24 May Ölüm(süz)
Apita dedem bayram sabahı her zamanki gibi erkenden kalkmıştı. Yatmadan önce bayram namazı saatin kontrol etmiş ve ona göre güzergahını planlamıştı. Erken gideceği için o saatte çiçekçi bulamam diye tedbirli davranmış ve bir gün önceden almıştı çiçekleri. Sabah kalktı, abdestini aldı ve ilk durağı Adalızade Mezarlığına gitti her bayramda yaptığı gibi. Sevdiklerini ziyaret etti, bugün kavuşacaklarını bilmeden. Ardından bayram namazı için Kaleiçi camine gitti. Namazını kılıp dostlarıyla ve cemaatle bayramlaştı. Cami çıkışında her zamanki gibi tatlı maya ekmeği satan tezgah orada idi. Sıra vardı, sırasını bekledi ve sıcak ekmeğini alıp sahilden eve yürüdü. Asansörsüz olan apartmanda 5. Kata çıktı.
Biz karşı apartmanda oturuyorduk. Cümbür cemaat klasik bir bayram sabahı idi. Halamlar bayram için Nazilli’den bize gelmişlerdi. Klasik olarak salonda yere upuzun bir yatak yazılmış ve biz çocuklar testi gibi oraya dizilmiş yatıyorduk.
Bayram sabahı idi nasıl daha yatakta olunur diyen “Gestapo Subayı” Sönmez Eniştemin tacizleriyle yer yatağı toparlanma operasyonu başlamıştı. Direnmek pek mümkün değildi kendisine.
Sonra evde farklı bir hareketlilik oldu, kapı çaldı. Gestapo apar topar evden çıktı. Sonra Enise Teyzem geldi, öldü dedi.
Sabah çiçek bıraktığı mezara ikindi de defnedildi. Yorgun kalbi onu yolda bırakmış ve kimseye yük olmadan tertemiz ölmüştü.Bir hikaye gibi anlattığım olay benim ölümle bilinçli olarak ilk karşılamamdı. Tarihini hatırlamıyorum sanırım ilkokuldaydım. Ahmet Dedem ya da benim tabirimle Apita dedem, anne dedesini hiç görmemiş ve baba dedesini ise görmüş ama gördüğünü hatırlayacak yaşta olmamış biri için dede figürü idi. O gün “ne güzel bir ölüm” demişlerdi anlamlandıramıştım.
Bu hafta sokağa çıkma yasakları nedeni ile geleneksel yazı şekilendirme rituelim olan Pazartesi sabahı İzmir-Manisa yolculuğu ve 07:30 da kahve eşliğinde ana hatlarını hazırlama fırsatım olmadı. Haftanın geri kalanında da (cuma hariç) evden çalıştığım için facebook’da başlayıp bulaşı yüksek olan şu albüm paylaşma zincirine atıfta bulunarak müzik üzerine birşeyler yazmaya başlamıştım.
Ama nasıl olduysa Cuma sabahı yatakta bu anı geldi bana. Hani olur ya, saat 7’de çalacaktır ve siz 7’e 5 kala uyanır ama saate bakmadan hissedersiniz ve çalana kadar düş kurarsınız. İşte tam öyle bir anda bu anı aklıma geldi ve yazı şekillenmeye başladı. Can Yücel’in daha sonra bir yazımda kullanmayı planladığım şiir yazarken ilham perisinin gelişini anlatışı vardır, tıpkı onun gibi oldu. Yazı kafamda şekilleniyordu ve düşündüklerimini eğer yazmazsam unutacağım diye korkup, kalkayım bari dedim.
Elimi telefona götürdüm ve saate baktım: 4. Aklıma hemen Zülfü Livaneli’nin “Saat 4 Yoksun” ile başlayan şarkısı geldi. Sonra öf ya dedim şimdi bu saatte kalkılır mı? Ama cümleler akmaya devam ediyordu, içimden gelen bu yazma çağrısına daha fazla direnemedim ve kalktım. Ne kadar sessiz olmaya çalışsam da Burcu uyandı. Saati sordu, söyledim. Bu saatte işe gitmiyorsun değil mi dedi. Yok dedim uykum kaçtı birşeyler yazacağım diyerek odadan ses yapmadan çıkıp salona geçtim. Can Yücel’in ilham perisi tıpkı onun dediği gibi benim bulmuştu sabahın 4’ünde ve boş göndermek olmazdı.
Peki nereden geldi aklıma ölümle ilgili bir şeyler yazmak; bilinçaltının dışarı vurması diye düşünüyorum. Geçen hafta Perşembe günü, bir kez de tanışma fırsatı bulduğum değerli bir büyüğümüz için yapılan sanal anma gecesine katılma fırsatım oldu. Orada hayatlarına dokunduğu birçok insanın gerek ağlayarak gerekse de gülüp, gülümseterek onun için söylediklerini dinledim.
Ardından da bu hafta, benim onu tanıyıp takip ettiğim ama onun beni muhtemelen sadece adımdan bildiği bir hikaye anlatıcı abimizin sunumun seyrettim. Sunuma davet eden Can Kardeşim Murat “çok eğleneceğiz makaranın dipini vuracağız” diye tabirler kullanmıştı. Gülmeleri özlediğimiz bu günlerde, böyle bir usta hikaye anlatıcı ile gülmek çok iyi bir fikir gelmişti. Fakat toplantı başladığında “bugün 6 hikayem var ve sizleri biraz ağlatacağım” dediğinde; ben bu işin sonunu iyi görmüyorum demiştim. 20:30 da başlayan sohbet 23:30 da bitti.
Bilinçaltında biriken bu duygular saat 4’de uyku ile uyanıklık arasında giderken bir anda bir çatlak buldu ve yüzeye ulaştı, bende yazdım. Erken ölümleri, anmak ve ölümsüzleştirmek için, önceki yazılarımda birkaç kelam etmiştim. Ama bu sefer ölümün kendisine yöneldim.Yıllardır kendimce sorgular dururum varlığımın ve insan varlığının amacını. Burada hiçbir inancı tartışmayı düşünmüyorum. Yıllardır okudumlarım, okuduğumdan anladıklarım, içselleştirdiklerim ve uygulayabildiklerimle kendime göre bir inanç kavramım var. Daha anlayamadıklarım ve hatta hiçbir zaman anlayamayacaklarımın da bilincindeyim. Ama hala anlamak ve anlamlandırmak için varamayacağımı bile bile bu yolda yürümeye devam ediyorum. Ara ara durup, o zamana kadar nereye gelmişim bakmaya çalışıyorum. Bunlar genelde kimsenin okumasını istemediğim -kendimle dertleştiğim – günlüklerimin “Z raporları” bölümünde oluyorlar. İlk defa bunları başkaları ile paylaşacağım. Unutmayın bu okuduklarınızın raf ömrü var, ben hala arıyorum ve yeni patikalar çıkıyor gidilecek ve yazılacak.
İnsanoğlu yıllardır ölümsüzlük, mutluluk ve herşeyi bilmenin peşinde. Mutluluğa değindim ucundan “Ne zaman mutlu olmayı unuttuk” yazımda, ama daha tamamlanmadı o yazı, eksikleri var: bir tane daha mutluluk üzerine yazı gelecek hissediyorum. Herşeyi bilmek değil ama bitmeyen yeni şeyler öğrenme arzusu yani merak üzerine bir yazı da var taslaklarda. Ama ölüm(süz) üzerine birşeyler yazmak yoktu aklımda.
İlk ölümle yüzleşmemden sonra yıllar içinde başkaları da oldu ve olmaya da devam edecek. Kafka çok güzel söylemiş, “Ölümün olduğu dünya da aslında hiçbir şeyin anlamı yoktur”.
Yıllar içinde ölümle de yüzleşmeyi öğrenme yolunda ilerlemelerim oldu ama daha çok yol var.
Apita dedeme yakıştırılan o “güzel ölüm” kavramının, yıllar içinde benim hayatın anlamı konusudan fikirlerimin oluşmasında bir kilit taşı olduğunu anladım. Bir gün günlüğüme ne istiyorum bu hayattan diye yazdığımda “Mutlu ve Huzurlu bir ölüm” dedim. Çünkü biliyordum her zaman yapılacak çok daha fazla şey, okunacak çok daha fazla kitap, seyredilecek film, gezilecek yer, içilecek rakı ve sövülecek insan var. Tamam olduk diyemiyeceğiz bu bütüne ulaşma yolculuğunda. Her ölüm erkendir. Bunu da biliyorum.Yıl 1999 Kasım Ayı Cuma Günü, Çayırovası Arçelik tesislerinde bulunan İDEA Eğitim Merkezindeyim. Ergun Zoga’dan “Koç’da Çalışma Hayatı” adlı bir eğitime gireceğim. Perşembe akşamı fazla kaçırmışız ve tüm gün nasıl dayanacağım diye düşünmekteyim. Hayatımda katıldığım en iz bırakan eğitim idi. Daha önemlisi bize hafta sonu ödevi vermişti; okunacak 2 kitap. Ben hafta sonu o kitapları okumayı bitiremedim. O gün hediye edilen “Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı” kitabını 21 senedir başucu kitabım yaptım. Birçok dostuma hediye ettim.
Kitabın en can alıcı yer,; nasıl bir hayat yaşamak istediğini tarif etmek için kendi cenaze töreninden konuşacak insanların ne söylemelerini istediğini düşünmesini tavsiye etmesidir. Ölmeden önce ölün der bir nevi.
Şimdi tüm bunları düşündüğümde, ölümsüz olmak istemem, ölümdür hayatı sınırlandırarak ona anlam katan. Sonu olduğunu bilmeseydik eğer bu yaşamımızın keyif de alamazdık anlarımızdan.
Ölümden sonra ne var bu herkesin kendi inancına ait bir kavram, isteyen istediğine inanabilir. Sonunda inancı ile de yüzleşecek olan o olacak.
Ölümsüzlük ise, bu yazıyı tetikleyen girdiğim toplantıda anılan insanlar ve benim Apita dedem için yaptığım. İnanın bana adının Ahmet olduğunu hatırlamakta zorlandım ve hala akrabalık ilişkisi konusunda telefon joker hakkımı kullanıp, annemi aramadan konuyu toparlama şansım yoktu.
Ölümsüz olamıyorsunuz ama ölümün ötesine geçerek ölümsüzleşiyorsunuz. 2 haftadır girdiğim sohbetlerde bunu gördüm ve hissettim.Bir insan, ancak onu hatırlayacak insan kalmadığı zaman gerçekten ölür.
Azteklerin bir sözüdür bu. Ben kızılderili atasözü olsun da “Bir Kızılderili Reisin siz hiç yanıldığını gördünüz mü” yazmak istemiştim. Ama merak bu ya araştırınca Aztek atasözü olduğunu yazan bir kaynağa ulaştım. Ama benzerlerini Kızılderililer dahil benim önemli başka düşünürler de söylemiş.
“Hatırlandıkça devam vardır, ta ki, bir gün hiç anılmayıp unutuluncaya kadar…” – Kızılderi Atasözü
“Her insanın iki ölümü vardır. Biri öldüğünde, diğeri ismi son kez söylendiğinde. Bir anlamda insan ölümsüz kalabilir.” – Ernest Hemingway
“Öldüğünde, doğmadan önce ne isen o olacaksın. Adını hatırlayan son kişi öldüğünde de hiç doğmamış olacaksın” – Arthur SchopenhauerBen Apita dedemin adını unutmadım ve katıldığım sohbetlerde anılanların adlarını da hafızama kazıdım. Artık onlar benle de yaşayacaklar.
Bana hayatta ne istiyorsun diye sorduklarımda güzel yani mutlu ve huzurlu bir ölüm diyorum. Ölümün ötesine geçmek ise hayatlarına dokunduğum insanlarda beni andıracak bir hayat sürmek. Tabiki herkes gibi bende, ardımda bırakacaklarım için kaygılar duyuyorum. Bu nedenle sıraya ne kadar çok dikkat edilirse o kadar güzel olur.
Bu yazıda Cemal Süreya’nın bu şiiri paylaşmasaydım eksik kalırdı.Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir…Üstü kalsın…
Hepimize “Üstü Kalsın” diyebilecek bir yaşam diliyorum.
Ne kadar sürç-ü lisan ettikse af fola, haftaya görüşmek üzere, Eyvallah…
Bu hafta için kitap ve film önerilerim ise;
Bu kadar değindikten sonra bu haftanın kitabı olarak başka bir alternatifi düşünmedim bile. Piyasada birçok Kişisel Gerilim kitabı var. Bu kitabı hala okumaya başlamadıysanız, hemen başlayın. Pişman olmazsınız.
2007 yapımı bir film bu haftaki önerim. Kadro muhteşem, konu da bu haftanın yazı konusuna uydu. Çok daha fazla birşey yazmaya gerek bile yok. Jack Nicholson efsane oynuyor. Morgan Freeman’ın dinginliği ise muhteşem. Ölmeden önce izlenecekler listesinde olmalı.
Yapayzekalılaştıramadıklarımızdan mısınız? - Anıl Şakrak
Posted at 16:39h, 25 Haziran[…] beynim beni sabahın 4’nde kaldırıp bunları yazdırdı. Daha önce de aynı şekilde Ölüm(süz) yazımı böyle […]