşünmeyi, sorgulamayı, hayal etmeyi bırakırsak, geleceğimiz şimdiden yazılmış demektir. Ama hâlâ bir ihtimal var: Eğer yeni ütopyalar yaratabilirsek, yaşadığımız distopyayı aşabiliriz.

Sonuçta, her şey bir soruyla başlar:

Başka bir dünya mümkün mü?

Ve en büyük devrim, bu soruya hâlâ “evet” diyebilmektir.


Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, tekrar görüşmek umuduyla,
Hadi Eyvallah…


 

Read More