20 Eyl Okulun İlk Günü
Yarın okullar açılıyor ya da açılıyor gibi yapılıyor. Çocuğu olan ya da okul giden yakını olan her birimizi bir endişe aldı gidiyor. Sanki virüsün yayılmasının tek nedeni okullar olacakmış gibi açılmasın diyen büyük bir çoğunluk var.
Haksız da değiller, virus okulların açılması ile yayılabilir. Ama zaten yayılmıyor mu?
Eğer bu korkuyu taşıyorsak aslında bu korkuyu yaratanın bizler olduğunu kabul ederek başlamalıyız konuşmaya. Normalleşme diye adlandıralan süreçte politikacısından, sokaktaki vatandaşa kadar hiç kimse basit kurallara uymadığı için bu haldeyiz. Okulları açmayarak çocuklarımızı korumayı düşünürken, eğitim eşitliğinin olmadı bir ülkede birçok çocuğun çevrimiçi derslere katılamadığını ve daha da kötüsü çocuklarımıza okulda dersler dışında verilen birçok sosyal becerinin artık verilemiyeceğini göz önüne almıyoruz. Güvendiğimiz genç neslin eğitim seviyesinden şikayet ederken şimdi o seviyeden de bahsedemez olacağız. Aynalarımızla yüzleşmeliyiz. Bunun asıl suçlusu bizleriz.
Neyse daha fazla sıkmayım kimseyi, zaten her birimizin derdi boyunu aştı. Bugün okulun ilk gününün bana ne ifade ettiği üzerine birşeyler paylaşmayı planlıyorum.
İlkokulda okulun ilk günü kavramı eğitim hayatımın diğer evrelerinden farklıdır. Bizim zamanımızda özel ilköğretim okulları olmadığından genelde herkes mahallesindeki en yakın okula giderdi. Bu nedenle olacak ki, okullar kapanınca da arkadaşlarınızı görmeye devam ederdiniz. Tabi ki bazı istisnalar olurdu; okulların kapanması ile yazlığa gidenler gibi. Kuşadası’nda okumanın avantajı olacak bizde yazlığa giden çok yoktu. Yazlık dediğimizde en fazla sahil Siteleri idi, yani bir dolmuş yolculuğu uzaklığında.
Ama ortaokula İzmir’de başlayınca işler biraz değişti. Sınıf arkadaşlarım İzmir’in farklı semtlerinden hatta il ve ilçelerden geliyorlardı. Değil tatillerde, hafta sonları bile İzmir’de olmayanlar vardı. Bende orta ikiye kadar her hafta sonu Kuşadası’na giderdim. Ama orta iki ile beraber İzmir’de zaman geçirmek daha cazip gelmeye başlamıştı.
Tatile girerken bir daha okul açılmasın diye girerdim ama yaz tatilinin sonuna doğru tatlı bir heyecan alırdı beni: tekrardan arkadaşlarımı görebilmek. Sonuçta 3 ay boyunca bazı istisnalar dışında arkadaşlarımdan gerçekten bihaber olurdum. Bırakın görüntülü konuşma ya da houseparty imkanlarını telefonla görüşme imkanı bile kısıtlı idi.
Okullar açılmadan bir hafta önce Kuşadası’ndan İzmir’e günübirlik gelinir, okul kitapları ve kıyafetler alınırdı. O gün okula uğrandığında eğer bir arkadaşa rastlanırsa sanki yıllardır konuşmuyormuşuz gibi sohbet edilir ve bu arada anneden “sanki buraya kendime kitap almaya geldim” diye fırça yenirdi.
Okullar açılmadan cumartesi günü İzmir’e kesin dönüş yapılırdı. O dönüşde arabanın bagajı daha da tıkabasa doldurulurdu. Babam İzmir-Kuşadası-İzmir güzergahında her seferinde tıkabasa bagajla gelmemizden hep müzdaripti. Ama çok iyi bagaj yerleştirirdi. Bence kız çocukları olan babaların oğullarına öğrettiği birşey bagaj yerleştirme sanatı. Bende ondan öğrendim bu sanatı.
Cumartesi İzmir’e gelince hiç sevmediğim bir etkinlik vardı: Berbere gitmek. Nedeni bilmiyorum ama berbere hep son gün gidilirdi. Pazarları berberler tıpkı kırtasiyeler gibi kapalı olduğundan “last minute” tüm etkinlikler cumartesiye sığdırılırdı. Oysa cumartesi arkadaşlarla buluşma fırsatı varken berbere, kırtasiyeye gitmek ne büyük zulümdü.
Pazar akşamı ise tatlı bir telaş alırdı, “Bizimkiler” dizisinden önce banyo yapılacak ve yarın giyilecekler ile çanta hazırlanacak. Pazartesi sabahı kalkmak ise zulmün devamıydı. Kalkana kadar işkence devam ederdi ama bir kere uyandık mı da tatlı telaş uykusuzluğa çare olurdu. İlk gün okula erken gitme arzusu dolu olurdum. Diğer günler ise tahmin edeceğiniz gibi.
Erkenden okula gelirdim, derslere girmek için değil tabi ki, arkadaşlarımı görmek ve onlarla özlem gidermek için. Ne kadar erken gidersek o kadar çok sohbet edebilirdik. Okul yolunda aynı sınıfta olmasak bile aynı güzergahı kullanan okul arkadaşlarımla da denk gelirdim. Keyifle sohbet ederek o yolu yürürdük. Sözde her sene 1 yaş daha büyümüş olarak gelirdik ama hiç de öyle olmazdı.
Bayrak töreni ile sınıflara dağılırdık. Herkeste bir yer kapma telaşı olurdu. Şimdi hocalarımı daha iyi anlıyor ve daha çok acıyorum. Okulun ilk günleri bizden ne çekerlerdi. Çok iyimser olmuşum yazarken fark ettim, sadece ilk gün diyerek.
Saint Joseph öğrencilerinin okulun açıldığı güne ait özel bir yer daha vardı: Manisalı Kebab. İstisnasız okulun açıldığı ilk gün ve hatta mezun olduktan sonra geldiğimiz okul açılışları ve özel günlerde kesinlikle öğle yemeği orada yenirdi ve ısrarla sosa banmak için ek pide söylenirdi.
Okul açıldığına ve ek pideli Manisa Kebab yendiğine göre artık okul tatile girebilirdi.
Tabi ki Alsancak’ta 80’lerin sonu 90’ların başında öğrenci olmanın çok keyifli yanları da vardı. Çok detaya girmeyeceğim sonuçta bir çocuk yetiştiriyorum kötü örnek olmak istemem :). Ama Mahmut Abi-İstanbul Burger ve efsane Martin Burgeri, 32-70 , Ayşe, Big Boss, Sembol Kafe dersem muhtemelen dostlarım ne demek istediğimi anlarlar. Mehmet Taylan kardeşim İzmir’den uzak yaşadığı bir dönemde, bir gece rüyasına giren bir esnaf sayesinde uyuyamayıp bir yazı yazıp bizlerle paylaşmıştı. Kime okusam kendinden bir parça buluyor. Aklına ve kalemine sağlık Memom.
Okulun ilk haftası öğle tatillerinde ve okul çıkışlarında yapılacak rituelik etkinliklerde vardı tabi ki; Öğle tenefüsü zilini çalmasıyla koşturarak okuldan çıkılır ve o zamanların alışveriş merkezi kabul edilebilecek Vakko’nun üst katına çıkılır ve Vakkorama’da amaçsızca gezilirdi ya da Efes Pasta Fırınına Sundae yemeğe gidilirdi. Dönüşte ise Efes pastanesinin önünden geçerken “Genç Kız Rüyası” adlı tatlı üzerine espriler yapılırdı. İlk hafta kesinlikle bir öğlen fil pizzadan dilim pizza ya da hotdog yer ve Ice Slush içilirdi. Sonbaharın sonuna kadar Ice Slush servisi devam ederdi. İlkbaharda tekrar vitrinde görünmesi yaz tatilinin yaklaştığının habercisiydi.
Okul yolu da başka bir macera idi. Okula başladığımda Kıbrıs Şehitleri trafiğe açıktı ve kaldırımsı birşey vardı oradan yürürdük. Erdal Bakkalın yerinde hep bakkal vardı ama adı Erdal Bakkal’mıydı hatırlamıyorum. Watson’un olduğu yere gelmeden bir büfe vardı ve harika muzlu süt yapardı. Karşısından ise Geyik Tuhafiye adlı oyuncakçı vardı ve bilimum şaka oyuncakları alırdık oradan. Mehmet Taylan bir keresinde koku bombasını bizim apartman girişine atıp kaçmıştı. Sonra ona ne yaptım hatırlamıyorum. Ama o kesin hatırlıyordur. Geçen sene Geyik Tuhafiyenin sahibine Kızlarağasının orada bir oyuncakçıda rastladım, dükkanı kapattıktan sonra orada çalışmaya başlamış. Benim onu hatırlamam değil ama onun beni hatırlaması çok keyif vericiydi. Dantel sokak ise günümüzün korkuevi oyunuydu bizim için, korku içinde o sokaktan geçip 2.Kordona geçerdik. İlk hafta bir öğlen dönerciler sokağında dönere dalıp devamında Amerikan Pazarı ziyaret ile tamamlanırdı. Tahmin edersiniz Amerikan Pazarı yani esas adıyla Kervan Pazarı o zaman bugünkü gibi değildi, geçenlerde bir ziyaret ettim ama o zamanki duyguları hissedemedim.
Okulun ilk haftası yapılacak listesinde bir madde daha vardı. Kordon’a gidip toplu halde apartmanların tepesine birşey varmış gibi bakarak arkamızda anlamsız bir topluluk oluşmasını sağlamak ya da zillere basıp kaçmak. Bunları yaparken kaç yaşında olduğumuzun önemi yoktu kaç yaşında hissetiğimizin önemi vardı. Tahmin edeceğiniz üzere uzun bir süre devam ettik, belki hala devam da ediyor olabiliriz. Arkamızda kalabalık toplanmasında önemli bir etken vardı, Kordon boyu bu zamanki gibi doldurulmuş değildi. Araç yolunun bitiminde bir kaldırım sonra da deniz.
Alsancak’ta 80’lerin sonu 90’ların başında çocuk olmak başlıca bir yazı konusu, ve o günleri yaşadığım dostlarımdan da onay aldıktan sonra bir yazı elbette gelecek ama bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim. O zaman çok pis kokardı Körfez ama Kordon’da dolaşmak ya da bir yerlerde oturmak daha keyifliydi. Bir cumartesi öğleden sonra Bigboss’da otururken denizden biri çıktı yanında bir dalgıçla. Körfezde yelken yarışları vardı ve bir yelkenci ufak bir kaza geçirmiş ve yüzerek sahile çıkmıştı. Hayretler içerisinde o suda nasıl yüzdüğünü ve şimdi nasıl koktuğunu konuşurken aramızda, bize el sallamaya başladı. Kendisini çok iyi tanıyorduk ve çok da severdik hala da seviyoruz. Kim olduğunu söylemeyeceğim. O kendini bilir. Ama zulüm orta-1 de voleybol antremanları ile başladı diyebilirim.
Okulun açıldığı haftanın sonuna kesin buluşma ayarlanırdı. Bu buluşma yeri ise tabi ki Sevinç Pastanesinin önü olurdu. Buluşma saati bildirilir ve buluşulurdu. Kimseyi nerdesin diye arama veya konum gönderme şansımız yoktu. Uzun zamandır görmediğimiz arkadaşlarımızla, onlar da başkalarını beklerken, karşılaşabilirdik. Buluşma saati genelde 12 olurdu, 1430 seansına İzmir Sinemasına yemek yedikten sonra gidebilmek için. Buluşmaya herhangi bir nedenle geç kalan beklenmezdi ama geç kalanda nerede olduğumuz bilir ve bizi bulurdu. Teknolojik olarak daha geri olsak da günümüzden daha başarılıydık.
Kızım okula gitmek istemediğini söylediği zamanlarda keşke yerinde olsaydım derim hep. İnsan yaşadıklarının değerini hep sonra anlıyor ama geç oluyor haliyle.
Gürhan Karavas
Posted at 00:04h, 22 EylülKalemine sağlık Kardeşim. Gözlerim doldu desem yeridir.
yasin müsafir
Posted at 16:02h, 22 EylülO günler hep aklımızda ancak geçirdiğimiz bizim için önemli mihenk taşı diyebileceğimiz olaylar tek tek bir araya getirilip sunulduğunda adeta bir filmin içindeymişiz gibi hissediyor insan. İyiki yaşamışız hepsini.
Ayşe’nin cenazesinde yapmış olduğun dokunaklı konuşma ise en unutulmazlar arasındadır.
Kalemine sağlık kardeşim
Aydin Oner
Posted at 15:58h, 25 EylülEline saglik dostum