"Corona" Günlerinde Aşk... - Anıl Şakrak
15689
post-template-default,single,single-post,postid-15689,single-format-standard,ajax_fade,page_not_loaded,,qode-title-hidden,qode-theme-ver-9.1.3,wpb-js-composer js-comp-ver-4.11.2.1,vc_responsive

15 Mar “Corona” Günlerinde Aşk…

Bu hafta bir şeyler yazmak oldukça zordu. Normalde pazartesi erken işe gelir ve yolda düşünüp, kurguladığımı hızla bilgisayara geçirir. Ardından da hafta içinde eklemeler yaparak bitirirdim. İki haftaki yazım dışında bu rutin hiç bozulmadı ama bu sefer nedense bir türlü olmadı. En son kendime verdiğim sözü hatırladım. Disiplinli olarak her hafta bir yazı yazacaktım. Cumartesi akşamı klavyenin başına oturdum. Doktorların tavsiyesine uyarak dış temizliği için kolonya ve iç temizliği için 2 duble rakı sonrası yazmaya başladım. Başlık her ne kadar Corona’dan bahsetse de ben Corona’dan hiç bahsetmeyeceğim. Zaten her birimiz uzman olduk bu aralar. “Kolera Günlerinde Aşk” kitabını da okumadım. Marquez’den Kırmızı Pazartesi ve Yüzyıllık Yalnızlığı okudum sadece. Ben bu gün sevdiğim filmlerden hatta filmlerin en güzel sahnelerinden bahsedeceğim. Bilmeyenleriniz için, ben iyi bir film koleksiyoneri sayılırım kendimce. Yıllarca önce vcd sonra internetten indirip dvdye yazıp kutuladığım dvd ve ona paralel olarak bir hard disk’de biriktirdiğim dvix’lerden oluşan sıkı bir film koleksiyonum var. Sayı binin üstünde ve bazılarını seyretmedim bile. Başladığım ama bitiremediğim bir kolaj projem de var; sevdiğim filmlerin en güzel sahnelerini birbiri ardına ekleyip bir film yapmak istiyorum. Kendimi kötü hissettiğim zamanlarda o filmi seyrederek mutlu olacağıma inanıyorum. Film listemden yararlanmak ve bitirdiğimde bu filme sahip olmak için lütfen özelden ulaşın.

Hadi Başlayalım…

İlk filmimiz tabi ki Ölü Ozanlar Derneği. 1990 yılında bir cuma günü okul çıkışı Çınar Sinemasında seyretmiştim. Beni çok etkileyen filmlerin başında gelir. Filmden o kadar etkilenmiştim ki Walt Whitman’ın şiir kitabını bile almıştım Ankara Dost Kitabevinden. İşte en sevdiğim sahnesi de budur.

İkinci filmimiz Joe Pesci’nin oynadığı “With Honor”. Türkiye’de insanlık yolu olarak çevrildi. Nerede seyrettiğimi hatırlamıyorum. Yıl 1994 olduğuna göre Ankara’da seyretme ihtimalim de var. Ama eğer İzmir’de seyretmişsem kesinlikle İzmir Sinemasında seyretmişimdir. İzmir sineması benim yaşıtlarım için gerçekten çok öenmlidir. Keşke Ahmet Abi tekrardan açsa da bizde İzmir sinemasında tekrar film seyretsek. Filme gelirsek Harward’ın kalorifer dairesinde yaşayan ve Walt Whitman’ın hayaleti sanılan bir evsizin mezun olacak bir gence hayat dersleri vermesi üzerine idi. Hatırladığım en efsane sahnesi ise kaçak girdiği bir derste ukala bir hocaya attığı nutukdu. O filmden sonra özel bir an yaşadığımdan o ana ait ufak fiziksel bir şey (filmde taş biriktiriyordu) saklama alışkanlığı oluşturmaya çalıştım ama olmadı.

Devam edelim; şimdi sırada 1994 yılından “Il Postino” var. Bu filmde geçen bir replik hala şiir defterimin ilk sayfasında yazan iki şiirden biridir.
“Şiir sahibinin değil ihtiyacı olanındır.” İkincisini bir gün şiir merakımla ilgili yazdığım yazıda paylaşırım artık.

İtalyan sinemasından başlamışken oradan devam edelim; şimdi sırada 1988 yapımı “Cinema Paradiso” yani Cennet sineması var. Yanlış hatırlamıyorsam Kuşadası’nda televizyonda seyretmiştim ilk bu filmi lise yıllarımda. Son sahnesinde hep gözlerim dolar. Bende o sahneyi paylaştım. Bu arada filmin yönetmeni Giuseppe Tornatore ve filmin müziklerini de Ennio Morricone yapmış. Bu yazıdaki yolculuğumuzda onlarla yine karşılaşacağız.

Bir tane daha Giuseppe Tornatore, Ennio Morricone filmi daha var sırada; “The Legend of 1900”. Gemide doğan ve orada yaşayan bir pianistin hikayesi. Sizlerle efsane piyano düello sahnesini paylaştım ama filmi seyrederseniz çok daha fazlası var.

Sıra geldi Baba serisine. Lise 1’den önce kitabını okumuştum. Filmlerini sonra seyretmiştim. Kafamda canlandırdığım tüm karakterler filmde o kadar güzel yerine oturuyordu. Bu keyfi “Gülün Adı” filminde de yaşamıştım. Baba 3 filmini çok sevmemiştim. Baba 2’de Robert De Niro’nun babanın gençliğini oynadığı sahneler harika idi. Hala hiç sıkılmadan tekrar tekrar seyredebilirim. Müzikleri de harikadır.

1941 yapımı Casablanca’dan bahsetmeden olmaz tabi ki. En sevdiğim filmdir. Geçen sene lise arkadaşları ile Fas’a yaptığımız seyahatte son gece Kazablanka’da kaldığımızdan dolayı Rick’in Barına gidip bir şeyler içme ve müzik dinleme şansım oldu. Filmi seyredenler hatırlayacaklar barın karşısında havaalanı vardı ama şimdi ranta yenik düşmüş. Casablanca’dan tabi ki en anlamlı sahne geliyor; Play it Sam.

“Amazing Grace and Chuck” 1987 yapımı bir film ve Türkiye’de “Sessizliğin Gücü” olarak yayına girdi. Sinema’da oynadı mı bilmiyorum. Yaz tatilinde Stüdyo AC’den video kaset alıp seyretmemize izin verildi. Ama karate filmleri almam yasaklanmıştı. Çünkü seyredip seyredip kızkardeşim üzerinde deniyordum. Bu nedenle de kaset alırken bir nevi otosansür vardı bana uygulanan. Maalesef bu filmi arşivime koyamadım hatta adını unutursam bir daha bulmak bile zor oluyor. Film, nükleer silahlanmaya karşı beyzbol oynamayı bırakır, bunu yerel gazetede okuyan ünlü bir NBA oyuncusu da sporu bıraktığını açıklar. Sonrasında bu çağrıya dünyadan birçok profesyonel sporcu katılır. Çok basit konusu olan ama bir o kadar da mesaj yüklü bir filmdir. Az daha filmi anlatıyordum. Son sahnesi beni çok duygulandırır.

Sırada bir gaz filmi var; 1986 yapımı “Hoosier” yani Türkçe adı ile “Kazanma Arzusu”. Ünlü bir koçun bir kasaba takımının başına gelip takımı eyalet şampiyonu yapma hikayesi anlatılır filmde. Ama benim için lise yıllarımda her voleybol maçı öncesi motivasyon kasedi idi. Çünkü takım olmayı, tek yürek savaşmayı anlatırdı. Çok iyi bir liderlik filmidir. En sevdiğim sahnesi final maçı öncesi takımla beraber oynayacakları salonda saha ölçülerini ölçüp, takımına dönüp “gördünüz mü bizim salonla aynı ölçüde” demesidir.

İnsan yazdıkça aklına başka filmler geliyor, ayrım yapmakta zorlanıyor. Bu yazıyı sadece romantik filmler, film müzikleri, seriler veya Türk filmleri şekliden birçok yazıya çevirebilirim. Ama son bir filmle bitirmek istiyorum.

Bu son filmimiz ise 1957 yapımı “12 Angry Man” / “12 Kızgın Adam”. Henri Honda’nın sadece 1 sahne de geçen (mahkeme ve tuvaleti de sayarsak 3 sahne diyebiliriz.) harika bir çatışma yönetimi filmidir. Henry Fonda’nın 11 jüriye karşı yürüttüğü mücadele tekrar tekrar izlemeye değer.

Daha yazamadığım ama yazarken aklıma gelen onca film var; Bir Zamanlar Amerika, Remember The Titans, Turist Ömer Serisi, Sergio Leone Spagetti Western’leri, Tom Hanks-Meg Ryan filmleri, Olağan Şüpheliler, Dokunulmazlar… Of yazdıkça aklıma geliyorlar ve o filmleri her hatırladığımda hem ilk seyrettiğim yeri ve o an hissettiklerimi de hatırlıyorum.

Böyle boş bir yazı oldu bu haftaki, ben yazarken bir tarafta youtube’dan filmleri buldum bir taraftan bunları yazdım. Bunu yaparken ne oldu biliyor musunuz; ne Corona’yı düşündüm ne de onun hayatlarımıza etkilerini. En azında yaklaşık 2 saat uzaklaştım bu gergin dünyadan. Yine bir mühendisin gündüz düşleri durumu yaşadım. Bir sürü filmi tekrar seyretme isteği doğdu. Umarım sizler de bu yazıyı okurken biraz uzaklaşırsınız şu anki durumlarımızdan ve herşeye rağmen yaşamda her zaman keyif alabileceğimiz şeyler var olduğunu görürsünüz.

Foto Not: Fotoğrafı Cunda sahilde çekmiştim, ben restoranda oturuyor ve rakımı yudumluyordum. Gelip tam karşımda sahile oturdular, bu pozu yakalayana kadar konuşmadan en az 10 dakika oturup denizi seyrettiler, bende makina hazır onları çünkü hissediyordum öpüşeceklerini.

Ne kadar sürç-ü lisan ettikse affola, haftaya görüşmek üzere, Eyvallah…

No Comments

Post A Comment