01 Mar Ne zaman mutlu olmayı unuttuk?
Aslında bu hafta bambaşka bir yazı yazmıştım paylaşmak için. Ama kahramanımızı, yani beni, nelerin beklediğini ben de bilmiyordum. Hayat dertleri ve sorunları öyle teker teker vermeme gibi bir huya sahip olduğundan, bir anda önümde bir yumakla kala kalakaldım öylecene. Sanırsın bölüm sonu canavarına denk geldim oyunda ve 1 canın kalmış.
İşte öyle bir hafta yaşayınca, pazartesi keyifle toparlayıp bazı şanslılara (!) okuttuğum yazımı daha uygun bir zamandan paylaşmak üzere rafa kaldırdım ve cumartesi akşamını pazara bağlarken klavyenin başına oturup bir şeyler karalamaya başladım. Tedarikli oturdu, yanımda ‘Siyah Etiket’ vardı. Yazacaklarımın sorumluluğunu kabul ediyorum, ama nereye varacağını bilmiyorum.
Bugün sabahtan beri aklımda basit olduğu kadar bir o kadar da karmaşık bir soru var; Ne zaman mutlu olmayı unuttuk?
Bu soruyu bir sosyolog edası ile cevaplamak gibi bir arzum yok, sonuçta bildiğin düz mühendisim. Ama bence’lerim ile birkaç kelam edebilirim herhalde.
Bu sefer öyle uzatmadan ve hikâye ile bağlamadan direkt sonuca geleceğim; bence sahip olduklarımıza şükretmediğimiz için mutsuz oluyoruz. Şükretmeyi kesinlikle kabullenme ve hiçbir hedef koymama gibi anlamayın lütfen. Sahip olduklarımızın değerini bilmiyoruz. Hayatımda oluşan mutsuz durumların yani beni mutsuz eden durumların çoğu o kadar basit konular ki, ama bizler o sırça fanuslarımızda bu sorunları o kadar büyütüyoruz ki anlatamam.
Dünyada şu an kaç insan acaba sıcak bir yatacak yer bulamıyor ya da yiyecek bir şeyler. Hayatlarımızı o kadar suni ihtiyaçlarla donatıyoruz ki bunların yokluğunda hemen mutsuz oluyor ve mutsuz ediyoruz çevremizdekileri. Oysa traji-komik olan az sonra neler olabileceğini bilmeden bunları yapıyoruz. Belki de “az sonra” olmayacak hayatımızda.
Dinlediğim bir Tedx konuşmasında çok güzel bir benzetme ile karşılaştım; ‘”sinirlendiğimiz ve üzüldüğümüzde aslında zamanımızı veriyoruz bir kübün içinden, harcıyoruz olaylara ve insanlara’” demişti. Ama sorunun zamanımızı verdiğimiz kübün derinliğini bilmememizdi.
Bu derinliğini bilmediğimiz ve çevremize dağıttığımız zaman kübünü burada böyle bırakıyorum, herkes üzerine düşünsün diye.
Şükretme üzerine başımdan geçen bir hikâye ile devam edeyim;
Yine kendimi kötü hissettiğim zamanların birinde tek başıma İngiltere’ye gidiyordum. Yolda sürekli “neden ben” sorusu kafamın içinde kız-kaçıran gibi dolaşıp duruyordu. İstanbul’dan Londra uçağına bindiğimde çevreme İngiltere Paralimpik Futbol takımı oyuncuları oturmuştu. Neşe içinde birbirleri ile konuşuyorlar ve çevrelerine neşe saçıyorlardı. Uçak havalandıktan sonra sağ yanımda oturan takma ayağını çıkardı. Solumdaki ise güneş gözlüğünü çıkarınca boş olan göz çukurunu gördüm. O an kafamı yukarı kaldırıp “anladım” der gibi kafamı sallamıştım. Bacağım yerinde idi ve çevremi görebiliyordum ama bunlara rağmen mutsuzdum. Günümüz kötü başlayabilir, ama kötü kelimesini çıkardığımız anda cümle günümüzün başladığını ifade eder ve büyük bir ihtimalle günü başlayan şanslı insanlardanızdır şu anda.
Eş, çocuk, anne-baba, arkadaş iş-özel fark etmez, hayatımızın her anında süreki fikir ayrılıklarına düşüyor ve sorunları büyütüyoruz. Sonra mı ne oluyor? Hepiniz biliyorsunuz.
Oysa sahip olduklarımızın değerini bilmiyoruz, bize empoze edilen “ask for more” yaklaşımı ile mutlu olamıyoruz hiçbir zaman. Alarak mutlu olmak istediğimizde de her zaman aldığımızdan daha iyisi olacağından bu geçici mutluluk sonrasında kendimizi yeniden hırpalamaya başlıyoruz.
Urugay’ın Efsane Cumhurbaşkanı Jose Pepe Mujica’nın bir konuşmasında şöyle diyor;
“Bana en fakir devlet başkanı diyorlar. Ben fakir değilim. En fakir olan, yaşamak için çok fazla şeye ihtiyacı olandır. Pahalı yaşam tarzını sürdürmek için sürekli daha fazlasına ihtiyacı olandır. Çok fazla mal varlığınız yoksa, onları devam ettirmek için bir köle gibi ömür boyu didinip durmak zorunda kalmazsınız.”
‘Her şey aynı’ beni çıldırtan bir durum saptamasıdır. Televizyonlarda bize empoze edilen yaşam tarzlarından dolayı her birimiz yaşamlarımızı onlarla karşılaştırarak mutsuz oluyoruz ya da sosyal medyada insanların paylaşımları üzerine kendimizi mutsuz ve demotive hissediyoruz.
Yıllar önce Rükneddin Hocamız bir dersi sonuna doğru şöyle bir saptama yapmıştı; Bir günde televizyona Doktor Ayşe, Mühendis Mehmet, Avukat Ahmet’i çıkarsalar ya hani ‘sıradan’ yaşayanları da toplumumuz görebilse.. Bunu söylediğinde yıl 1998, tam 22 yıl önce.
Ben ‘Bizimkiler’ dizisindeki Ali ile beraber büyüdüm o ilk âşık olduğunda bende olmuştum, o üniversite sınavına girerken bende girmiştim. Pazar günleri Bizimkiler dizisi ve Parliament Sineması ile daha da güzeldi. O apartmanda ne yaşanıyorsa bizim çevremizde de o yaşanıyordu, ama şimdi televizyondaki dizilere bakın acaba hangisi sizi yansıtıyor. Hiçbir zaman ulaşamayacağınız hayatları size hedef olarak koyuyorlar sonra da niye mutsuzuz diye soruyoruz.
Mutsuzuz çünkü elimizdekilerin değerini bilmiyoruz ve muhtemelen kaybettiğimiz zaman daha iyi anlıyoruz elimizdekilerin değerini.
Yazıyı o muhteşem diyalog ile toparlayayım; Nazım Hikmet “Saman Sarısı” şiirinde Abidin Dino’ya soruyor mutluluğun resmini yapıp yapamacağını. Abidin Dino’da ona resimle değil, ama bir şiirle cevap veriyor. Nazım mutluluğun resmini isterken 1961 yazı ortasında Küba’nın resmini istiyor Abidin’den. Ben resim yapamam, şiirde yazamam ama yakın bir zamanda Küba’nın 2015 kışını anlatan bir gezi yazısı yazabilirim dilim döndüğünce.
İnternette Mutluluğun resmi diye aratırsanız yazının kapak resmini görürsünüz. Bu resmi Abidin Dino değil, Dianne Dengel yapmıştır. Kim yapmış olursa olsun ben bu resme her baktığımda mutlu ve huzurlu oluyorum.
Huzur demişken aslında bu hafta huzur üzerine bir yazı yazmıştım, huzurdan bahsetmiştim kendimce ama demek ki zamanı değilmiş henüz paylaşmanın.
Ne kadar sürç-ü lisan ettikse affola, haftaya görüşmek üzere, Eyvallah…
Tolga AKTAŞ
Posted at 15:00h, 04 MartTebrikler sayın Anıl ŞAKRAK, gittikçe daha zevk alarak okuyorum 🙂
anilsakrak
Posted at 15:20h, 04 Martteşekkürler…